18 Ekim 2007 Perşembe

BENİ ANLA

:::::::::::::::::::::
Yanlış Anlama Anne
Amacım seni üzmek değildir
Beni sakın yanlış anlama.
Pişman olmanı isteyemem senden
Ya da ağlamanı
Sadece dinlemeni istedim,
Birazcık kabullenmen fikirlerimi.
Ya da ne bileyim
Kendi doğrularını değil de
Biraz da benimkileri düşünmeni istedim anne.
Sevmeni istedim benim sevdiklerimi
Ama senin gibi değil benim sevdiğim gibi.
Görmeni istedim güneşi
Benim gördüğüm gibi
Yani sadece sarı ve yuvarlak değil
Arasında turuncuların da olduğu bir resim gibi.
Senin doğrularını inkâr ettim anne,
Karşı çıktım sana
Ve sen tüm kızgınlığınla
Kötü kötü suratıma bakıp kızdın.
Oysa biliyor muydun
Aynı zamanda sen de benim doğrularımı İnkâr ettin anne.
Sevdim anne
Doyasıya, ölesiye.
Ama bilmen gereken bir şey vardı,
Asla boyun eğmedim, eğmeyeceğim.
Senin de öyle görmeni istedim
Ama göremedin anne.
Bana asi deme anne
Çünkü senin istediğin
Kendi fikirlerini
Barınamayacakları bir bedene sokmak.
Oysa ben de büyüdüm anne,
Eski küçücük çocuk değilim artık.
Kendi fikirleri olan
Özgürlüğüne düşkün bir insan olma yolundayım.
Yani bir başka deyişle
Bir yaşama savaşı veriyorum belki kendi kendime.
Bana kızma anne
Çünkü sen hiç ayakların kopana kadar
Ve dilediğince bağırarak dans etmedin.
Çünkü sen hiç ağaca çıkıp
Ayvaları toplamadın.
Ya da yakamozlar seyretmedin akşam,
Dalgalı bir denizde boğuşmadın dalgalarla;
Belki de ıslak kumlara
Üstüm kirlenir mi diye düşünmeden
Uzanmadın,
Ya da yıldızları toplamadın gökyüzünden.
Belki de bunların hepsini yaptın da,
Bana anlatmadın.
Niye anlatmadın anne?
Senin yaptığın hataları yapmayayım diye mi?
Oysa söyler misin anne,
Hataları yapmadan doğruları nasıl öğrenebilirim?
Nasıl ben olabilirim istediğim gibi?
Nasıl yaşayabilirim bu iğrenç dünyada?
Ben siyaha mavi derim belki
Körü körüne inanmadan,
Oysa sen yemin edebilirsin siyahın siyah olduğuna.
Peki niye düşünmüyorsun anne
O ya maviyse diye?
Hiç çikolatalı dondurma savaşı yaptın mı anne
Gülmekten katılarak?
Hiç düşündün mü her sene kızdığın
O yumurta savaşı ne eğlenceli diye?
Belki de o savaşları yapmasaydım anne,
Yanlışlarla savaşmayı öğrenemeyecektim.
Ama öğreniyorum anne.
Sen hep şiir yazdığımı
Ve bununla ilgili bir meslek seçmemi istedin
Ama ben sadece hissettiğim için yazıyorum anne
Mecburiyetten yazmâk istemiyorum.
Evet, belki hiç iyi öğrenci olmadım hayatımda,
Olamadım.
Ama doğrudan olmasa da hep örnekler vardı.
Gösterdiğin, göstermek istediğin
Ama görmek istemedim anne.
Hep bu yüzden bana kızdın.
Gördün mü yine benim doğrularımı inkâr ettin anne.
Ben risklere girmeyi severim
Yani tekdüze bir yaşam istemiyorum
Çevremdekiler gibi olmak,
Ben değişik olmak istiyorum anne
Fikirlerimle tanınmak.
Aramızda dağlar var
Kocaman dağ gibi fikirler
Belki bir savaş var aramızda,
Adı;
Fikirler ayrılığı.
Ben karanlıktan korkmam anne
Çünkü onun gizini ve güzelliğini biliyorum
Oysa sen hep ışık yakarsın hava karardığında;
Oysa perdeleri açıp
Işıkları kapatıp seyrettin mi hiç gökyüzünü,
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağdığında
Hiç ıslanmak geldi mi içinden?
Benim geldi anne
Ama sen izin vermedin yapamadım.
Oysa hep korktun hasta olacağımdan
Ben benim anne
Hastalığım da bana, sağlığım da...
Artık böyle olmak zorunda
Belki bunları beni düşündüğünden yapıyorsun
Ama bu kadar düşünme anne
İzin ver biraz da beri düşüneyim.
Bana kızma anne
Benden önemlisi fikirlerimi inkâr etme
Çünkü bu fikirleri bir başka deyişle
Sen yarattın,
Çünkü beni sen yarattın,
Ben istemeden.
Bunu unutma!
Herkes bir şey olabilir anne
Çok çalışabilir, başarılı olabilir
Ama ben hiçbir şey olabilirim anne,
O zaman bu benim sorunum
Senin değil.
Bunu anlamalısın anne
Belki gurur duymalısın.
Diğerlerinden farklı olduğum için
Ya da farklı olmaya çalıştığım için.
Ne olursa olsun anne
Dünyanın yedi harikası var,
Niye sekizinciyi bulmayalım anne?
Niye el ele vermeyelim
Ama bir şartla,
Sen kendi fikirlerinle
Bense kendi doğrularımla.
Seni seviyorum anne!
Bunu kaç kere söylemem gerek
Sen de beni sevdiğini söyle
Ve sadece senden yardım istediğimde karış fikirlerime.
Unutma anne
Yanlış yapmadan doğruları bulamam.
İzin ver senin yanlışlarını
Ama benim doğrularımı yapayım.
Hep demez miydin sen
Aile en kutsal kavramdır, diye
Bu kutsal kavramı bozmak istemiyorum
Ama bozmamam için yardım et bana anne.
Biraz da benim açımdan bak olaylara
Kırların hâlâ yeşil olduğunu
Ve güneşin parladığını gör
Ama üzülme
Geceleri güneşin kaybolduğunu artık öğrendim
Bak zor olmadı anne
Bir konuda aynı fikirdeyiz
Belki güneşe bakış açılarımız farklı ama
Sonunda ikimiz de inanıyoruz
Gecenin karanlık olduğuna
İmkânsızı başarmak istiyorum anne
Çünkü bence
İmkânsız diye bir şey yok
Bunu anla lütfen anne!
Karanlıklarda kaybolmam
Çünkü karanlıklar tahmininden çok daha güvenli.
Benim güvenlikte olduğuma
İnanıyor musun anne,
Senin fikirlerin altında,
Yapmadığını iddia ettiğin baskıların altında?
Eğer evet dersen yanılıyorsun anne
Kendimi hiç güvenlikte hissetmiyorum anne.
Beni anla lütfen, anne!
Bir şeyi yaptığımda
Niye yaptın sorusuyla değil
Aferin cevabıyla karşılaşmak istiyorum,
Biraz pohpohlanmak istiyorum belki
Çünkü artık
Şımarmamayı öğrendim anne.
Senin ne olduğunu biliyorum,
Annemsin
Ama artık sen de benim ne olduğumu öğren
O çocuktur deyip de geçme anne
Biraz güven bana!
Güveniyorum diyorsan,
Senden daha çok güven istiyorum.
Sen hiç tanımadığın insanlara güvendin mi anne?
Ben güvendim
Hiç de öyle anlattığınız gibi
Korkunç değilmiş anne.
Karşımda bir gülümseme görünce
Tanımadığım bir insandan,
Gözlerim doldu anne.
Sen hiç kendini olduğun gibi anlattın mı o kimseye,
Çekinmeden?
Ben anlattım anne
Hem de tüm gerçekleriyle
Ve mutlu oldum anne.
Sen hiç hırçın rüzgâra karşı yürüdün mü?
Yanakların kızarıp da dudakların çatladı mı?
Ben yürüdüm anne
Ve bence yaşamak bu demek
Tüm zorluklarıyla yaşamak.
Eğer bana zorları öğretmezsen anne
Nasıl yaşamın yaşam olduğunu anlarım?
Ben senin karnındayken
Her tekmemde düşündün mü bunları?
Büyüyüp insan olacağım
Fikirlerimi tartışacağım
Aklına gelmedi değil mi anne?
Düşündüğün sadece
Küçük ellerim, burnum ve ayaklarımdı
Oysa kişiliğim vardı anne,
Ben istemediğim zaman
Yemek yedirtemezmişsin ya bana,
Garajcılık oynarmışız.
İstemiyorum anne
Başkalarının doğrularını istemiyorum.
Ben olmak istiyorum,
Doğrularımla beraber!
Bilmiyorum anlatabildim mi anne
Fikirlerimi doğrularımı
Eğer bana asi diyorsan
Seni kısıtlayamam anne
Ama gün gelince
Bu asi kızınla gurur duyacaksın.
Sana söz veriyorum
Ve senden söz almak istiyorum,
Siyaha mavi olarak
Kırlara yeşil
Güneşe resim olarak bakman için
Benim gördüklerimi görmen
İnsanlara güvenmen için.
SENİ SEVİYORUM ANNE
Ve beni sevmeni istiyorum
Küçük kızın değil de
Seninle konuşabilen
Bir insan olduğum için.
Selin Tümer
16 Eylül 1993
:::::::::::::::::
Ana Babalık Zor Zanaat
Bilmem hiç düşündünüz mü, bir insanın doğru dürüst bir bina inşaedebilmesi için onun mühendis olması, yani yıllarla fakültelerde dirsek çürütmesi beklenir ve ancak bu eğitimden sonra bir ev yapmasına izinverilir.
Bir tamirci yıllarca ustanın yanında çıraklık yapar ve ancakçıraklık dönemi sonunda eline bir radyo ya da bir televizyon teslimedilir.
Buna karşılık, bir insan yavrusunu kucağımıza verirler ve bizlerdenmükemmel bir evlat yetiştirmemizi isterler. Oysa bunun üstesinden gelecek hiçbir eğitimimiz, donanımımız, bir çıraklık dönemimiz bile yoktur.Üstelik elimize verdikleri kullanılmış bir el radyosu değil, tüm sorumluluğuyla geleceği etkileyecek güce sahip bir insan yavrusudur.Kısaca, bir insan yetiştirmenin tüm sorumluluğudur pembe ya da mavibattaniyeye sarılarak kucağımıza bırakılan. (Ne dehşet verici bir düşünce,değil mi?)
Ve bu noktada umulan, ana babalık içgüdüsünün hemen devreyegirerek tüm bilgeliğin anında görüntü şeklinde kafamızda ve gönlümüzdebelirivermesidir. Dayanaklarımızsa kendi anne babalarımızdangörüp duyduklarımız, duygularımız ve görev olarak bellediklerimizdir.Beslemek, bakmak, en iyi biçimde okutmak, bir meslek sahibi olmasını sağlamak ve evlendirmek gibi...
Bu anlayış günümüze kadar iyi kötü pek çok kuşağı getirdi. El yordamıylasürdürülen bu yöntem sırasında bazı hatalar olduysa da kırılıpdöküleni, gösterilemeyen ama derinlerde bir yerlerde olduğunu bildiğimiz bir sevgi, hele de yıllar geçtikten sonra yapıştırdı, pürüzleri zaman içinde eritti. Ama bugün artık bu yöntem yeterli olmamaya başladı. Neylersiniz, bu da bizim şansımız! Bizim çocuklarımız bizler kadar kanaatkar(!) değiller.
Soru soruyor; bizleri ve yöntemlerimizi sorguluyorlar.
Daha hedefe varan bir sevgi biçimini özlüyorlar.
Mutlu olmak istiyorlar.
Daha anlamlı ve değerli bir yaşam biçimi; iç ve dış güzellikleristiyorlar.
Sanki bir kabuk çatlıyor ve bizler bir değişimin, yeniliğin eşiğindeyiz.
:::::::::::::::::::
Ruhen anlaşmakmış...
İç güzellikler dedim de, aklıma anneannem geldi. Sekiz, on yaşlarındaolmalıydım. Bir gün evin kadınları; annem, teyzem ve anneannemoturmuş dedikodu yapıyorlardı. Annem ballandıra ballandıra bir boşanmaöyküsü anlatıyordu. Anneannemse pratik bir kadındı, hemen sadede geldi.
Neden boşanıyorlarmış? diye sordu.
Ruhen anlaşamıyorlarmış, dedi annem duygulu bir sesle.
Neymiş, neymiş? diye anlamaya çalışıyordu anneannem.
Canım ruhen yani manen anlaşamıyorlarmış.
Anneannem bu yanıt üzerine bir kızdı, bir kızdı.
Ne demekmiş ruhen anlaşamamak, diye söylendi? Erkek parakazanır, evini geçindirir; kadın da çocuklarını büyütür. O evlilik de pekala yürür. Manen anlaşamıyorlarmış! Daha neler!
Yaa, işte hayat o günlerde böylesine kolaymış. Evlilikte herkes yeriniişini bilirse, gül gibi geçinilir gidilirmiş. Çocuklara gelince,çocuğun yediği helal, giydiği haram, düşüncesinden hareketle iyi beslenir, gereği kadar giydirilir, elden geldiğince bir gelecek hazırlanırmış.
Bugün bizlerin anladığı biçimde iyi çocuk yetiştirmek, olanaklarıelverdiğince beslemek, giydirmek, iyi bir okula, daha sonra da üniversiteye girebilmesi için yine tüm olanaklarımızı seferber ederek onu hazırlamak; saygın ve geçimini sağlayacak bir meslek edinmesine yardımcıolmak ve en sonunda da, yani kalan son mecalimizle de, onu evlendirmek veevini açmasına destek olmak şeklinde ortaya çıkıyor. (Daha sayarken insanyoruluyor, değil mi?)
:::::::::::::::::::::
Sadece görevleri yapmak keçiboynuzundaki mutluluktur
Geçenlerde sınıf arkadaşlarımız ve eşleriyle bir akşam yemeğinden sonra oturmuş konuşuyorduk. Konu çocuklarımız, çocuğu olmayanlaraacımak, çocuklarımızın bizler için ne büyük bir mutluluk kaynağı olduğuüzerine bir çeşitlemeydi. Arkadaşlarımızdan birinin eşiyse son derecesessiz, bizleri dinliyordu. Hiç lafa karışmıyor, bir ona bir bunabakarak biz hararetle konuşanları izliyordu.
Sonunda birisi, Bütün gece susup durdun. Sen ne düşünüyorsunbu konuda? Çocuklarımız bizler için en büyük mutluluk kaynağı değilmi? diyerek onu da konuşmanın içine çekmeye çalıştı.
Arkadaşımız bir süre düşündü. Hepimiz yanıtını bekliyorduk.Sonunda, Çocuklarımızın hayatımıza kattığı mutluluğu keçiboynuzundakişekere benzetiyorum, demez mi!!
Hepimiz bağırıştık! O ise gayet sakin devam etti.
Yalan mı? Durmadan uğraş, çabala, didin. Özveri... Özveri... Vebunun karşılığında bir parçacık mutluluk. Tastamam keçiboynuzundakişeker kadar...
Çok, çok iyi bir baba olan bu dostumuzun sözleri üstünde bir andurup düşünmek gerek aslını isterseniz. Çünkü bu noktada çoğumuzunhenüz farkında bile olmadığı bir açmaza parmak basıyordu arkadaşımız.
Bizler bu dünyaya mutlu olmak için de gelmiş olabileceğimizinhenüz farkında değiliz. At gözlüğü takmışcasına bize öğretilenlerin,yani görevlerimizin çizdiği daire içinde dönüp duruyoruz. Şununşurasında belli sürelik bir ömrümüz olduğunun ve bugünlerimiziolabildiğince mutlu, renkli ve anlamlı geçirmenin bir suç olmadığındanhaberdar bile değiliz.
Mutlu olmanın hakkımız olduğunu hala bilmiyoruz.
Yaşama sevinci ve bilinci üstünde pek düşünmemişiz.
Böyle olunca da yaşama kültürünü geliştirememişiz.
Tekdüzelikle suçladığımız gündelik yaşamımızı değiştirme gücünesahip olduğumuzun bilincine varamamışız.
Bir sonbahar sabahı ormanda yürüyüşe çıkmayı, jimnastik yapıpform tutmayı; vazoları, konuklar gelecek diye değil, sırf kendi göz zevkimiz için kır çiçekleri ya da yemyeşil yapraklarla doldurmayı; sonçıkan kitap ve kasetleri izlemeyi, kütüphanelere üye olarak bol bol okumayı, çeşitli radyo istasyonlarından yararlanarak doğru dürüst müziklegünlerimize yepyeni bir boyut katmayı; evde arasıra değişik bir yemek ya da sofra düzeni uygulamayı; haftasonunda ailemizle bir piknik düzenlemeyiya da tiyatroya gitmeyi nedense hafife alır, yüzümüzde alaycı birgülümsemeyle, işte bunlar derdi olmayan, işsiz güçsüz takımının yapacağışeyler, benim derdim başımdan aşmış, diye düşünür ve sadecegörev bildiklerimize yöneliriz. Ve boşa dönen saat zembereği gibigörevlerimize hiçbir renk katmadan aynı şeyleri yineler, yineleriz.
:::::::::::::::::::
Gerçek mutluluksa yaşamı kafa ve gönül deneyimleriyle paylaşmaktır
Çocuklarımızla ilişkilerimize gelince, bakın neleri ıskalarız.Bebekliklerinde masal okuyarak onları kitapla tanıştırmayı, sıcak biryaz gününde bahçe hortumuyla onlara bol kahkahalı bir duş yaptırmayı;sıkıntılı bir gününde onunla sessiz bir köşeye çekilip, Bana derdini söyleyebilirsin, demeyi ve onu gerçekten dinlemeyi; bir kız çocuğununilk süslenişinde güçlü bir özgüvene imza atacak sıcak bir gülümsemeyleonu ne kadar güzel bulduğumuzu söylemeyi ve yüzünün pembeleşmesiniizlemeyi; deniz kıyısında çıplak ayakla çıkılan bir yürüyüşte köpürendalgalara bakarak ona amacı olan ve buna ulaşabilmiş değerli bir insanınöyküsünü anlatmayı; insanı insan yapan temel ve evrensel ilkelerianlamasına yardımcı olmayı ve deniz kıyısı sona erdiğinde bir kayanınüstüne oturup onu doyurana dek karşılıklı konuşmayı, ona ufuklaraçmayı... ıskalamışız.
İlk aşk acısında onu anladığımızı; ilk başarısızlığında onuyüreklendirerek arkasında olduğumuzu, ilk başarısında onunla ne denligurur duyduğumuzu açık açık söylememişiz. Nasıl olsa biliyor, yanılgısınadüşmüşüz. Kendi duygularımızı bir dostumuza anlatırcasına anlatmamış,iyi ve kötü anlarımızı onlarla paylaşmamışız.
İşte tüm bunları görev bellediğimiz yedirmek, giydirmek, okutmak,evlendirmekle kıyaslıyor ve yine o hafif alaycı gülümseme gelip oturuyor dudaklarımızın kenarına.
İşte bu nokta, bizim yanılgı noktamız.
Çünkü gerçek mutluluk sadece yapmamız gereken görevlerimizdedeğil, en az onlar kadar önemli olan kendi iç dünyamızı aydınlatacak,bize gönül ve kafa keyifleri, zevkleri, tatları verecek olayları çocuklarımızla birlikte yaşamakta yatıyor.
Bizler bu dünyaya gün doldurmak için gelmedik.
Bizler bu dünyaya daha iyi şeyler için geldik.
Mutlu olmak için geldik.
Ve sırf görevlerimizle yetinirsek, işte o zaman sadece çocuklarımızladeğil, tüm yaşamımızla olan ilişkilerimizdeki mutluluk ve hayattanzevk alma oranı keçiboynuzundaki şekerden öteye gidemez. Öncebunun farkına varmalıyız ve alışılmış kalıplardan sıyrılıp, kendikafamızla her şeyi yeni baştan sorgulamalı, düşünmeliyiz. Bu uyanışbize dünyaya gelişimizin gerçek amaç ve anlamını kazandıracaktır. Hemkendimizin, hem de çocuklarımızın mutlu olmaya hakkı olduğunun; gelipgeçeceğimiz yıllarla sınırlı ömrümüzü en doğru, en güzel ve en doyurucubiçimde yaşamak için, kısaca mutlu bir insan olarak yaşamak içinburada bulunduğumuzun farkına varacağız, eğer durup düşünürsek.İşte gençlerimiz burada devreye giriyorlar. Onları bizim kuşaktanayıran fark burada yatıyor. Biz tüm bunların farkında değildik ve pekçok şeyi ıskaladık bu yüzden. Onlar ne istediklerini kesin sözcüklerleanlatamıyorlar belki ama yeni ufuklara, yeni doğrulara yönelen dahaanlamlı bir hayat, daha renkli bir yaşam biçimi, daha pürüzsüz ilişkiler istiyorlar bizden. Ve bunu bizlerle birlikte yaşamak istiyorlar, bizden koparak değil.
Yaşamda ve insan ilişkilerinde kurallar, görevler ve tabularınötesinde bir şeylerin olması gerektiğini sezinliyorlar ve yardım etmemizi istiyorlar. Bizleri sarsıyor, uyandırmak istiyorlar sanki.
Hep birlikte insanın bu dünyaya gelme amacına yaraşır biçimdeyaşayalım, diyorlar.
İşte onlarla aramızdaki fark.
Dedim ya, ana babalık zor zanaat!
Anneannemle ilgili anlattıklarım ve bugünlere varışımız aklımageliyor, aşağıdaki mektubu okurken. Nerden nereyeee... diyemırıldanmaktan kendimi alamıyorum. Ve çok ama çok mutlu oluyorum!
Ben sizin kitabınızı baştan sona kadar okudum. LÜTFEN SİZ DEBENİMKİNİ BAŞTAN SONA KADAR OKUYUN diye bir not ve mektup.
Memnuniyetle, diyor ve okuyoruz.
Büyük gençlere merhaba!
Öncelikle tüm gençler adına gençliğe saygı duyan ve bizisevenlere teşekkür ediyorum. Saygı bizim toplumumuzdan birazuzak bir kavram; bizim toplumumuz saygı duymayı ne yazık kibilmiyor ve bütün sorunlar bundan doğuyor.
Hepimizin bildiği ama benim yine de tekrarlamak istediğimbir gerçek, anne ve babalarımızın bizleri, bizlerin de onları çoksevdiğimizdir. Küçükken annemle babamı mükemmel olarakgörür, tüm davranışlarını örnek alırdım. O zamanlar onlarlapaylaştığımız tek şey karşılıklı sevgimizdi. Ama büyüdükçe sevgininhabercilerinden artık haber gelmiyordu sanki. Biraz daha büyüyünceolaylara daha olgun bir insan gözüyle bakmaya başladımve bir insan yetiştirmenin, onu yönlendirmenin kolay bir şeyolmadığını anladım. Ben bunu kabul ediyorum. Kabul edemediğim,bazı konuşmaların sonunun hep hayır'la bitmesi... Herşeye hayır demek ne kadar kolay! Bazı şeyleri karşılıklı oturup,saygılı bir şekilde konuşarak, fikirlerimizi birbirimize aktararakortaya güzel şeyler çıkarmak onlara zor geliyor. Onun için dekolay yolu seçip, işin yararlı ve zevkli yanını düşünmeden kesinbir hayır diyorlar. Oysa insanlara konuşarak, tartışarak doğrularıbulmaları öğretilseydi, öyle yetiştirilselerdi, bugün daha sağlıklıbir Türkiye'de yaşıyor olmaz mıydık?
Aslında tüm anne babalar bizim yaşadıklarımızı yaşamış,bizim gördüğümüz tüm eksiklikleri görmüşler ama bunları düzeltmekiçin çaba göstermemiş, uğraşmamışlar. Böyle gelmiş, böyle gider,demişler. Ama hayır! Biz bunu değiştireceğiz. Zaten sizlerden tekama en büyük farkımız da bu değil mi?
:::::::::::::::::::
Sınıfımızı Nasıl Zar Zor Geçtik?
Ana babalık zor zanaat, demiştik. Acaba uzmanların gözüyle bizhangi noktadayız? Anne babalık karnesi olsaydı yapılan araştırmalarışığında bizlere ne gibi notlar verirlerdi? Bilmek istiyorsanız birderin soluk alıp, okumaya başlayın.
1- Çocuğumuza yeterli güven duygusu veremiyormuşuz.
Böylece özgüveni olmayan bir insan çıkıyormuş ortaya.
2- Ona bağımsız davranmasını öğretmiyormuşuz.
Böylece utangaç ve içine kapalı oluyormuş çocuğumuz.
3- Sevgiyle disiplini dengelemesini bilmiyormuşuz.
Böylece ya çok pasif ya da saldırgan kişiler çıkıyormuş ortaya.
4- Girişimciliği hiç desteklemiyormuşuz.
Böylece çekingen, sebatsız ve yetersiz gençler yetişiyormuş.
5- Çalışma zevki ve boş zamanları değerlendirme alışkanlığıvermiyormuşuz.
Böylece çalışmayı bir yük olarak algılayan; boş zamanları değerlendirendeğil, harcayan insanlar olmalarına yol açıyormuşuz.
6- Hele de cinsel eğitimde hepten yetersizmişiz. Onları sağlıklıbiçimde bilgilendirmiyor, kız erkek arkadaşlıklarına abartılı ve yapayyasaklar koyarak sorun yaratıyormuşuz.
7- Ve onların bizlerle serbestçe konuşmalarını, duygu ve düşünceleriniiletmelerini engelliyormuşuz.
Böylece birçok sorunun kaynağı olan kuşaklar arası iletişimkopukluğu ortaya çıkıyormuş. Gençler ailelerindeki bu bozuk iletişimmodelini ilerde kurdukları aileye taşıyorlarmış.
Nasıl?
Re-za-let bir karne değil mi?
Eee, uzmanlar acı söylermiş. Bilimsel bir araştırma sonucu ortayaçıkan bulgular işte böyle. Ama gariptir, böyle bir karne almamıza karşınsınıfımızı geçmişiz! İnanılır gibi değil ama sınıfımızı kurul kararıylageçmişiz. Üstelik'bizi geçirenler kimler biliyor musunuz?
Kurul kararıyla bizleri geçirenler yine bizim kendi çocuklarımız.Ve, bakın gerekçelerini nasıl dile getiriyorlar.
1- Söz ve davranış özürlü olmalarına karşın gerçek ve derin birsevginin bulunuşu.
2- Tüm olanaklarını seferber ederek bizlere verebileceklerinin eniyisini verme çabası.
3- Bizlere karşı görevlerinde sorumluluk duygusuyla davranmaları.
4- Aslında iyi niyetli olmaları.
Bu gerçeklere bir de konunun uzmanı tarafından karnelerimizinaltına düşülen not eklenince, bizim çocukların deyişiyle yırtmışız!Gençlerimizin yüzde seksen beşinin en sorunlu dönem olması beklenengençlik yıllarını sağlıklı bir şekilde atlatabildikleri yazılı bu notta. Üstelik geriye kalan yüzde on beşin içinde daha başka sorunları olanlarçoğunluktaymış. Demek ki, o kadar da kötü değilmişiz!
:::::::::::::::::::
İnsan yetiştirme eğitimi
Şimdilik vaziyeti kurtarmış ve sınıfı geçmiş durumdayız ama birsonraki sınıfı geçebilmemiz için pek çok çalışıp, pek çok okuyup dünyadave ülkemizde hızla değişen gerçekleri ve kavramları öğrenmemiz gerek.Belki de bir ana baba okuluna gitmek en iyi çözüm.
Gün gelecek tüm anne adayları eşleriyle birlikte bir ana baba okulunagiderek bebeğin hem bedensel hem ruhsal açıdan sağlıklı bir insanolarak büyüyebilmesi için yoğun bir eğitim görecekler. Hatta belki dezorunlu bir eğitim olacak bu. Ne kadar da iyi olurdu. Bu tür eğitimin ülkemizdeki ilk işaretlerini gerek Doç. Dr. Haluk Yavuzer'in önderliğinde üniversite bünyesinde, gerek Halk Eğitim, gerekse özel anababa okullarındaki kurslarda görüyoruz.
Bir düşünün, bir dolu gereksiz ezber yerine liselere anne babalıkdersleri konsa... Gençlerimiz nüfus planlamasının yanısıra, bilim adamlarının eserleri doğrultusunda insan yetiştirme konusunda bilgilendirilseler, akraba evlilikleri, AIDS gibi çeşitli hastalıklarve çok genç yaşta evliliğin sakıncaları konularında uyarılsalar... Vebu dersler ezber ve not kaygısı dışında tutularak, ilgili konularıntartışılarak öğrenildiği bir yer olsa... Şöyle bir sorun var. Diyelimsen babasın, ne yapardın? gibi sorun çözüm biçiminde bir düşünmeşekliyle gençlere işin özü kavratılsa...
Biliyor musunuz, aslında bu o kadar da hayal değil, çünkü gençlerimizböyle bir bilinçlenme gereğinin farkındalar. Bunu mektuplarındakiönerilerle dile getiriyorlar. Bilinçli ana babalığa şimdiden hazırlanır bir halleri var. Gördükleri yanlış uygulamalardan dersalıyorlar, soru soruyorlar, sürekli öğrenmek, yaşamın güzellikleriniçoğaltmak istiyorlar. Ve en önemlisi, Benim çocuğum olunca... diyerekbu çok, çok önemli konuda daha şimdiden düşünmeye başlamışlar bile. Nebüyük bir aşama!
Bakın bir gencimiz ne diyor.
:::::::::::::::::::
Çocuklarımız hakkımızda, bizim anne babalarımız hakkında düşündüğümüzgibi düşünmesinler...
İnsanoğlu gerçekten yeryüzündeki en değerli yaratık. Birözbenliği, kendine ait bilinci, düşünceleri, duyguları, gözlemlerive birçok canlının sahip olamadığı yetenekleri var ama bu muhteşem zekaküpü neden çok dar bir çerçeve içerisinde düşünüyor? Neden kafalarındakio küflenmiş demir kalıpları kırmıyor? Kuşaklar arasındaki küçücük birbağlantıyı akıl almaz köprülerle dara sokuyorlar?
Bizler genciz ve önümüzde yaşanacak bir dolu hayat var.Beklentilerimiz, düşlerimiz, umutlarımız, kaygılarımız var ve bizanne babalarıınızın desteğine muhtacız. Onlardan bize otuz, kırkyaşlarında astığı astık, kestiği kestik biri gibi değil; olabildiğinceyumuşak ve alçakgönüllü davranmalarını istiyoruz. En azındansizlerin tecrübeleri var, çünkü siz de genç oldunuz. Bizim kadariyi bilirsiniz ihtiyaçlarımızın, arzularımızın neler olduğunu! Peki!ama bu aksaklıklar neden doğuyor? Neden bir baba çocuğuna,'Doktor olacaksın yoksa hakkımı helal etmem,' diyebiliyor da,neden, Eğilimlerin hangi meslekle çakışıyorsa o mesleğe yönel,'diyemiyor. Ya da Şu saatte evde olacaksın. Beş dakika gecikirsenkafanı koparırım, diyebiliyor da, Senin sorumlulukların varçocuğum. Kendine sahip çıkacak yaştasın ama bize karşı dasorumlulukların var. Hangi saatte eve geleceğini bildir; eğer busaat uygunsa kabul ederiz, değilse başka bir yol deneriz, gibibir laf etmiyor...
Bizlerin derdi gördüğünüz gibi hiç bitmiyor, Sayın Ongun.Anne babalarımızın dünya kadar işi var. Bizim dertlerimizle miuğraşsınlar, kendi dertleriyle mi? (Annem hep böyle der.) Banagöre iş dönüp dolaşıp aile ve okul eğitimine geliyor. Düşünüyorum da,madem ki bizler ana babalarımızı bir parça da olsa yadırgıyoruz, yenibir yol deneyelim. Büyüyünce çocuklarımız bizim hakkımızda böyledüşünmesinler diye kendimize yön verip iyi bir anne ya da babaolacağımıza yeteri kadar inandığımızda bu işi yapalım. Zor değil ki!
NEDEN OLMASIN?
Saygılarımla
:::::::::::::::::::
Anlamak ve Öğrenmek İçin Dinleyelim
Bizden önceki kuşaklar ve biz mutluluk sözcüğünü hep öylesinekullanagelmişizdir. Gerçek anlamını, derinliğini anlamadan; hayatınözünü, yaşamın temel amacını anlatan bir sözcük olduğunun pekde farkına varmadan, kayaların üstünden hiçbir iz bırakmadan akansular misali kullanıp durmuşuzdur bu sözcüğü.
Oysa mutluluk da tıpkı cangüvenliği, özgürlük ve eşitlik gibi birinsanlık hakkıdır.
Evet, mutlu olmak bir haktır.
İşte gençlerimiz bunu istiyorlar.
Bu kadar önemli bir olgunun farkına vardıkları ve bu hakkı istedikleriiçin onlarla gurur duymalıyız.
Hayırlı evlat, tüm giriş sınavları şampiyonu, iyi bir iş sahibiolmanın da ötesinde bir şeyler olmak istiyorlar.
Mutlu ve değerli bir insan olmak istiyorlar.
Mutlu ve değerli...
Bu iki sözcük üstünde biz anne babalar çok ama çok düşünmeliyiz.
Peki, mutlu ve değerli derken acaba neyi anlatmak istiyorlar? Nedüşünüyorlar?
İzlenimlerimi şöyle sıralamak istiyorum:
Koşulsuz sevilen; böylelikle kendini seven ve bu sevgiyi başkalarıylapaylaşabilen,
Güvenilen, saygı gören; böylelikle kendine güven ve saygı duyan,bir değeri, bir saygınlığı olan,
Kendi kafasıyla düşünebilen böylece gerçek anlamda özgür olan,kendi özbenliğini bulabilmiş,
Evrensel ilkeler doğrultusunda düşünceleri ve davranışlarıyla tutarlıbir yaşam çizgisi yakalayabilmiş,
Mutluluğun en önemli öğelerinden biri olan insan ilişkilerini hoşgörü,saygı ve sevgiyle sürdürebilen,
Mutlu ve değerli bir insan olarak bu hayatı yaşamak istiyorlar.
Bu izlenimleri nasıl mı edindim?
Onları dinleyerek.
:::::::::::::::::::
Gençleri sevgiyle dinlemek üç kitap kazandırdı
Sadece düz bir çizgide anlatılanı değil, satır aralarında fısıldananlarda,konuşurken cümle aralarındaki küçük sessizliklerde, duraklamalarda;gözlerde yanıp sönen pırıltılarda da dinliyorum onları. Ve inanırmısınız, bunun sonucunda tam üç kitap yazdırdılar bana. Son üç kitabımbütünüyle onların istekleri, arayışları ve oluşturdukları tatlı baskı sonucu oluştu.
Bir Pırıltıdır Yaşamak onların hayatı daha incelmiş zevklerle örülü,daha neşeli, daha renkli yaşamak, kısaca çağdaş dünyanın sosyalyaşamda geliştirdiği güzellikler birikimini, yaşama kültürü de diyebileceğimiz birikimi öğrenme arzuları sonucu yazıldı. İstedikleriasla özenti ya da göstermelik davranış biçimleri değildi. Yaşama kültürüdoğrultusunda bir şeyler öğrenmek arzusundaydılar. Onları gerçektendinleyen biri isteklerinin bu doğrultuda olduğunu hemen anlayabilirdi.
Derken kavramları sorgulamaya başladılar. Bir şeyler değişiyorduve onlar artık yeni ufuklara, yeni doğrulara kanat çırpmak istiyorlardı. Kişiliklerini geliştirmek hakkında; yaşamın anlamı,amaçlar, hayaller, sevgi ve mutluluk hakkında da sorular sormayabaşladılar.
Ve... Bu Hayat Sizin yazıldı.
Sonra tüm bunları anne ve babalarıyla paylaşmak için benim annebabalara yönelik yazmamı ısrarla istediler. Bunun sonucunda da elinizde tuttuğunuz üçüncü kitap ortaya çıktı. Onları dinleyen biribu kitabın kuru bir yakınmalar dizisi olmadığını, tam tersine mutluluğu,güzellikleri ve temel doğruları çok sevdikleri anne babalarıyla paylaşmak istediklerini hemen kavrayabilecektir.
İşte rahatlıkla gençlerimizin eseri diyebileceğim son üç kitabımınöyküsü...
Çocuklarımızı dinleyelim.
Gençlerimizi dinleyelim.
Çünkü onlardan öğrenecek çok şey var!
:::::::::::::::::::
Yaşadıklarımın tersini yapacak, çocuklarıma sevgi, saygı,güven ve değer vereceğim
Ve yine okunacak, dinlenecek, üzerinde uzun uzun düşünülecekbir başka mektup.
Biz yıllar önce köyden ilçeye taşındık. Ağabeylerim okulauyum sağlayamadıkları için ticarete atıldılar. Ben ilkokulu pekiyiylebitirdim. Benim alışamadığım kent kültürüydü. Ortaokuldabiraz daha geliştim. Artık diğer insanlara uyum sağlayabiliyordum. Çok daçalışkandım, öğretmenimin gözbebeğiydim. İdealim hukukçu olmaktı. Ortasona geldiğimde annem ciddi bir hastalığa yakalandı. Bu yüzden o yılsınavlara giremedim. Liseye başladığım günlerde annemi kaybettim.Rahmetli annemin en büyük isteği okuyup avukat olmamdı. Evin tek kızıolduğum için bir yandan eve bakıyor, bir yandan okula gidiyordum. Evişleri malum... Telefon tarifiyle yemek yapmasını öğrendim. Geceyarılarına kadar çamaşır yıkıyordum. Küçük kardeşimi okula benhazırlar, gönderirdim. Ağabeylerimle babama da ben bakıyordum.Üniversite sınavlarına bir yıl kala babam evlendi. Üveyannemle pek anlaşamadık. Babamın bazı davranışları beni çoküzdüğü için bunalıma girdim. Sınavda öğretmenliği az bir puanlakaçırdım. Ailevi sorunlar nedeniyle sınava bir daha girmedim.Ama daha sonra Tansu Çiller'in çıkardığı yasadan yararlanarakbaşvurdum ve sigorta bölümünü kazandım. Şimdi hem okuyor,hem de bankada çalışıyorum. Bir yandan da okuyarak kültürümügeliştirmeye çalışıyorum.
Beni en çok üzen babamın beni anlamaması, düşüncelerime saygıduymaması, üvey annemin beni üzen davranışlarda bulunması...Bunların da ötesinde annemin ölümünden sonra babamın bizleresahip çıkmaması... Maddi açıdan demiyorum, manevi yönden... SEVGİ,SEVGİ. İşte bunu istiyorum ve bunu tamamlayan SAYGl... Ben onasaygı duyuyorsam, onun da bana saygı duyması gerek. Beni düşündürendiğer bir konu da, bugün babam bana ve diğer kardeşlerime haksızdavranıyor, bizlere anlayış göstermiyor; acaba yarın ben de anneolduğumda böyle mi olacağım? Ama sanmıyorum, tam tersine buyaşadıklarımı, edindiğim tecrübeleri ileride en iyi şekildekullanacağıma inanıyorum.
Ben diyorum ki, anne babalar çocuk psikolojisini iyi bilmeliler.Özellikle anne baba adayı olanlar bu işe bilinçli girmeliler.Onları yetiştirirken onlara güven duymalılar. Çocuklarına saygıduymasını, onlara değer vermesini bilmeliler. Onlara en büyükgüzelliği, SEVGİ'yi aşılamalılar! Sevgisiz bir ortamda yaşamakçocuğu bunalıma itecektir. Bu nedenle fazla şeye gerek yok, sevgiyeyer versinler yeter.
:::::::::::::::::::
Kelebeklere Özgürlük Yakışır
Aldığım mektupların tümünde beliren güçlü ve açık iki mesaj var.Bunları hemen belirtmek istiyorum.
Birincisi anne ve babalarını çok ama çok sevdikleri. Bunu tartışmagötürmeyecek biçimde belirtmişler mektuplarında.
İkincisiyse, bizimle onlar arasında çatışma değil farklılıklarolduğu. Eleştirilerinde, farklı dünya görüşü, farklı beklentiler vedavranış biçimleri isteği çıkıyor ortaya. Bu nedenle, yazılanları sadece yakınmalar ya da olumsuz eleştiriler olarak değil, yine onların deyişiyle yeni ufuklara, yeni doğrulara yönelmek amacıyla yapılmış çağrılarolarak görmemiz gerek.
Sözümüze devam etmeden önce taşları yerli yerine koymak açısından birnoktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Şu aşamada gençlerimizinbizleri, bizlerin de kendi anne babalarımızı suçlamamız biraz işinkolayına kaçmak oluyor. Çünkü herkes en iyiyi kendisinin bildiğini iddia ediyor ve uyguluyor. Bir de bu en iyi çok değişken bir en iyi! Okulda öğretmenin dediği bir tür iyi, evde ailenin uyguladığı tamamenbaşka tür olunca ve hepimiz de en iyiyi kendimizin bildiğini iddia edince zavallı gençlerimizin kafası iyice karışıyor. (Hoş bizimkafalarımızın da pek düzenli olduğu söylenemez ya...)
Bu zıtlıkları toplumumuzun pek çok kesiminde görmek mümkün.Bakıyorsunuz bir yerde hala çağdışı düşünceler uygulanıyor, öte yandanmodernlikte Batı'yı sollamışız. Derken bir gün bir Türkün dünyaçapında başarısını okuyup mutlu oluyor ve İşte uluslararası platformdabiz de varız, diye gururlanıyoruz.
:::::::::::::::::::
Hem ileriyiz, hem geri. Peki, biz neden böyleyiz?
İşte tüm bu iniş çıkışlar çocuklarımızla olan ilişkilerimizi dezedeliyor. Nerede izin vereceğiz, nerede vermeyeceğiz, bilemiyoruz. Tek bir doğru yok. Bizim doğrularımız başka, gençlerimizinki başka; hatta budoğrular kentten kente bile değişiyor. Şu kentte şuna izin var, bu kentte aynı şey düşünülemez bile. Ve işte bu da gençlerimizi çok ama çokbunaltıyor. Onlar net, açık ve çifte standart uygulanmayan doğrular istiyorlar.
Acaba neden bir türlü doğru dürüst bir çizgi tutturamıyoruz?
Elbette kuşak farklılıkları yaşanıyor ama böyle olması bir yerde toplumunilerlemesi açısından doğal, hatta gerekli. Çünkü her kuşak kendindenöncekinden farklı ve yeni şeyler isteyecek ki, evrimselgelişme sürebilsin. Bu, farklı oluşun yapıcı yanı. Yıpratıcı yanıysatoplumsal gelişme çizgisinde bize özgü zigzagların yaşanması. Bunun nedenide bir zihniyetten bambaşka bir dünya görüşü ve düşünce yapısına geçişsürecini henüz tamamlayamamış olmamızdan kaynaklanıyor. Bizim,gençlerimizle aramızdaki sorunların kaynağını büyük ölçüde bu değişim,daha doğrusu değişim sancıları oluşturuyor.
Düşünün ki, daha yetmiş yıl öncesine kadar biz kadınlar peçe takıyorduk,okuma yazma bilmemiz yasaktı, tepeden tırnağa kapalıydık. Kelimenin tamanlamıyla ikinci sınıf vatandaş olan, eğitilmeyen, tabii kendi eğitilmediğiiçin de kendisi gibi cahil insanlar yetiştiren kadınlar ve analardık.
Yüzyıllar boyu din ağırlıklı, kul yetiştiren bir toplumun üyeleri olarakyaşadık kadınımız, erkeğimizle. Toplumda hep büyüklerimiz bizden dahaiyi bilir; evde evin büyüğü daha iyi bilir, diyerek en ufak birdüşünce üretmeden, düşünmenin ne olduğunu bile bilmeden, gelenekselotoriter kültürün emrettiği kurallara uyarak yaşadık. Geçmişimizingurur duyacağımız çok güzet yanları var ama bu da onun sosyal yanı.Bu konuyu da iyisiyle kötüsüyle görmemiz gerek. Gerçekleri gözardıedemeyiz.
Derken Atatürk ve devrimleri ışık gibi doğdu toplumumuzun üstüne.Atatürk akılcı, çağdaş, laik ve özgürlükçü bir anlayışı yerleştirmeyeçalıştı. Cumhuriyeti kurarak insanların kendi kendilerini yönetmeleriniyani düşünmeye başlamalarını sağladı. Kadını o karanlık peçenin altındançekip çıkardı ve milletin anası olabilsin diye eşitliğine veeğitimine büyük önem verdi. Bilime, sanata, eğitimin her türüne destekvererek devrimler geliştirdi. Kısaca toparlamak gerekirse, bizi bir dünyadan alıp bambaşka bir dünyaya yerleştirdi.
Şimdi bu böyle olunca, bizler kafamız, yüreğimiz ve mantığımızlabu yeni özgürlükçü, çağdaş ve akılcı anlayış doğrultusunda yaşamakve gençlerimizin de böyle eğitilmelerini istiyoruz. Gençlerimizin okullarda kız erkek birlikte okumaları bizi asla rahatsız etmiyor.İşte bu bize Atatürk'ün armağanı.
Ama... gencimiz bu çizginin dışında, sosyal yaşamda bir şeyleryapmak isteyince, o yüzyıllar boyu iliklerimize işlemiş geleneksel otoriter anlayış depreşiyor, alışkanlıklarımızın kolaylığına sığınıp,Hayır, diyoruz en okkalı sesimizle.
İşte bizim ikilemimiz! Yüzyılların alışkanlığının yanısıra beynimizingerisine yerleşmiş olan ve düşünmeden kabullendiğimiz bazı yazısızkuralların tortusuna karşılık, Atatürk'ün bu topluma layık gördüğü akılcı,çağdaş, özgürlükçü düşünce ve davranış biçimi. Çağdaş düşünce biçimiülkemizde tam anlamıyla henüz oturmadığından, kimi yerde dahaçok özümlenmiş, kimi yerde daha az özümlenmiş olduğundan, bizlerbir saatin sarkacı gibi bir o yana, bir bu yana gidip duruyoruz ve işte bu durum da gençlerimizi rahatsız ediyor.
Taşları yerli yerine koyalım derken, bizim gençlerimizle sorunlarımızçağdaş ülkelerdeki gibi sadece kuşak çatışmasından kaynaklanmıyor, öncebunun farkına varalım, demek istiyorum. Bizim anlaşamama nedenlerimiz çokdaha derinlere gidiyor. Taban tabana zıt bir dünya görüşünden diğerinegeçişin sancılarını yaşıyoruz. Gençler Atatürk'ün bizleri layık gördüğüdemokratik modele daha yakın olduklarından, ilerleme yolunda gençlerimizleana babaları arasında sırf bu yüzden kaynaklanan yakınmalar ve çatışmalarolacaktır.
İşin özünü görelim ve eleştirilerin büyük bölümünün aslında bu türbir toplumsal değişme ve gelişme sancısından kaynaklandığının farkınavaralım. Bunun üzücü değil, tam tersine sevindirici ve heyecan vericiolduğunu bilelim.
:::::::::::::::::::
Gençlerimizi özgür bırakacak kadar çok sevelim
Bir koza düşünün. İçindeki kelebek tüm güzelliğiyle o kozanın içindeuyumakta. Ve, gün geliyor kelebek kabuğunu zorlamaya başlıyor.Bir mücadeledir gidiyor. Acaba kabuğunu kırmaya çalışırken kendini, onarin kanatlarını incitecek mi, yoksa yarasız beresiz bu dönemi atlatacak mı? Ve bizler heyecan içinde bir beklemeye giriyoruz. Sanki ikinci bir doğum olayı yaşanıyor. Bu kez bir kişiliğin doğum sancılarınatanık oluyoruz.
Derken bir gün kabuk deliniyor, kelebek yavaşça o delikten sıyrılıyor.Baktıkça insanı hayretlere düşüren desen ve renklerle bezeli kanatlarınıgerinircesine açıyor. Tüm ihtişamı, tüm zarafetiyle karşımızdadırartık o. Bir an olduğu yerde titreyerek duruyor başarısını kutlarmışcasına;sonra kanatlarını dalgalandırarak neşeli iniş çıkışlarla uzaklaşıyor.
İşte ben gençlerimizi böyle görüyorum.
Kelebekler gibi her biri ayrı ayrı güzellikte, ayrı ayrı renklerde;narin ama güçlü. Kabuğu kırmak, özgürlüklerine doğru uçmak istiyorlar.Bizlerse bu evreyi yüreğimiz çarparak izliyoruz. Kimimiz, Hiç çıkmasın okabuktan; dünya çok tehlikeli bir yer, diyor.
Kimimiz ellerini ovuşturarak, Aman aman, dikkat, diye inildeyipduruyor. (Ben galiba bu sınıfa dahilim.)
Kimimiz de, O bilemez, dur onun yerine ben yapayım, diye kozadançıkmaya çalışan kelebeği kanadından tutup çekmeye kalkıyor. Vekelebeğin narin kanatları, bu iyi niyetli çekiştirmeler sonucunda zedeleniyor, bazen de eziliyor. Böylece o güzel kelebeğimiz kendi kanatlarıyla hiçbir zaman uçamıyor.
Kelebeklere özgürlük yakışır.
Onları eğitelim, destekleyelim.
Ve onları özgürce, kendi kanatlarıyla uçarak bizden uzaklaşmalarınaizin verecek kadar çok sevelim.
Ve işte gerek özel yaşamında, gerekse meslek seçiminde kanatlarıaz da olsa örselenmiş bir kelebek. Ama dedim ya, onlar narin vegüçlüdürler. Bir yerden bir destek alınca kanatlarını hemendalgalandırmaya başlamış bile.
:::::::::::::::::::
Meslek seçiminde bazen sırf anne babamızın güvenini yitirmemek içinyanlış adım atıyoruz
Şu anda hemşirelik üçüncü sınıfta okuyorum. Hemşirelikinsanları sevmeyi ve onlara yardım etmeyi gerektiren bir meslek.Ben insanları seviyorum, insanlara yardım etmeyi çok çok seviyorum.Ama hemşirelik yapmak istemiyorum. Bu yazdıkarım birbiriyle ters,biliyorum. Hemşirelik yapmak istemememin iki nedeni var. Birincisi,hemşireliğin bu toplumda saygınlığı yok. İkincisi, ben bu mesleğibilinçli olarak, isteklerim ve yeteneklerim doğrultusunda seçmedim,öylesine yazdım. Ve kazandığımı gazetede okuduğumda, kendi kendime şusoruyu sorduğumu hatırlıyorum: Hemşire ne yapar? Dört yıl boyunca bizene öğretecekler?
Çok acıdır, toplumumuzda pek çok kişi hemşirenin ne yaptığını bilmez.Hemşire deyince ilk akla gelen iğne yapmak oluyor. Oysa hemşire hastasınakronik hastalıklar hakkında bilgi veriyor, hastasının hastalığına bağlıkompikasyonları önlemek için önlem alıyor. Hastaya, günlük yaşamfaaliyetlerinde yapamadıkları olduğunda, yardımcı oluyor. Psikolojikdestek veriyor. Bütün bunların karşılığında ne alıyor? Sadece ve sadecemaaş. Bu da bana yetmiyor, ben manevi doyum istiyorum. Bakım verdiğiminsanlar hemşireyi ne sayıyorlar, ne de seviyorlar. Bu çok acı. İnsanınbütün çalışma isteğini kırıyor. İşte bu nedenle hemşirelik yapmayısevmiyorum. Oysa ekonomik bağımsızlığımı kazanmak ve ailemin omuzlarındankendi yükümü kaldırmak zorundayım, onun için de bu mesleği sürdüreceğim.
Keşke kitaplarınızı lise yıllarımda okumuş olsaydım. Kimbilir belki şimdiolduğumdan daha mutlu olabilirdim. Ben ne istiyorum? Yeteneklerim hangiyönde?' diyebilseydim, eminim şimdikinden daha farklı bir yerde olurdum.Bu sorunu sadece ben yaşamıyorum. Üniversitede okuyan pek çok arkadaşım,özellikle de bizim bölümdeki arkadaşlarım ilgileri ve yetenekleri başkayönde olduğu halde istemedikleri bölümlerde okuyorlar.
Buradan sizin aracılığınızla anne ve babalara seslenmek istiyorum.Sevgili anne ve babalarımız, lütfen ama lütfen çocuklarınızıyönlendirirken onların ilgi duydukları konuları da gözönüne alın velütfen onların içindeki cevheri görün ve bu yeteneği geliştirmeleriiçin onlara yardım edin. Desteğinizi esirgemeyin ve onlara güvendiğiniziaçıkça gösterin. Bir çocuğu ve genci en çok yıkan şey anne ve babasınıngüvenini yitirmektir. Bazen sırf onların güvenini kaybetmeyelim diyeyanlış adımlar atıyoruz. Ve bu yanlış adımlarla geldiğimiz yerde kendiiçimizde eriyip gidiyoruz.
Annemin beğendiği gibi çok uslu, çok sessiz olmak hiç de iyi değilmiş
Anne ve babalar sadece meslek seçimi konusunda değil pek çok konudaçocuklarını çıkmaza ittiklerinin farkında değiller. Ben içine kapanıkbir insanım. Bunun nedeni yetiştirilişimden kaynaklanıyor. Bunu aşmaya,dışa dönük bir insan olmaya çalışıyorum, çünkü içe dönük insanlar en çokkırılan, en çok acı çeken ve en mutsuz grubu oluşturuyorlar. Ben bunukendimden ve arkadaşlarımdan biliyorum. Ama insanın kendini değiştirmesiçok zor.
Hatırlıyorum da, annem, Benim kızım büyüklerin lafına hiç karışmaz.Çok akıllı, çok uslu, çok sessiz,' derdi. Ben de annemin sözünüdoğrulayarak ekstra kredi almak için sakin sessiz, suspus otururdum,sanki sağır dilsizmişim gibi. Oysa şimdi düşünüyorum da o kadar suspusolmak hiç de iyi değilmiş. Şimdi bir toplum içinde konuşurken öylezorlanıyorum ki anlatamam. Dinleyici olmaya öyle alışmışım ki, konuşmakbana çok ürkütücü geliyor. Bir grupta herkes konuşup ben dinlerken biribana bir şey sorduğunda sanki sesim kuyulardaymış da çıkaramayacakmışımgibi geliyor. O an öyle ürküyorum ki, duygularımı, düşüncelerimi dilegetiremiyorum.
Üniversiteye ilk geldiğim yıl herkes bana saf gözüyle bakıyordu.Arkadaşlarım bana hiçbir şey bilmiyormuşum gibi davranıyorlardı.Oysa ben de onların bildiği kadarını biliyordum, belki de dahafazlasını ama dile getiremiyordum. Konuşma yeteneğim yoktu. Yıllarcabastırılmış bir şeyi geliştirmek çok zor.
Üniversitede bir öğretmenim bana, Senin potansiyelin var, hem defazlasıyla ama bunu gösteremiyorsun ve kendine güvenin yok,' dedi.
Bunun ben de farkındayım ama bunu aşmak için ne yapmam gerektiğinibilmiyorum,' dedim.
Sana tavsiyem her çeşit kitap, gazete, dergi; ne bulursanoku ve bir toplulukta konuşurken sesini biraz yükselt,' dedi. (Benoldukça kısık sesle konuşuyordum.)
Hocamızın dediklerini yapmaya çalışıyorum. Ve bana yol gösteren buhocama gerçekten teşekkür borçluyum. Şimdi kendime soruyorum. Benimleyıllardır yaşayan ailem bu içime kapanıklığımı nasıl oluyor da görmüyor?Ya da görüyorsa neden yardımcı olmuyor? Beni çok kısa sürede kalabalıköğrenci grubu içinde tanıyan öğretmenim kadar nasıl oluyor datanıyamıyorlar?'
Sevgili anne babalar lütfen çocuklarınızı tanıyın. Lütfen onlarıanlayın. Lütfen onlara yol gösterin. Sorunlarıyla başbaşa bırakmayın,onlara destek olun.
:::::::::::::::::::
Sudaki Halkalar
Ne demiştik, gençlerimiz mutlu ve değerli insanlar olarak yaşamakistiyorlar. Aslında bu, gerçekleşmesi en zor ve en zaman alıcı bir istek. Ama bir de sonuç elde edildi mi, işte o zaman dünyaya gelmişolmanın, insan olmanın anlamı bulunmuş ve insanlık amacına ulaşılmışolacak. Ve bu da her türlü çabaya, ne kadar zor olursa olsun, değer!
Mutlu ve değerli bir insan olabilmek için önce gençlik günlerininmutlu ve değerli bir genç olarak yaşanmış olması gerek.
Mutlu ve değerli bir genç olarak ortaya çıkabilmek içinse, çocuklukgünlerinin mutlu ve değer verilen bir çocuk olarak yaşanmış olmasıgerek.
Mutlu ve değerli bir birey olma aşamaları suya atılan bir taşınoluşturduğu küçükten büyüğe giden halkalar gibi gelişiyor. Özlemi duyulanmutlu ve değerli insanı gerçekleştirme çabası insan yavrusunun doğduğuandan başlıyor ve sudaki halkalar gibi evre evre genişleyerek hedefevarıyor.
Mutlu bir insanı oluşturacak olan öğeleri sıralamak gerekirse...önce yaradılış geliyor. Her bebek bazı temel özelliklerle doğuyor.Kimi bebek doğduğu andan başlayarak daha neşeli, daha çabuk tepkiveren, hareketli, canlı oluyor. Bu bebeklere kolay bebekler deniyor.Bir de daha suskun, daha çabuk ağlayan, geç tepki veren, pek de keyifli olmayan bebekler var. Onlara da zor bebekler deniyor. Anne babalar da ilgili; sevgi veren; ilgisiz ve sevgisini esirgeyen olarak ikiye ayrılınca ortaya ilginç sonuçlar çıkıyor.
Yapılan araştırmalarda kolay bebeklerle, ilgili ana babaların çokgüzel bir gelişme gösterdikleri ortaya çıkmış. Zor bebeklerle, ilgili anne babaların sorunları olmuş ama yarattıkları sevgi ve ilgi ortamında bebeklerini olumluluğa doğru çekebildikleri saptanmış. Buna karşılık kolaybebeklerle, ilgisiz anne babaların vardığı sonuç; zor bebeklerle, ilgili anne babaların sonuçlarıyla kıyaslanınca, kötü. Olumsuzluk ağırbasıyor. Böylece ilgi ve sevginin çoğu kez yaradılışa bile egemen olabileceğini görüyoruz. Burada bir parantez açmak istiyorum. Sevgi ve ilginin etkisini sadece insanlarda değil, hayvanlarda da görmek mümkün.Kendi köpeklerimizle yaşadığımız birkaç olay sevginin her tür canlı için nedenli önemli olduğunu gösterdi bize.
Arkadaşımız, köpeğimizin yavrularından birini ısrarla istiyordu;sonunda verdik. İyi huylu bir av köpeğiydi. Dostumuzun evinde gerektiği gibi bakılıyordu, kendilerince. Yemeği, suyu veriliyor, avagötürülüyordu ama... sevgi ve ilgi görmüyordu. Ne köpeği alan dostumuz, nede ailesi onu okşamıyor, onunla oynamıyordu. Üstüne üstlük mahalleninçocukları akıllarına estikçe onu taşlıyorlarmış. Bir süre sonra köpekhakkında yakınmalar başladı. Geleni geçeni ısırıyor, etrafa zarar veriyormuş. Gördüğü sevgisizlik onu hırçın ve kötü huylu bir köpek yapmıştı.Köpeği oradan alıp, hayvarı seven bir başka dosta verdik. Sonuçta birhayvan, diye nitelenen bu canlı sevgisizliğe dayanamamış, isyan etmişti.
Bir başka örnek de kendi evimizden. Bizim köpeklerimiz evdedeğil bahçede kalırlar, onlara bahçeci bakar. Hayvanları çok seveneşimse her gün bahçeye gider, onlarla oynar, onları sever, okşar,egzersiz yaptırır ve eğitir. Şimdi hep denir ki, köpek ona yemek vereni sever, ona bağlanır. Oysa yemeğini veren bahçeci yanından geçipgider, köpek aldırmaz bile (çünkü bahçeci de ona aldırmaz, sadecegörevini yapar) ama eşimin arabasının sesini duyduğu an hoplayıpzıplamaya, havlamaya, keyifle kuyruğunu sallamaya başlar. Bizleri şöylebir selamlar ama eşimi görünce çılgına döner. Peki neden bunca tezahürat?Yemeğini veren ve bütün gün birlikte olduğu kişinin bir başkasıolmasına karşın, ona gerçek anlamda sevgi ve ilgi gösteren kişi eşimde ondan. Ve işte, alt tarafı bir hayvan, denilen o canlı bu farkı anlıyor, biliyor ve kendisine sevgiyle yaklaşana, o da sevgiyle cevap veriyor.
Evet, yine bebeklerimize dönelim. Zor bebekler ve ilgisiz anababalara gelince, söylemeye ne hacet, en sorunlu kesim. Pek çok suçlunun bu gruptan çıktığı gözönüne alınırsa, bu gruba yüksek riskliçocuklar denmesine şaşmamalı.
Böylece yaradılış halkasının içinden geçerek geliyoruz asıl önemlihalkaya; çocuğun içinde büyüdüğü ortama yani aileye.
:::::::::::::::::::
Sevgi-Güven= Özgüven
Bir insanın yetişmesindeki en önemli etken, aile. Uzmanlar çocuğunyaşamındaki temel taşların yerli yerine oturması açısından ilk altıyılın çok önemli olduğu konusunda birleşiyorlar. Bebek doğduğu gündenbaşlayarak koşulsuz sevildiğini ve güvende olduğunu duyumsarsa,mutluluğa doğrıı ilk adımını attı demektir.
Kişinin huzurlu, kendiyle barışık, dünyayla barışık, etrafındakileresevgi verebilen bir yapıda olabilmesi için önce kendini sevebilmesigerek. Ben bunu bir sevgi pınarına benzetiyorum. Eğer o pınarın dibinde su yani sevgi yoksa verecek hiçbir şeyi yok demektir. Olmayan bir şey verilemez ki... Eğer dibinde su varsa, bu su zamanla pınarın kendi çukurunu dolduracak, sonra taşıp etrafındaki çiçekleri, kırları sulayabilecektir, tıpkı kendini seven insanın ailesine, dostlarına vetüm insanlara sevgisini verebilmesi gibi.
Sevgi pınarına ilk suyu verense, annedir. Bebeğiyle göz gözebakışması, onunla konuşması, onu kucaklayıp öpmesi, sarılması bebeğinsevgiyle tanışmasını ve kendisini, demek ki ben sevilecek birvarlığım, şeklinde algılamasını sağlıyor. Bebeğin ilk günlerinde veaylarında hem anne hem baba ona dokıanarak, onunla konuşarak ve gözlerininiçine bakarak sevgi ve sıcaklıklarını aktarırlarsa, onun sevilmeye layıkbir varlık olduğu mesajını vererek mutlu ve olumlu bir kişiliğin ilk temel taşını yerli yerine koymuş olurlar.
Aslında bebekler çok haklı! Kendinizi bir an onların yerine koyupdüşünün. Hiç bilmediğiniz bir yerde, tanımadığınız insanlar arasındabuluveriyorsunuz kendinizi. Sizi istiyorlar mı, istemiyorlar mı, bir fikriniz yok. Üstelik her bakımdan onlara bağımlısınız. Kuşkuduymaz mısınız, korkmaz mısınız? Hani bebekler ara ara hiçbir fizikselneden yokken vızıldanırlar ya, bunun nedeni kendi dillerinde, Bugünsuratın asık. Yoksa beni sevmiyor musun; beni istemiyor musun? anlamınagelen kuşku dolu, sevgi içerikli sorularmış. Ve bu noktada bizim yapmamız gereken hemen ve inandırıcı biçimde bebeğimize dokunarak, konuşarak,okşayarak, gözlerinin içine bakarak onun sorularını olumlu biçimdeyanıtlamak olmalıymış.
İşte bu nedenle bebeğimizi sevdiğimizi kendimizin bilmesi yeterliolmuyor; önemli olan bunu ona hissettirmemiz, bildirmemiz. Bebeğimizinkendini seven, başkalarını seven mutlu bir insan olabilmesi için osevgi pınarının ilk suyunu her anlamda ve her biçimde bol bol vermemizgerek.
Sevgi kadar önemli ikinci temel taşsa, onun bizlere güvenmesinisağlayabilmek. Bu da yine ilk aylarda, yıllarda ağladığı zaman yanındaolmak, karnı acıkınca doyurmak, temiz tutmak kısaca her türlü bakımınısevgiyle yerine getirmekle oluyor. Bakımını kusursuz biçimdegerçekleştirebiliriz, tertemiz, çiçek gibi bir bebeğimiz olabilir amabunu sinirli, öfkeli davranışlarla ve söylenerek yapıyorsak asla güvenini kazanamayız.
Bebek bakmak kolay değil. İnsanın uykusuz ve yorgun olduğu zamanlarçoğunlukta. Bebeğin gereksinimlerini söylene söylene yaparak kendimizibir parça ferahlatabiliriz. Ve, sonuçta el kadar bebe; altınıtemiz tutup, karnını doyuruyorum ya, azıcık söylenmişsem ne anlayacak,diye düşünebiliriz. Oysa bebekler pek çok şeyi bal gibi anlarlar,çünkü onların duyuları güçlüdür. Annelerinin sinirli olduğunu telaşlıolduğunu ya da bir şeylerin ters gittiğini hemen hissederler.
Kızım bebekken, akşam yemeğine arkadaşlarımızı davet ettiğimizde, beno gün sabahtan akşama kadar evin bir yanından öbür yanına telaş içindekoşturur dururdum. Evi temizler, yemekleri yapar, sonra da büyük birolasılıkla gayet gergin bir biçimde kızımı yedirip hemen uyuması içiniçimden dualar ederdim. Ama... o her zaman tam vaktinde melekler gibiuyuyan kızım, her ne oluyorsa, cadılar gibi huysuzlanmaya başlar, birtürlü uyumak bilmezdi. Haydi, bu sefer bizde bir telaş... Acaba hastamı? Derece koymalar, orasını burasını yoklamalar. Acaba altını mııslattı? Acaba çengelli iğne mi battı?
Sonunda hasta olmadığı ve bizim bu yoğun ilgimizden de fevkaladememnun kaldığı dişsiz ağzıyla gülücükler dağıtması şeklinde ortayaçıkardı. Bir süre sonra hafifçe kapanmaya başlayan gözkapaklarınaaldanıp, sanki bir saatli bombaymışcasına onu yavaşça, çoook yavaşçayatağına koyardık ve... anında konser başlardı. Bu her davette böyleyinelendikçe kızımızın davetlerimizi sabote etmekte neden bunca kararlı olduğunu kendimize sorar olmuştuk.
Oysa el kadar bebe dediğimiz varlık annenin telaşını ve kendisinibir an önce yatırmak için sabırsızlandığını hissederek kuşkularakapılıyordu. Acaba istenmiyor, sevilmiyor muyum, diye korkup sorularsoruyor, kendince tepkisini dile getiriyordu. Ve tabii, bütün bunları benancak şimdi çözmüş ve öğrenmiş durumdayım!
Bakımını yaparken hem anne, hem baba olabildiğince sabırlı,sakin, sevecen ve tutarlı olmalı. O sizin neden sinirli olduğunuzu bilemez, sadece sizin ona sinirli davrandığınızı algılar.
Onun, Zavallı kadın, bugün konuklarımı ağırlayacağım diye canıçıktı. Bir de kaynanası yaptığı böreği beğenmeyince iyice sinirleri oynadı.Eh, bütün bunların üstüne benim temiz mama önlüğüme şeftalili bisküviyitükürmem, doğal olarak onu çıldırttı ve başladı bağırmaya. Olurböyle şeyler... diye düşünmesini bekleyemezsiniz herhalde. Bebeğinizinbütün gün olup bitenden haberi olmadığından, sadece annesininona bağırmasıyla ya da sert bir davranışıyla durumu ölçüp, benistenmiyorum, sevilmiyorum herhalde, şeklinde algılayacaktır konumunu.
Tabii burada tüm anne babaların birer sabır abidesi olmaları beklenmiyor.Ama hayatın en birinci gününden başlayarak sevgi ve güven vermenin yaşamsalönemini bilirlerse; istemeden de olsa bu tür bir olay yaşandığında enazından yanlış mesajları düzeltme, bir biçimde gönlünü alıp dengeleriyeniden kurma çabası içine gireceklerdir. Sevgiyle, özenli ve tutarlı birbiçimde bakılan bebek anne ve babasına güvenmeye başlar. Sevgi ve güvenduyma bebeğimizin kendini seven, kendine güvenen bir kişiliğe doğru biradım daha atmasını sağlar. Özgüvenin ilk tohumları ekilmektedir. Mutlu birinsanın hayatını üstüne kuracağı en önemli temel taşlardır bunlar.
İlk günden başlayarak anne babası tarafından sevildiğini duyumsamak...
İlk günden başlayarak anne ve babasına ve onların sevgisine güvenmek...
Ve bu duyguların doğal sonucu olarak yavaş yavaş gelişmeye başlayan vebir insanın mutlu ya da mutsuz olmasındaki o büyük etken özgüven duygusunakavuşmak...
Sevgi-güven= özgüven.
Yetiştirmekte olduğumuz insanın mutluluğu ve niteliği açısındandüşünürsek, bu sözcüklerin altını bin kez de çizsek azdır.
:::::::::::::::::::
Disiplinin sevgiyle dengelenmesi
En doğal, en kendiliğinden gelen duygu diye bildiğimiz sevgi konusundabüyük bir sorunumuz var oysa. Gençlerden gelen mektuplarda onlara olansevgimizi yeterince ortaya koymamış olduğumuz sonucu ortaya çıkıyor.Bizler çocuklarımızı çok ama pek çok seviyoruz, nitekim onlar da bunuhissediyorlar. Ama bu sevgiyi onlara verme konusunda pek de bilgiliolmadığımızdan, tam olarak doyuma ulaşmış değiller. Hissettikleri ya datahmin ettikleri bu sevgiyi daha somut olarak, sözlerdeve davranışlarda da yaşamak istiyorlar. Az önce bebekler konusundaverdiğim örnek gibi, onları sevdiğimizi bizim bilmemiz yetmez. Bu sevgiyi onlara da bildirmemi.a, sırasında davranışlarımız ve sözlerimizleaçık açık anlatmamız gerek.
Burada Bu Hayat Sizin adlı kitabımdan bir alıntı yapmak istiyorum.Aslında gençler için yazılmış bir bölüm ama biz ana babaların duygularınıve açmazlarını da dile getirdiği için bir kez de burada yinelemekistiyorum.
Çocuklarımız için canımızı veriyor da, gerekli sevgiyi göstermesinibilmiyoruz.
Gerçekten sevgisiz ve kötü bir ortamda büyüyenlerin sayısı aslındapek fazla sayılmaz. Gönül bu sayının sıfır olmasını diliyor.
Öte yandan büyük çoğunluğu oluşturan bir grup var ki, gerçekanlamda sevgisiz bir oıtamda yaşıyor olmamasına karşın, yine desevgisizlikten yakınıyor.
Neden?
Çünkü bizler sevmesini bilmiyoruz.
Çocuklarımızı seviyoruz ama bu sevgiyi çocuğumuza ulaştırmasınıbeceremiyoruz. Bu sevgiyi göstermesini bilmiyoruz. Bu sevgiyi iletemiyoruz.
Kimimiz iyi terbiye olsun diye, kimimiz çocuk disiplinle yetişirsegüçlü olur diye, kimimiz aman şımarmasın diye yapıyoruz bunu. Kimimizde nasıl olsa çocuktur, anlamaz, diye kendi uğraşlarımızı,eğlencelerimizi, ahbaplarımızı ön plana alarak, çocuğumuzdan ilgimiziesirgiyoruz.
Sonuçta hepsine dikkatlice baktığınızda ortak paydayı buluyorsunuz.
Bilgisizlik.
Çocuk yetiştirme, çocuk ruhu, çocuk psikolojisi hakkında bilgisizlik.
Sevgisizlik değil, bilgisizlik.
Çünkü çocuğumuz için canımızı veririz, gerçekten de veririz amayetiştirirken gerekli sevgiyi veremiyoruz. Canımızı verebiliyor amagerekli sevgiyi veremiyoruz. Ne ilginç, değil mi?
Sonra, sizler büyüyüp evden uçtuktan sonra, boş odalarınızdagezinirken, keşke... onlar yanımızdayken daha çok öpüp koklasaydım.Keşke... onlarla daha çok şakalaşıp, gülüşseydim. Keşke... disiplinsağlayacağım diye bu kadar katı olmasaydım. Değer miydi? Aynı disiplinidaha yumuşak bir biçimde sağlayamaz mıydım? Keşke... çocuklarımla'arkadaş' olabilseydim, diye düşünürüz bizler.
Burnumuzun direği sızlar, gözlerimiz dolar ve hemen o boş odanınkapısını çekip, oradan uzaklaşırız. Çünkü o anda, birlikte yaşadığımız oçocukluk günlerinin geri gelmeyeceğini farkederken, bilgisizliğimizin bedelini ödüyoruzdur.
Peki ne yapmak gerek?
Aslında çok basit. Çocuğumuzu nasıl seveceğimizi, daha doğrusubu sevgiyi ona nasıl iletmemiz gerektiğini öğreneceğiz. Bu konuda okuduğum şahane bir kitap bana bir ufuk açtı sanki. Dr. Ross Campbelltarafından yazılıp, Meral Gaspıralı'nın Türkçeleştirdiği ve Altın KitaplarYayınevi tarafından yayınlanan bu kitabın adı, Çocuk Sevgiyle Büyür.Dr. Campbell bu kitabında çocuklarımızı koşulsuz sevgiyle sevmemizgerektiğinin yanısıra nasıl seveceğimizi de anlatıyor.
Koşulsuz sevgi konusunda sanırım her şeyden önce koşulsuz sevgininne olduğuna iyice bir açıklık getirmek gerek. Koşulsuz sevgi, sevgiyihiçbir şarta bağlamadan, o insanı o insan olduğu için, iyi yanlarıylaolduğu kadar kusurlarıyla da sevebilmek, demek. İşte biz ana babalara uzmanlar tarafından çocuklarımıza vermemiz gereken sağlıklı sevgitürünün bu tür, yani koşulsuz sevgi olduğu önemle vurgulanıyor.
Bunu ilk duyduğumda, İyi, hiçbir koşul tanımadan her dediklerineevet diyelim de, tepemize çıksınlır, diye düşündüğümü itiraf etmeliyim.Oysa buradaki ince ayrıntıyı kaçırmamak gerek. Koşulsuz derken çocuğumuzunyaptığı hatalar düzeltilmeyecek, eğitilmeyecek, evde herkesinuyduğu kurallara uymayacak, canının istediğini yapacak ve biz debuna katlanacağız, şeklinde bir sevgi türü değil anlatılmak istenen.Hani bazı aşırı hoşgörülü(!) ana babalar vardır; çocuklarının evdekieşyaları kırıp dökmesine ses çıkarmadıkları bir yana, Birader, bizimkisanki Rambo mübarek, diye övünürler. İşte bu asla koşulsuz sevgideğil; olsa olsa çocuğun çok kötü yetişip, itici bir tip olmasına yol açan sağlıksız bir sevgi türü.
Koşulsuz sevgi çocuğu şımartmak ya da evin mutlak hakimi halinegetirmek de değildir. Koşulsuz sevgide gözden kaçırılmaması gerekenen önemli öğe, sevgiyle disiplinin dengelenmesi... Burada disiplin sözcüğü üstünde durmanın yararı var. Disiplin nedense cezaylaeşanlamlı anılır. Oysa asıl anlam `eğitimdir'. Disiplin cezalandırmakdeğil, eğitmektir çocuğu. Saygısızlık yaptığında, kural tanımadığında,başkalarını rahatsız ettiğinde ya da zarar verdiğinde onunla konuşarak,yaptığının neden kötü olduğunu anlamasını sağlamak ve uyarmaktır.Hataları da eğitimin bir parçası olarak görüp, bu yapılmaması gerekenlerdenyola çıkarak ona neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlatmaktır. Ve tüm buuyarılara karşın davranış yinelendiğinde cezalandırarak, her yapılanınbir bedeli olduğunun öğretilmesidir. Ama yinelemek gerekir ki, cezalandırma en son yöntem olmalıdır.
Ve tüm bu uyarılar yüreğine korku satarak, üstüne yürüyerek, kişiliğiniezip utanca boğarak değil; tam tersine sakin, sevecen ve eğitici birüslupla yapılmalı, bu arada hata yapsa da sevildiği vurgulanmalıdır.
Örneğin, çocuğumuz taş atıp komşunun camını kırdı. Başkasınınmalına zarar vermenin çok yanlış bir şey olduğu sakin ve ciddi biçimdeanlatmalı, uyarmalı, gerekiyorsa cezalandırmalıyız. Bunu yaparken deonu sevdiğimizi ama yaptığını sevmediğimizi vurgulamalıyız.
Sen bir hata yaptın. Seni sevmiyorum, değil.
Sen bir hata yaptın. Böyle davranmanı sevmiyorum, demeliyiz.
Camı kırdın, sen kötü bir çocuksun, değil.
Sen kötü değilsin ama yaptığın kötü, şeklinde bir tavır içine girmekkoşulsuz sevgi göstergesi oluyor.
Çocuk, ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın ailesinin onu sevdiğini,kendisi için sevdiğini bilmeli; her zaman arkasında ailesinin desteğiolacağına inanmalı. Bunun yanısıra kötü bir şey yaptığında uyarılacağını,kurallara uymadığı takdirde de cezalandırılacağını bilmeli. Ama bu ikieylem birbirini etkilememeli. Çocuğumuzu severek eğitmeli, gerektiğinde uyarmalıyız ama asla ve asla onu sevmeyeceğimiztehditleriyle, kötü çocuk tanımlamalarıyla sevgimize ve bize olangüvenini sarsacak biçimde değil. Çünkü o zaman bu koşullu sevgi olur ki,gerçek anlamda sevgi, koşullu olamaz. Bu tür bir sevgi yani koşullu sevgi, sağlıklı ve çocuğumuz için yararlı bir sevgi biçimi değil.
Biz çocuklarımıza, İyi notlar alırsan; uslu ve sessiz olursan seniseverim, dersek, belki çocuğumuz çalışkan, uslu ve sessiz olur ama ohiçbir zaman gerçek anlamda, koşulsuz sevgiyle sevildiğini bilen birçocuğun özgüvenine, doğal neşesine ve cıvıl cıvıllığına sahip olamayacaktır.Dahası, o da anne babasını koşullu sevecektir. Hem de hiç farkınavarmadan. Örneğin, pahalı bir okulda okutuyorlarsa, istediği giysileri,arabayı alıyorlarsa sevgi gösterecek; bunları yapamazlarsa sevgisiniesirgeyecektir. Çünkü o, Benden beklenenler oranında sevgi aldım;öyleyse onlar da benim istediklerimi yaptıkları oranda benden sevgi alabilirler, diye düşünecektir. Bu durumu gören anne baba, Sadece istediği bir şey alındığında bize sevgi gösteriyor. Geri kalan zamandayüzümüze bile bakmıyor, meğer ne nankör çocukmuş, diye düşünecektiriçin için. Ve nedeni bir türlü anlaşılamayan bu tür davranışların kısırdöngüsü içinde hüzünlerle düşkırıklıkları katlanarak yaşanacaktır. Tabiibütün bunların bilinçaltında gerçekleştiğini eklememize gerek yok.Davranış biçimlerinden, bazı sözlerinden alınan ve beyne yerleşen olumluve olumsuz mesajlar bunlar. Ve işte bu nedenle konuyu anlamamızönem kazanıyor. Eğer anne babalar olarak verdiğimiz mesajlarda bilgili ve bilinçli olursak, hem kendimizin, hem de çocuklarımızınhayatında yaşanacak pek çok düşkırıklığı ve üzüntüyü önlemiş olacağız.
:::::::::::::::::::
Koşulsuz sevgi, çocuğumuza verebileceğimiz en büyük armağan,bırakabileceğimiz en değerli mirastır
Evet, ne diyorduk? Anne babanın farkında olmayan, daha iyi çalışsınya da daha iyi insan olsun diye başvurduğu koşullu sevgiyle yetiştirilençocuk, anne babasının asıl niyetini anlayamayacak ve bir mektuptayazıldığı gibi,
İş yapınca iyi, iş yapmayınca onların gözünde değerimin sıfır olmasıbeni çok üzüyor, diyecektir.
Oysa koşulsuz sevginin öneminin (bilinçli ya da bilinçsiz olarak)farkına varabilmiş şanslı aileler çocuğuna,
İyi not almasan da biz seni seviyoruz. Önemli olan moralini bozmadan,çalışıp elinden geleni yapman. Ve elinden gelenin en iyisini yaptığınıbilmen, diyerek destek verir ve çalışmalarında yardımcı olmayagayret eder.
Onu kimseyle kıyaslamadan, olduğu gibi, kendi sınırları içindekabul ettiği ve sevdiği mesajını verir. Sadece uslu ya da ailenin istediği biçimde davrandığında, iyi not aldığında değil; öylesine,hiçbir nedeni yokken de onu, sırf o olduğu için ve çok sevildiği içinkucaklar, şakalaşır, yanından geçerken şöyle bir saçlarını karıştırır.
Koşulsuz sevgiyle büyüyen çocuk, sevgiyi böyle algılayacak ve oda anne babasını sevgisi için şart koşmadan, sağlayabildikleri ya dasağlayamadıkları olanakları bir ölçüt olarak görmeden sevebilecektir.Onları oldukları gibi, sadece anne ve babası oldukları için sevecek; bu tür bir sevgi almış olduğu için onlara aynı biçimde cevap verebilecektir.
Koşulsuz sevginin getirdiği bir başka çok önemli öğe, dostluk. Katıkurallar, koşullar, sen şununla yükümlüsün, ben bununla; bunları yerinegetirmeyen sevgi alamaz, tarzında sessiz mesajlar ve yargılamalarlaçocuk ve ailesi arasında dostluk kurulamaz. Ve, ne acıdır ki, bu dostluğun kurulamamış olduğunun yıllar sonra farkına varılır. Bu aradaanlamlı ve doyurucu yaşanabilecek nice güzel yıllar da ıskalanmıştır.
Oysa çocuğumuzla daha ilk yıllarından başlayarak kurabileceğimizdostluk, ona da, bize de neler neler kazandıracaktır. Onun o küçük,çocuksu dünyasındaki sorunlarında yanında olmak; sorunlarının, bizeönemsiz görünse de, onun için önemli olduğunu bilmek ve ona göredavranmak, destek olmak, anlayış göstermek; onunla dertleşmek,çocuğumuzla konuşmak için zaman ayırmak ve onu gerçekten dinlemek...Her ne yapmışsa, her ne olmuşsa daima bize gelebileceğigüvencesini ona vermek... Cezalandırılması gereken bir durum dahiolsa, gerekli bedelin ödenmesi sırasında tüm sevgimizle yanında olacağımız gibi çok önemli bir konuyu çocuğumuza anlatmak... Onun dostuolduğumuzu ve daima onun yanında olacağımızı ona bildirmek...
İşte bu tür davranışlar koşulsuz sevginin sessiz mesajları olmalarınınyanısıra çocuğumuzla aramızda geliştirilecek olan sağlam bir dostluğuntemelleridir. Ve yıllar sonra, bu dostluğun sonucu olarak,onlar da bize destek verecek, onlara gönlümüzün istediği ölçüde maddiolanak sağlayamıyorsak bunu anlayışla karşılayacak; sıkıntımızda bize eluzatacaklardır.
Bir alışveriş, bir alacaklı verecekli ilişkisi, bir görev olarak değil,koşulsuz sevgi bağlarıyla birbirine bağlı dostların dayanışması şeklindegelişip ömür boyu sürecektir, yılların içinden süzülüp gelmiş bazenhüzünlü ve sıkıntılı, bazen komik ve neşeli küçük küçük anılarınbirikimiyle oluşmuş bu güzel ve anlamlı ilişki.
Burada bir an durup, koşulsuz sevgi ilişkisini yansıtan bir mektubusizlerle paylaşmak istiyorum. Milliyet gazetesinde Aziz Nesin'denOğluna Mektuplar başlıklı yazı dizisinde, baba oğulun birbirlerine yazdıkları mektupların bazı bölümleri yayınlanmıştı. Ve işte, AliNesin'in babası Aziz Nesin'e yazdığı anlamlı mektup.
En az mirası bana bıraktığını yazıyorsun. Babacığım en çokmirası bana bıraktın sen. İnsancıllığı, insan sevmesini, düşünmeyi,çalışmayı... bana sen öğrettin. Daha bana ne miras gerek?Seninle her söyleşi, insanı zenginleştiriyor, her mektubun öğretiyor.Hem de söyleşerek tatlı bir öğreti. Babacığım, ev filan istemiyorum,boşu boşuna para harcayacaksın. Ben evleri Vakfa bırakıyorum. Banayeterinden fazla miras bıraktın. Bana verdiklerin dünya eder. Sırföğrenimimden bahsetmiyorum... Daha neler neler var. Senden tekistediğim Amerika'da iki üç yıl daha kalmama yardımcı olman veseninle arkadaş ilişkilerimizin devam etmesi, on beş günde birmektup... Ev mev istemiyorum. Benim geleceğim artık güvencede.Üstelik senin sayende, daha bana ne verebilirsin. Bilirsin benimmalda mülkte gözüm yoktur, elbise ne bulursam giyerim... ama buyüzden evleri istemiyor değilim. İhtiyacım olmadığından istemiyorum.Kesin istemiyorum. Ben ne yapayım evi? Üstelik kendim ev sahibiolabilirim gelecekte. Evler Vakfın.
Şöyle düşünün; geriye dönüp baktığımızda, hayatımızın dökümünüyaptığımızda eğer bizi sırf biz olduğumuz için sevmiş, en kötü halimizlekabullenebilmiş, sıkıldığımız an başvurabileceğimiz ve koşulsuzdesteğini bulabileceğimiz bir insanımız varsa, hayatımızda mutluluğubüyük ölçüde yakalayabilmişiz demektir. Başarı, kişinin istediğini eldeetmesi; mutlutuksa bu başarının tadını çıkarabilmesidir. Ve eğer sevincimizi paylaşacak kimsemiz yoksa bu başarının tam olarak tadınavaramayacağız demektir. Mutlu kişilerin onları koşulsuz seven, başarılarınıpaylaşan, zor günlerinde onları bir sığınak gibi kucaklayan aile bireyleri ve bir iki tane de olsa dostları vardır.
Bir de aksini düşünelim. Başarılıyız, zenginiz ama buna sevinecekbiri yok, paylaşacak kimse yok. Üzüntülüyüz, Boşver, geçer bunlar,diyecek biri yok. Omzuna dayanıp ağlayabileceğimiz bir insan yok.Tüm mutluluk arayışlarında ortaya çıkan bir gerçek bu. Bize koşulsuzsevgi verecek birisi yoksa tüm başarılar yarım kalıyor, bir yerde bireksiklik oluyor. İşte bu nedenle bizim hayattayken evladımıza verebileceğimiz en büyük armağan koşulsuz sevgimiz; göçüp gittiktensonra da ona bırakacağımız en değerli miras yine o koşulsuz sevgiden aldığıgüç ve biz olmadan da hayat yolunda sağlam adımlarla yürüyebilmesiiçin gerekli olan özgüvendir.
Koşulsuz sevgi konusunda çok güzel bir örnek olarak gördüğümbir çocuk kitabından söz etmek istiyorum. Kitaptaki olaylar bir okulda geçmektedir. Öykünün kahramanı iyi ve akıllı bir kız öğrencidir.Ve sınıfının temsilcisidir. Bir akşam yatakhanedeki öğrenciler yasakolduğu halde, gece ışıklar söndükten sonra bahçede toplanıp eğlenmeye kararverirler. Sınıf temsilcisi önce karşı çıkar ama arkadaşlarının ısrarlarınadayanamayarak onlara katılır. Sonuçta yakalanırlar ve cezalandırılırlar;öykümüzün kahramanı da sınıf temsilciliğinden alınır. Çok üzgündür,çünkü temsilci olmayı çok istemiş ve bu olaya kadar görevlerini severekyapmıştır. Olanları başka bir kentte yaşamakta olan anne ve babasına,başkalarından değil, benden duymanızın daha uygun olacağınıdüşündüm, diyerek bir mektupla bildirir; bu arada ne kadar üzüldüğünü deanlatır.
Okulun geleneksel şenlik günleri gelip çatmıştır. Tüm anne babalardavetlidir. Kahramanımızın annesiyle babası da gelirler, gösteri boyunca kızlarını alkışlarlar. Üzücü olaydan hiç söz edilmez ama babasıonu daha sıkıca kucaklamasıyla, annesi de koluna girerek okul içinde yaptıkları gezinti boyu yanından ayrılmayarak üzüntüsünü anladıklarını,onu sevdiklerini ve arkasında olduklarını hissetirirler. Gün sona ermiştir. Vedalaşırken genç kızın gözleri sevgi, tazelenmiş güven veşükran hisleriyle dolar, onlara bir kez daha sarılır. Yepyeni bir hevesle okul yaşamına ve çalışmalarına dönebilecektir artık. Sonuçta bir çocukromanı ama alınacak öyle çok ders var ki... Hele de biz anne babalar için.
Her şeyden önce bir hata yapıldığını ve bunun bedelinin ödenmesiningerekliliğini hem genç kız, hem de anne baba kabulleniyor ve kimse okulidaresini suçlamaya kalkmıyor. Burada kurallara saygının, topluma veinsana da saygılı olmayı öğrettiğini görüyoruz.
Genç kız olayı okul idaresi bildirmeden, kendisi dürüstçe anne babasınayazıyor ve üzüntüsünü belirtiyor.
Anne babasıysa okulda karşılaştıklarında olaydan yeterince dersaldığı belli olan kızlarının ne üstüne giderek onu utanca boğuyor, ne deokul idaresini kızlarına garez olmakla suçluyorlar. Ve sessiz sevgimesajlarıyla, Üzüntünü anlıyoruz ama bundan böyle davranışlarındadaha dikkatli ol, okulunun kurallarına saygılı ol. Ve seni her zamanki gibi çok sevdiğimizi unutma, diyorlar.
İşte güzel bir koşulsuz sevgi örneği.
Koşulsuz sevginin sözlü mesajlarına ve onların karşıtlarına gelince,bazen hiç farkında olmadan, yorgun ya da öfkeli olduğumuz zamanağzımızdan kaçanlarla, doğru olanı karşılaştıralım ki, şu sakin anımızdaaradaki dağlar kadar farkı görebilelim. Kötü örnekler çocuğun zihnineyerleşiyor ve tüm yaşamı boyu kendine olumsuz bakmasına yol açıyor.Anne babası tarafından sevildiğine inanmıyor, onlara güvenmiyor, böyleceözgüveni gelişemiyor. Oysa iyi örnekler Çocuğun sevildiği, istendiği,ona güvenildiği mesajlarını veriyor ve özgüveni gelişmeye başlıyor.Mutlu bir insan olma yolunda hızla ilerliyor. İşte bir dergiden alıntılar.
Kötü Örnekler
1- Ne kadar aptalsın.
2- Hiçbir şeyi beceremezsin zaten.
3- Bak Ayşe Hanımın oğluna, ne kadar uslu. Onun yarısı kadarolsan...
4- Nerden doğurdum seni.
5- Yine neden suratın asık? Hiçbir şey seni memnun etmez zaten.
6- Karnendeki iyiler bana yetmez. Neden hepsi pekiyi değil?
7- Baban gelince görürsün.
8- Yeni icatlar çıkarma.
İyi Örnekler
1- Ne kadar akıllısın.
2- Hepimiz hata yaparız.
3- Seni olduğun gibi seviyorum.
4- Seni seviyorum.
5- Derdini bana söyleyebilirsin.
6- Başarınla gurur duyuyorum.
7- Hayır, dedim yavrum.
8- Bu çok ilginç bir fikir.
İşte burada da sözlü olarak koşulsuz sevgi ve karşıtının örneklerinigörüyoruz. Altı üstü birkaç sözcük ama uzun vadede ne kadar önemliymişmeğer, değil mi?
:::::::::::::::::::
Ezeli ebedi soru: Beni seviyor musun?
Koşulsuz sevginin ne tür bir sevgi olduğunu anladıktan sonra sırageliyor bu sevgimizi çocuklarımıza nasıl ileteceğimize. Ve işte bu bizleri en çok zorlayan soru. Az önce belirtildiği gibi, çocuklarımız içincanımızı verebiliyor da, gerekli sevgiyi göstermesini bilmiyoruz. Onları her şeyden çok seviyoruz ve bunu biz biliyoruz ama onlar nereden bilecekler? Sevgimizi göstermezsek, anlatmazsak nasıl bilebilirler? Ancak iyice büyüyüp koca koca adamlar, kadınlar olduklarında, Annem biziasla kucağına alıp öpmezdi. Bir gün bile başımı göğsüne dayadığımı bilmem.Bir kez olsun, Güzel kızım benim, diye saçlarımı okşamamıştır. Helebabamla böyle konular sözkonusu bile değildi. Akşamdan akşama görür, çokçekinirdik ondan. Bu tür bir sevgi görmedik ama bizi severlerdi. Neredenmi biliyorum? Bizler için her türlü özveride bulunmuşlardı. Kendilerininne gezmesi, ne tozması vardı ama bizim hiçbir şeyimizi eksik etmezlerdi.Onların hayatları bizdik, diyeceklerdir. Tıpkı pek çoğumuzun anne vebabalarımız için bugün söylediği gibi.
Sevgisini göstermekten kaçınanların bazıları bunu çocuk şımarmasın diyeyapıyor ve böylece çocuğuyla birlikte mutlu olmanın tadını çıkaramıyor.Çocuklara gelince, onlar da sevildikleri kanısına ancak yetişkinolduktan sonra ve mantık işleterek varabiliyorlar. Tabii bu arada danice coşkulu sevgi mutlulukları yaşanmadan geçip gidiyor.
İşte bu bir daha geri gelmeyecek, asla geri gelmeyecek sevgimutluluklarını hem çocuklarımıza, hem kendimize doyasıya yaşatabilmemiziçin bakın nelere dikkat etmemiz gerek.
Çocuklar doğdukları andan başlayarak bize hep aynı soruyu sorarlarmış.
Beni seviyor musun?
Tabii önce konuşma bilmediklerinden, sonraki yıllarda da duygularınıkendileri bile kavrayamadıklarından konuşma ve anlatma yoluyla değil,kendilerine özgü bir dille bu soruyu sorar dururlarmış. Bebekkenağlayarak, mızmızlanarak; çocukken birtakım huysuzluklar yaparak,suratını asarak, eteklerimize asılarak, kendilerince,
Beni seviyor musun? diye sorarlarmış.
Bu sorular çocukluk çağının bitimiyle de sona ermiyor benimgörebildiğim kadar. Ve bu kez dile getiriliyor artık. Mektuplarda,sohbetlerde açık açık soruyorlar.
Beni seviyor musun?
Elbette, diyoruz.
Öyleyse göster, diyorlar.
Çocuklarımıza sevgimizi doğdukları andan başlayarak gözle ileti-şim, bedensel iletişim ve odaklaşmış ilgi biçiminde göstermeliymişiz.
:::::::::::::::::::
Çocuklarımıza gözlerimizle sevgi mesajları gönderelim
Bir bebeğin daha iki aylıkken gözlerinin bir başka çift göz aradığınıbiliyor muydunuz? Bebeğin gözleri sürekli aranır gibi bir o yana bir bu yana gider ve sizin ona bakan gözlerinizi yakaladığı an sankionların üzerine kilitlenir. Bence bu müthiş bir şey. Ve işte o andanitibaren bebeğin duygusal beslenmesi başlarmış.
Çocuğumuza sevgimizi anlatmanın en güçlü aracı, gözlerimiz. Buaracın önemini ve onu doğru kullanmasını bilirsek çocuklarımıza büyükbir iyilik etmiş olacağız. Konunun can alıcı noktası, gözlerimizi kullanırken asıl amacımızın koşulsuz sevgimizi onlara gözlerimizaracılığıyla aktarmak olduğunun bilincine varmamızdır.
Gözlerimizi sevgi mesajları için kullanalım.
Çünkü bir de gözlerini cezalandırmak için kullananlar var. Bazıanne babalar azarladıkları ya da cezalandırdıkları zaman çocuklarınıngözlerinin içine delercesine bakar ve ona ürkütücü tehditler yağdırırlar;geri kalan zamandaysa göz göze iletişimi pek kurmazlar. İşte çocukyetiştirirken yapılan en büyük hatalardan biri gözlerimizi sevgi içindeğil, cezalandırmak için kullanmamızmış. Sadece cezalandırılırkengözlerinin içine bakılan çocuk kısa sürede sevilmediği, kendisinin iyi bir insan olmadığı kanısını edinip utanca boğulacak; çekingen veinsanlardan kaçan bir kişiliğe bürünecektir.
Bu tür çocuklarda en belirgin özellik konuşurken karşısındakiningözlerinin içine bakamaması. Ve ne hazindir ki, bu tür çekingen çocuklarlabizler de pek iletişim kuramıyoruz.
Onlara bir soru soruyorsunuz. Uzun bir sessizlik. Baş eğik, gözleryerde... Nihayet mırıl mırıl, zar zor duyulan bir yanıt kırıntısı... Haydi bir kez daha deniyorsunuz, yine gözlerini kaçırıyor, yine binbirsıkıntı içinde iskemlesinde kıvranıyor. Ve artık bu noktada siz deyorgun düşüyor ve herhalde bu çocuk benden sıkıldı ya da çocuk tabii,büyüklerle konuşmak onu sıktı, diye düşünüyor, ilginizi geri çekiyorsunuz.
Ve ilginin ondan her esirgenişi onun için yeni bir yenilgi oluyor.
Öte yandan, kendisiyle gözle sevgi iletişimi kurulmuş bir çocukdışa dönük ve sevecen oluyor. Konuşurken karşısındakinin gözlerininiçine bakabiliyor. Böyle bir çocuk her gittiği yerde ilgi odağı oluyor. Gözle sevgi mesajları alarak beslenmiş olan bu çocuk sevildiğinibilmenin güvencesi içinde başkalarıyla en başta da gözle iletişim olmaküzere, her türlü iletişimi kurabiliyor.
Ve her yeni ilişki, ona gösterilen ilgi, onun için yeni bir başarıoluyor.
Bakın Gaziantep'ten gelen bir mektupta neler yazılmış bu konuda.
Derslerimizde oldukça başarılı bir sınıfız. Ama şiir okuma,metin okuma, okul tiyatrosunda rol almaya gelince başarı oranımızdüşüyor. Öğretmenlerimizle konuştuğumda, sorunun genellikle ya ailedenya da toplum baskısından kaynaklanabileceğini söylüyorlar. İşte bunedenle, ben ve arkadaşlarım sizden kitabınızda bu konu üzerinde birazdaha ayrıntılı biçimde durmanızı rica ediyoruz.
Gözle iletişim konusunda yapılan bir diğer büyük hata gözlerini,bakışlarını esirgeyerek onu cezalandırmak... yani küsmek. Bu tutumçocuğu derinden etkiliyor. Diyelim bir hata yaptı; bunun üzerine gerekli uyarı yapıldı, belki de cezalandırıldı. Çocuk bunu kabullendive her biri kocaman birer soru işaretine dönüşmüş gözleriyle sizden özürdiliyor. Gözlerdeki soruysa yine hep o aynı soru.
Beni seviyor musun?
Ya biz ne yapıyoruz? Bir hışım başımızı çevirip yürüyoruz. O gözlerecevap vermiyor, onu öylece havada, yanıtsız ve sevgisiz bırakıyoruz.
Oysa yapılması gereken, kararlı bir ses tonuyla ona hatasını anlatmak,bunu kavramasını sağlamak; bu arada bakışlarımıza da aynı kararlılığıyerleştirmek. Kötü kötü bakmak değil, dehşete düşürmek, ruhunakorku salmak değil. Konunun ciddiyetini belirtecek oranda kararlı bakışlar ve sözlerle durumu çocuğa açıklamak ve onu aydınlatmak gerek.
O davranışı neden iyi bir davranış değil.
Neden o böyle yapınca bizi üzüyor.
Ve, bir daha bunu yapmayacağına inanıyoruz.
Bu tür bir konuşmadan sonra hele hele çocuk hatasını kabullenmiş;sözle ya da bakışlarıyla özür diliyorsa, onu derhal ama derhal sıcaksevgimizle sarıp sarmalamalı ve gözlerdeki o meşhur,
Beni hala seviyor musun? sorusunu yanıtlamalı,
Evet, seni hata yapsan da seviyorum ve şimdi bu hatayı seninle elele verip düzelteceğiz, dercesine gözlerimiz ve davranışımızla, eğeranlayacak yaştaysa bunlara sözlerimizi de ekleyerek sevgimiz konusunda ona güvence vermeliyiz.
Ve bakın bu konuda gençlerimiz neler söylüyorlar.Örneğin, bir tartışmadan sonra usul usul yanlarına gelipözür dileyen zavallı çocukcağızlara saatlerce vıdı vıdı edip, nasihatlerçekerek, sonra da büyük bir düşüncesizlikle çocuğu affetmeyip, iki günküs küs surat etmemeliler. (İşte bu benim sorunum.) Fikrimi savunsamhemen kavga çıkıyor; bir süre sonra resmen gururumu ayaklar altınaalarak gidiyorum, özür diliyorum ve suratıma dikilen aşağılayıcıbakışlar ve sinir bozucu bir kayıtsızlıkla karşılaşıyorum. Adil mi bu?Üstelik ben neredeyse her tartışmadan sonra gider özür dilerim. Amaannem de babam da, hayatlarında daha bir kerecik olsun benden ya dakardeşimden özür dilememişlerdir. Arada sırada bizim de haklıolabileceğimizi hiç düşünmezler.
:::::::::::::::::::
Öğretmenimiz kızıyor ama küsmüyor, ne güzel değil mi?Küsmek deyince aklıma yaşamımda tanıdığım çok değerli öğretmenlerdenbiri geldi. Küçük kızım, on bir, on iki yaşlarındayken ABD'nin New Yorkkentinde bir yıl eğitim görmüştü. Sınıf öğretmenleri Bay Eggars, sakallı,gözlüklü, iriyarı bir adamdı. Sınıfa koca bir termos dolusu kahveylegelir, gün boyu kahvesini içerdi.
Bu yeni ortamda her şey değişikti kızım için. Beğendiği olayları da yaşıyor, gözlemliyor, eleştiriyordu; beğenmediklerini de. Ama onu asılşaşkına çeviren ve daha ilk günlerinde eve gelir gelmez bana anlattığıyeni öğretmeni Bay Eggars'ın öğrencileriyle olan ilişkisiydi.
Teneffüste öğretmenin boynuna sarılıp onu öpüyorlar, sakallarınıçekiştiriyor, onunla şakalaşıyorlar!!!
Hayretler içindeydi kızım. Böyle şeyler birinci sınıfta olabilirdi amabeşinci sınıfı bitirmiş, altıncı sınıfı okumakta olan öğrencilerin bu kadarrahat davranmaları, öğretmenleri sanki arkadaşlarıymış gibi şakalaşmalarıakıl alır gibi değildi. Oysa ilkokulu sevecen, aydın ve kendisinin degerçekten sevdiği bir öğretmenin denetiminde bitirmişti ama öğretmenleöğrencinin arasında bir mesafe olurdu. Böyle de boynuna sarılıp,sakalları çekiştirilir miydi hiç?
Gelelim beni şaşırtan olaya. Yine bir gün okula gitmiştim ve aklımcakimseye belli etmeden çevreyi inceliyordum. Merak bu ya!
Ne kadar neşeli bir ortam yaratmışlardı Tanrım! Oysa bu sıradanbir devlet okuluydu; ne vakıf, ne de paralı bir özel okuldu. Kapıdan içeri adımınızı attığınız an, bir renk cümbüşünün içinedüşüyordunuz sanki. Canlı renklere boyanmış duvarlar, duyurular,öğrencilerin çizdiği afişler ve posterlerle boydan boya donatılmıştı.Duyurular bile öğrencilerin yaşlarına uygun neşeli bir anlatımla kalemealınmıştı. Okul koridorlarında yürürken sağa sola şöyle bir göz atmak,insanın içini açmaya yetiyordu. (Bizim gri ve kahverengine boyanmışdevlet okullarımızı düşünerek, aah, ah, diye sessizce iç çektiğimi gayetiyi anımsıyorum.)
Kızımın sınıfı dersteydi ama Bay Eggars beni görünce içeri buyuretti. Güneş ışığına kucak açmış kocaman pencereleri ve öğrencilerinyarattığı sanat harikalarıyla (!) donatılmış neşeli bir sınıftı bu. Beni oturttuktan sonra Bay Eggars yapmakta olduğu işe döndü, çünkü tam osırada yaramaz bir öğrenciyi ceza olarak sınıftan kovmakla meşguldü.Öğrencinin suçu sınıfta gürültü yapmaktı. Anladığım kadar daha önceuyarıldığı halde yine gürültü yapmış, dersin akışını bozmuştu.
Bay Eggars oturduğu yerden, Çık dışarı Danny ve ders boyu dışarıdakal, diyordu. Danny adındaki çocuksa oturduğu yerde ayaklarınıyere vurarak, Gitmek istemiyorum, gitmek istemiyorum, diye tepiniyordu.
Kızımla göz göze geldik. İkimiz de hayretler içindeydik. Bir öğretmenbir öğrenciyi sınıftan kovacak ve öğrenci yine de sınıftan ayrılmamakiçin tepinecek?!
Bu arada öğretmen ne yapıyordu dersiniz? Ne bir hışım çocuğunüstüne yürüyor, ne de bir Osmanlı tokatı yapıştırıyordu hanyayı konyayıanlasın diye. Sakin sakin oturduğu yerden, Güle güle Danny, diyordu.
Danny yine direnince, bu kez sesi bir ton daha ciddileşerek, Sanagüle güle demiştim Danny, dedi ve bunun üzerine Danny oturduğuyerden gönülsüzce kalkıp, ayaklarını sürüye sürüye ders sonuna dekkapının önünde bekleme cezasını çekmeye gitti. Doğrusu hiç böyle bircezalandırma biçimine tanık olmamıştım.
Ve gelelim asıl sözünü etmek istediğim, kızımın anlattığı bir gözleme...
Anne, dedi yine bir okul dönüşü, Bay Eggars kızıyor ama insanaküsmüyor.
Nasıl yani? diye sordum. Ne demek istediğini pek anlayamamıştım.
Ödevini yapmamışsan kızıyor, hatta azarlıyor ve sınıfın arkasınayolluyor. Ama sen orada ödevini güzelce yapıp ders sonunda gösterirsen,hemen yüzü gülüyor. Seni eski yerine oturtuyor ve ikinci dersteseninle de hiçbir şey olmamışcasına. ödevini yapmış olanlarla şakalaştığıgibi şakalaşılır. Yani kızıyor ama küsmüyor, ne güzel değil mi?
Kızımın o günki yorumu beni ne denü etkilemiş olmalı ki, bugüne dekunutmamışım.
Çocuk bir hata yapınca uyarılır, gerekirse ceza verilir. Çocuk hatasınıanlayıp pişman olmuşsa, o hatayı düzeltmeye yönelmişse ya da özürdilemişse artık gün boyu, hatta günler boyu surat etmenin ne anlamı var?Ve işte on bir yaşında bir çocuk durumu özetleyivermişti.
Kızıyor ama küsmüyor. Ne güzel değil mi?
:::::::::::::::::::
Sıcaklığımızla onlara güven verelim
Koşulsuz sevgi yolunda gözle iletişimle birlikte yürüyen diğer öğe,bedensel iletişim. Gözle ve bedensel iletişimin ne denli önemli olduğunu 2'inci Dünya Savaşı sırasında İngiltere'de ve daha sonrakiyıllarda da ABD'deki bir hastanede gözlemlenen olaylar ortaya koyuyor.
2'inci Dünya Savaşı sırasında Londra bombalanmaktadır. Bazı ailelerçocuklarını korumak için onları kent dışındaki köylere gönderirler.Çocuklar burada evlere yerleştirilir ve iyi bakılırlar. Oysa daha sonra aynı çocukların ruhsal çöküntü içinde oldukları saptanır.Çocuklar fiziksel yönden iyi bakılmışlardır ama duygusal açıdan anneve babalarından uzak olmak, gözle ve bedensel iletişim eksikliği onlarıduygusal açlığa itmiştir. Uzmanlar, bu çocuklar anne babalarının yanındakalmış olsalardı, belki de onlar için daha iyi olurdu, kanısına varırlar.
Çocuklarımız için en büyük tehlike, duygusal açlık. Duygusal yöndenboşlukta kalan bir çocuk ya da genci pek çok tehlikenin beklemesininyanısıra kendilerinin birer tehlike haline dönüşmesi olasılığı var.Örneğin, son günlerde ABD'de çocuklar tarafından işlenen cinayetlergündemde. Gazetelerden okuduğumuz kadarıyla bu çocuklar suçlulukda duymuyorlarmış. Bunun nedenini uzmanlar bu çocukların ve diğersuçlu çocukların büyük bir bölümünün sevgi ve ilgiden yoksun, insanmuamelesi görmeden büyümelerine bağlıyorlar. İnsan gibi muamelegörmezlerse, doğal olarak onlar da insan gibi davranmasını ve hissetmesini bilemeyeceklerdir. Sevgi ve ilgi görmeyince, bir başka insana sevgi ve acıma duyamayacaklardır. Sokaklardaki kimsesizçocuklarımızla, kötü yönetilen yetiştirme yurtlarındaki çocukların dakarşı karşıya olduğu bir tehlike bu.
Bir başka tehlike de gerekli ve sağlıklı sevgiyi evinde alamayançocuğun, gençlik yıllarında aşırı uçlara yönelmesi şeklinde ortayaçıkıyor. Oralarda sevgi arıyor sanki. Bu tür tuzakları kuranlarsa, bu gençlerin psikolojisini çok iyi bildiklerinden parasal desteğin yanısıra gence, sen önemlisin, sen bu davanın adamısın; birimiz hepimiz, hepimiz birimiz, gibi ona sevildiğinin, bir yere, birilerine ait ve değerli olduğu mesajlarını vererek kendilerine çekiyor.
Gençlerimizin aşırılıklara kapılmalarını istemiyorsak, bunu gençlikyıllarında koyacağımız anlamsız yasaklarla değil, ilk günden başlayarakihtiyacı olan sevgiyi tüm çocukluğu boyu vererek gerçekleştirebiliriz.Evinde yeterli ve sağlıklı sevgi almış bir genç kendine zarar verecek aşırı uçlara kaymaz, bu tür tuzaklara düşmez; hele bir de düşünmesi>,öğretilmişse ona.
İkinci ilginç ve ilginç olduğu kadar da hüzün verici olay ABD'de birhastanede gözlemlenmiş. Bazı bebeklerin altı-on iki aylar arasındabüyümelerinin durduğu görülmüş. Bu bebekler yemek yemiyorlarmış,davranışlarında uyuşukluk ve ilgisizlik gözlemleniyormuş. Ve bir süresonra hiçbir fiziksel neden olmadan ölüyorlarmış. Araştırmalar sonucundabu bebeklerin ortak noktaları bulunmuş. İstenmeyen bebeklermişonlar. Anne ve babaları kendi duygularıyla bilinçli biçimde başaçıkamadıklarından, onları bilinçsiz olarak davranışlarıyla reddediyorlarmış.Bebeklerine görevleri gereği iyi bakıyor, fiziksel tüm gereksinimlerinikarşılıyorlarmış ama gözle ve bedensel iletişim kurmuyorlarmış. Ve bazıbebekler bu sevgisiz ortamda su verilmeyen çiçekler gibi yavaş yavaş solup ölüyorlarmış.
Hepimize acı veren bu bulgulardan sonra biraz da gülümseyebileceğimizve çoğumuzun yaşadığı, çocuğun huyu değişti, meselesine bir bakalım.
Hafta sonu ailece bir yere gitmeye karar veririz. Ve bebeğimizlebirlikte bir vagan dolusu eşyası; mamaları, biberonları, bezleri, giysileri ve oyuncaklarıyla bir motele yerleşiriz. İki gün boyu onunbakımı dışında kalan zaman kırıntıiarında kendimizce dinlendiğimizisanarak sonunda yine taşınırcasına toplanarak evimize döneriz.
Eve döndüğümüzdeyse bu dinlenme sonunda dağlar gibi birikmişçamaşır ve evi yeniden gündelik düzenine sokma savaşımını veririz.Çamaşırlar yıkanır, yerli yerine konur; biberon ve şişeler kaynatılır,yeni mamalar hazırlanır. Bu arada da evin gündelik işlerine yetişmeyeçalışırız. Bütün bunlar iyidir, hoştur da, hiç beklemediğimiz bir sorunçıkmıştır ortaya. O iyi huylu bebeğimizin tüm düzeni altüst olmuştur.Doğru dürüst uyumaz, hırçınlık eder, ağlar ya da mızmızlanır durur. Bizde hemen teşhisi koyarız, çocuğun huyu değişti.
Oysa bebeğimizin zihninde, yaşanan bu değişiklik sonucu soru işaretleribelirmiştir. Bizim ona her zamanki kadar vakit ayıramamamız,pürtelaş gitmelerimiz gelmelerimiz, sonra da evin işlerine dalmamız,kısaca alışılmışın dışındaki bu hareketlilik yine o bildik soruyu gündemegetirir.
Beni seviyor musun?
Bunun farkına vardığımızda yapmamız gereken, işleri bir süre içinbir kenara bırakarak bebeğimizi kucağımıza alıp, onunla göz göze iletişimkurmak, onu öpüp okşayarak bedensel teması gerçekleştirmek; sakin ve tatlıbir sesle onun kuşkularını yatıştırmak, onu rahatlatmak ve hala çoksevildiğini ona bildirmektir. Eğer.bu huysuzluklar ilk çocuklukyıllarında yaşanıyorsa, çocuğumuza zaman ayırarak onunla baş başabir köşeye çekilip, kucağımıza oturtup, Haydi seninle azıcık konuşalım,demek ve onu rahatlatacak, kuşkularını dağıtacak bir sohbete girmekolmalıdır. Zaten kucağımızın sıcaklığında sevgimiz ve ilgimizle,boşalmış olan o sevgi dağarcığı yeniden dolunca, çocuğu bağlasanızdurmayacak, neşeyle yere atiayıp, oynamaya başlayacaktır.
Doğduğu andan başlayarak özellikle de yedi sekiz yaşlarına kadarçocuğun bol bol öpülmeye, kucaklarımaya, okşanmaya gereksinimivar. Daha sonraki evrelerde de, ilk yıllardaki kadar olmasa da, bu ihtiyaç sürer gider. Bedensel iletişim konusunda bizlerin bir hatası, çocuğumuz büyüdükçe, artık erkek oldu ya da koca kız oldu, diyerekbedensel iletişimi kesmemiz.
Altı, yedi yaşından gençlik dönemine ulaşana dek bedensel iletişimitıpkı gözle iletişimde olması gerektiği gibi asla kesmemeliyiz. Amaduyarlı davranıp şeklini değiştirmeliyiz. Yaşına, durumuna, duygusalihtiyacına göre gerçekleştirmeliyiz bunu. Onun artık bebeğimizolmadığının farkına varmalıyız. Arkadaşlarının yanında Aman da aman...gibi sözcüklerle onu utandırmamalı, sevgi gösterileriyle bunaltmamalıama antenlerimizi hep açık tutarak, sevgimize ihtiyacını hissettiğimizde hemen sözlerimiz ve davranışlarımızla bu ihtiyacıkarşılamalıyız.
Bakın bir genç kızımız ne diyor.
Anne ve babamın yapmalarını istediğim tek şey (kitabınızda dabelirtmişsiniz) sevgilerini göstermeleri. Bizleri sevdiklerinibiliyoruz ama şu ana kadar bana bir kez olsun, Seni seviyorum,demediler.
Oğlumuz kucağa alınacak dönemi geçtiyse, bu kez bedensel iletişimiiyi bir şey yaptığında sırtını hafifçe sıvazlayarak, şakalaşırkensaçlarını karıştırarak ya da omzuna kolumuzu atarak kurabiliriz. Bunlarbedensel iletişimi sürdüren davranışlar. Oğluyla top oynayan, boğuşan,şakalaşan bir baba bu ihtiyacı oyun ya da sporla bütünleştirerekverebilir ki, özellikle de bu yaşlarda en doyurucu yöntem olarak kabulediliyor.
Bu yaşlarda babanın önemi hızla yükseliyor, hem erkek, hem dekız çocuk için. Oysa baba, özellikle de kızı büyüdükçe bir çekingenlikiçine girerek, bedensel iletişimi kesiyor. Küçük kızların, hele de on bir yaşına kadar, o çok kritik on bir yaş da dahil olmak üzere, babalarınınilgi ve bedensel iletişimine öyle büyük ihtiyaçları varmış ki...
Yine bir genç kız sesleniyor.
Keşke babam bana daha sık kızım dese...
Bir genç kızın ve kadının kendi cinsel kimliğini onaylayabilmesi içinbabasının onu onayladığını hissetmesi gerekmiş. Babası tarafındansevildiğini, beğenildiğini, onaylandığını bilen bir kız çocuğu, hayata kendine güvenen bir kadın olarak atılabiliyor. Buna çok klasik bir örnek, Fransız kadınları. Kendilerine, çekiciliklerine güvenen Fransız kadınlarının bu duyguyu küçük yaştan başlayarak babalarından beğenigörmelerine; çok özel, çok güzel, çok şık bir küçük hanım olduklarınınonlara söylenmesi ve hissetirilmesine bağlanıyor.
Bir baba, kızı gençlik dönemine girmeden onunla sağlıklı bir sevgialışverişi, gözle ve bedensel ilişki kurabilmişse, onu sevdiğini ve beğendiğini hissettirebilmişse, o küçük kız gençlik dönemine girdiğinde, birgenç kız olarak kendinden ve cinsel kimliğinden emin olacak, sorunlarla başedebilecektir. Örneğin, bir yudumcuk sevgi için her türlü özveriye katlanma gereğini duymayacak, anlamsız ilişkilere girmeyecektir.Çünkü o sevilen, saygı duyulan, değerli bir varlık olduğuna inanmaktadır.Ve bu inanç onun gereksiz ilişkiler kurarak kendini kanıtlamaya kalkışmasını önleyecektir.
Baba kız ilişkisi ve özlemler konusunda yazılmış şu satırları hepbirlikte okuyalım ve kendimize soralım. Acaba bizim kızımız da böyle mihissediyor?
Herkes kendince düşünceli ve duyarlıdır. Ancak kimse birbiriyle -yüzeyselkonular dışında- konuşmadığından kalpler kırılır, fırsatlar kaçırılır,bağlar zayıflar, zayıflar...
Baba kız arasında hep bir mesafe vardır...
Saygımız sonsuz. Saygı ille de siz ile başlayıp biten cümlelerle mibelirtilir? Onun ailesinde de hep o soğuk, o yüce siz sözcüğükullanılırmış. Bir yeni yıl kutlamasıydı. İçimden yetti be,deyip kocaman sarıldım babama. (Bizde pek öyle dokunma, öpme yoktur.)
BABA SENİ ÇOK SEVİYORUM, dedim.
Ne yapacak adam, şaşırdı tabii. İlk ve son çığlığımdı bu...
Baba kız sevgisinin yanısıra, ... kimse birbiriyle -yüzeyselkonular dışında- konuşmadığından, kalpler kırılır, fırsatlar kaçırılır,bağlar zayıflar, zayıflar... diyerek bir diğer önemli konuya dahadeğinmiş bu duyarlı ve düşünen genç. Beraberliğin niteliğine...Beraberliklerin niteliğinin farkında olmamak pek çoğumuzun içinedüştüğü bir hata. Beraber olmak yan yana oturmak değil, her kafadan sesçıkan ortamlarda öylesine çene çalmak hiç değil. Bu, derinliği olmayanbirliktelik oluyor. Oysa gençlerimiz çok daha anlamlı bir beraberlikbeklentisi içindeler. Sadece onlara ayrılmış bir zaman diliminde,kafalardaki soruların dile getirildiği, yüreklerdeki duyguların tümcoşku ve kuşkusuyla paylaşıldığı gerçek bir birliktelik özlemi içindeler.Sıradan değil, anlamlı ve doyurucu beraberlikler istiyorlar.
Peki bir baba büyümekte olan kızına sevgisini nasıl göstermeli?Aynı erkek çocukta olduğu gibi kucağına alıp öpmek bazı durumlardaistenmiyor olabilir. O zaman sıkıntılı göründüğünde çenesinden hafifçetutup gözlerinin içine bakarak derdini sormak, üzüldüğünde kolunukoruyucu biçimde omzuna atmak; başarılı ve sevinçli olduğunda sımsıkısarılmak şeklinde bedensel iletişimi kurabilir.
İlk kez süslendiğinde, yeni bir saç şekli denediğinde, değişik birgiysiyle babasının karşısına çıktığında, o küçük kızın egosu nasıltitremektedir bir bilseniz...
Ve babanın yüzünü ekşiterek, Ne bu saçının hali? demesi oküçük kızın ömür boyu kendini, saçını, giyimini bir türlü beğenmemesineyol açacaktır.
Bir de aksini düşünelim.
Ooo, bu ne güzellik. Zaten güzele ne yakışmaz. Şöyle bir dön de,seni iyice göreyim, diyerek gösterilen ilgi, o tir tir titreyen egoya güçlü bir payanda olacak ve bu tür yüreklendirmeler yenilendikçe,cinsel kimliği babası tarafından onaylandığı için yıllar sonra kendinionaylayan, sağlam ve güvenli bir genç kız, bir genç kadın çıkacaktır ortaya.
Bedensel iletişimle ilgili son bir nokta. Bir araştırma sonucu insanyavrusunun duyarlılığının doğumdan önce, anne karnındayken gelişmeyebaşladığı saptanmış. Anne adaylarının hamilelik sırasında iyi duygulariçinde, huzurlu ve neşeli olmaları bebeği olumlu etkiliyormuş.Nitekim. bu inanç bizde de vardır. Hamile kadınlara, Güzele bak ki,çocuğun güzel olsun, denir. Anlatılmak istenen, iyi duygular, güzelnesnelerden alınan olumlu titreşimlerin bebeği olumlu yönde etkilemesi olsa gerek. Annenin sinirli, gergin ya da üzüntülü olmasıysa bebeği olumsuzetkiliyormuş.
Ve ilginç bir bulgu; anne adaylarının karınlarını okşamalarıöneriliyormuş. Hatta hatta bebekle konuşmaları, ona sakinleştirici müzikdinletmeleri öğütleniyormuş. Hayvanlara ve bitkilere bile müzik dinletmenin olumlu etkisi düşünülürse, bu sav akla yakın geliyor. Örneğin, bitkilerle yapılan bir deney sonucunda, bitkilerin en çok klasik müziği, özellikle de Mozart'ın eserlerini sevdikleri; bu müzikle daha bir serpilip, gelişmelerine karşın, rock müziğini hiç sevmedikleri ve olumsuztepki verdikleri saptanmış.
Bu tür bir ilgi gören bebek güzel sanatlara, müziğe daha yatkın,zeka düzeyi daha yüksek ve kişiliği olumlu oluyormuş. İşte tüm bunedenlerle anne adaylarının karınlarını okşayıp, bebekleriyle konuşmalarısalık veriliyormuş.
:::::::::::::::::::
Çocuklarımızla yaşanan o çok özel anlar...
Ve gelelim odaklaşmış ilgiye. Aslında gözle ve bedensel iletişimle,odaklaşmış ilgi bir bütün ama odaklaşmış ilgi bebeklik yıllarından sonradaha bir önem kazanıyor. Çünkü odaklaşmış ilgi özel bir zaman dilimive yoğunlaşmış dikkat gerektiriyor. Bize ihtiyacı olan çocuğumuzu, sevgipınarındaki suyun alçaldığını sanan evladımızı; sırf onunla ilgilenilen,onun konuştuğu, onun dinlendiği, yarım saatçik için bile olsa, onu oyarım saatin tek yıldızı yapabilirsek, odaklaşmış ilgiyi gerçekleştirebildikdemektir. Böyle özel anları yaşayabilmek için her anne baba kendi yönteminigeliştirmek zorunda.
Geçenlerde kızlarımdan doğumgünümde ve anneler gününde gelen o güzelimkartları sakladığım zarfı çıkardım. Hepsini yeniden okudum, üzerindekiçizimlere baktım, içim bir kez daha sıcacık oldu. Ve birden kartlarınçoğunda yinelenen ortak bir tema dikkatimi çekti. Hep ikili figürlervardı. Örneğin, pembeler içinde çok tatlı bir çay sofrası çizilmiştikartın birinde. Şirin mi şirin pembe bir çaydanlık, kalp biçimindekurabiyeler, çiçekli peçeteler ve içinde çayın tüttüğü iki çay fincanı...Altında sevginin paylaşıldığı o çok özel anlar anlamına gelen bir ikisatır...
Bir başka kart... Kocaman bir kalp, yine pembeler içinde. Vekalbin içinden bakılınca bir bahçe görünüyor. Bahçede yuvarlak bir masa,üzerinde gölge yapsın diye açılmış pembeli beyazlı bir güneş şemsiyesi.Masanın üstünde çiçeklerle dolu küçük bir vazo, yanında bir kitap.Ve masanın iki yanında iki iskemle... Bundan daha canayakın, sıcakve baş başalık mesajı veren kart güç bulunurdu.
Ve yine bir kart... Bu kez dünya sevimlisi iki ayıcık. Yavru ayıannesine bir tahta kova dolusu kırmızı kalpler taşıyor.
Geriye bakıp düşündüğümde değişik koşullarda olmasına karşınher iki kızımla da sadece ve sadece biz ikimize özgü zamanlar yaşamışolduğumuzun farkına vardım. Ve sanki yıllar sonra bu kartları seçerken,o çocukluk ya da ilk gençlik günlerine göndermeler yapıyorlar;baş başalıklarımızı anımsatan çizimleri yeğliyorlardı.
Büyük kızım istediği okulun sınavını kazanınca İstanbul'a anneannesiylededesinin yanına gitmişti. O ilk ayrılık yılları hem onun, hem debizim için gerçekten zordu. Birbirimizi özlüyorduk. Kızımı görmek içinher fırsatta İstanbul'a taşınıyordum. Evde ailemizin diğer bireyleri de olduğu için doğal olarak herkes kendini ilgilendiren konulardan söz ediyor, televizyon izleniyor, telefon çalıyor, kısaca herkesin katkıda bulunduğu bildik ev yaşantısı sürüyordu. Herkes gibi bizim de bu tür bir aile birlikteliğinin sıcaklığına ihtiyacımız vardı kuşkusuz. Ama bununyanısıra baş başa kalmak da istiyorduk.
Bu, benim şu anda düşünebildiğim gibi bilinçli bir yönelme değildi.Tamamen bilinçsizce benim kızıma, kızımın da bana ihtiyaç duymasından,birbirimizi özlememizden kaynaklanan bir yönelişti. Daha İstanbul'avarmadan planlar yapardık. Ve o kıymetli cumartesi, pazarlarıayrı kaldığımız günlerin duygusal açlığını gidermek istercesine, sabahtanakşama dek süren programlarla doldururduk. Baş başa! Güzel bir yerdeöğle yemeği, sonra bir film ya da bir piyesin matinesi, ardındanbir başka yerde çay... Ve konuşur, konuşur, konuşurduk. Okul, sınavlar,dersler; arkadaşlar, komik olaylar, küçük dedikodular, gelecekle ilgili düşünceler... Ve benim küçük kızım, o zor yılları aşmayı başardı.
Lise yıllarına gelindiğinde yine birbirimize ihtiyacımız vardı ama builk senelerdeki gibi duygusal açlık değil, bir özleyiş biçimindeydi. Kızım büyümüştü.
Küçük kızımızsa liseyi bitirene dek bizimleydi. Büyük kızımızlayaşadığımız hasret nedeniyle, böyle bir mutluluğun değerini iyi, hem deçok iyi biliyorduk. Onunla olan özel anlarımızsa mutfakta yaşanırdı. Mutfak masası ciddi-saçma, komik-hüzünlü pek çok duyguyu paylaştığımızyerdi. Derken lise bitti ve kızımız üniversite eğitimi için Ankara'yagitti. Birlikte kaldığı sevgili ev arkadaşı başka bir üniversitedeokuduğundan tatil günleri ayrıydı. Arkadaşı Mersin'e gelince, ben dehemen kızımın yanına uçardım. Ve o Ankaralı yıllarda da küçük kızımlaayrı kaldığımız zamanı karşılamak istercesine, kah onun şirin ve azıcıkdelidolu öğrenci evinde sabah kahvaltılarında, kah bütçesinin elvermediği restoranlarda bu çok özel anları yaşadık. Baş başa!
İkisi de başarılı birer genç hanım şimdi. Baş başalıklarımızsa halasürüyor. Gerçi ayrılıklarla zorlaştırılmış büyüme yıllarında olduğu kadaryoğun bir ihtiyaç duymuyorlar artık ama yine de uzun ya da kısa ayrılıklarsonrası sorunlarımızla, güzel olaylarımızla, çeşitli duygularımızlayeniden birbirimizi bulmak, birbirimize dokunmak, birbirimizden uzaklaşmadığımızı hissetmek istercesine bir baş başalık yaşıyoruzşimdilerde.
Yalnız bu aşamada, kızlarımla ilişkilerimi bilinçli şekilde düzenlemişbir anne olarak kendime kredi veremeyeceğimi belirtmem gerek. Tümbu yaşananları, okuduklarım ve yeni öğrendiklerimin ışığında bugünböyle yorumlayabiliyorum. Ve kendimi karanlıkta el yordamıyla doğruodayı bulabilmiş biri gibi hissediyorum. Bu arada, keşke o yıllarda daha çok şey bilebilseydim, demekten de kendimi alamıyorum.
Odaklaşmış ilgi çocuğumuza onun bir tek tane olduğunun, bir ikincisiolmadığının, onun benzersiz, eşsiz bir varlık olduğunun hissettirilmesidir.Bizim çocuğumuza, sen teksin, dememiz ve onun da, ben değer verilen, demekki gerçekten değerli olan bir varlığım, diyebilmesidir. Bunuduyumsayabilmesi için en etkin yol, gerektiğinde ilgimizionun üzerinde odaklaştırmamız ve bir zaman dilimini bütünüyle onaayırmaktır.
Çocuk düşmüş dizini acıtmıştır. Yanında onu kucağına alıp sakinleştiren,sonra da gözyaşlarını silip dizine bant yapıştıran bir annesi varsa;hastalandığında en sevdiği oyuncağı koynuna verip, ona masal okuyanbir babası olursa; okulda yaramazlık yapıp cezalandırıldığında, evinsessiz bir köşesine çekilip, öğretmenin neden ona kızdığını sakin birbiçimde açıklayarak, bir daha sefere nasıl davranması gerektiğini anlatan bir annesi varsa; bir yarışmada başarısızlığa uğradığında onasonucun değil, yarışmaya katılmanın ve elinden gelenin en iyisini yapmanınönemini anlatan bir babası varsa, bu çocuk sadece mutluluk ve güvenduyguları içinde bir çocukluk yaşamakla kalmayacak, gençlik günlerininsorunlarıyla karşılaştığında da, işte hep bu küçük küçük olay ve anılardanöğrendikleriyle sorunları göğüsleyebilecektir.
:::::::::::::::::::
Önemli olan, çocuğumuzla geçirdiğimiz zamanın süresi değil, niteliğidir
Gelelim bu konudaki bazı yanılgılarımıza... Çocuklarımıza karşıgörevlerimizi yerine getirmenin yeterli olduğu, bir yanılgıdır. Görevlerimizi elbette yerine getirmeliyiz ama görevlerimiz kadar önemli olan, çocuğumuza değer verdiğimizi onun üzerinde yoğunlaştırdığımızilgimizle kanıtlamak olmalıdır. Çocuk bir kez bu duyguyu hissedip, bunainanırsa hem okulda, hem hayattaki başarı grafiği büyük ölçüdeyükselecektir. Bir insanın, başaracağıma inanıyorum, diyerek sorunlarlasavaşabilmesinin ardında, çoğu kez sevgi ve ilgiyle yoğurulmuş bir çocuklukdönemi olduğunu görüyoruz.
Hep tartışılan bir başka sorun. Çocuk için evde oturan bir anne miyoksa çalışan bir anne mi daha yararlı? Konu pek çok yönüyle inceleniyor,araştırılıyor. Ve sonuç, önemli olanın çocukla birlikte geçirilenzaman diliminin niteliği şeklinde beliriyor. Eğer bir ev kadını olan anne çocuğuna iyi bakıyor ama çocuğu bir şeyler anlatmaya çalıştığındaonu dinlemiyor, ona masal okumuyor, onunla oynamıyorsa, özetlemekgerekirse ilgisini çocuğunun üzerinde olumlu biçimde yoğunlaştıramıyorsa,bu beraberliğin pek yararı olmayacaktır.
Burada biraz durup sevimli bir fıkrayı anlatmak istiyorum, azıcıkgülelim diye.
Necmi okuldan yarım saat geç gelmiş. Annesi, Nerde kaldın,diye sorunca, Öğretmen ceza verdi, demiş Necmi.
Ne cezasıymış bu?
Coğrafya dersinde Paris'in yerini bulamadım da...
Anne dalgınmış, Oh olsun! demiş. Bundan sonra eşyalarını koyduğunyere dikkat et.
Evet, ne diyorduk. Evde oturan anneye karşın çalışan anne evegeldiğinde, çocuğuyla geçirdiği birkaç saati onun gün boyu yaptıklarınıanlatmasını dinleyerek, uykudan önce bir iki sayfa kitap okuyarak,onunla oynayarak (zavallı kadın) geçirebilirse gerekli duygu akışını sağlamış oluyor. Ama hem ev kadını, hem de ilgili bir anne tabii ki çocukiçin en harika çözüm. Hatta okuduğum bir makale, Japonya'nın bugüngeldiği yeri büyük ölçüde çocuklarının yüksek eğitim almış, kültürlüanneler tarafından yetiştirilmelerine bağlıyor. Okuldaki teknik bilgilerin yanısıra evde sevgi, saygı, kültür ve temel değerlerkonusunda anneleri tarafından eğitilmeleri sonucu, sadece tek yöndedeğil, birbiriyle uyumlu biçimde her yönde ilerleyen bir toplumoluşturabildikleri vurgulanıyordu. Öte yandan, çocukların çalışan vebir işi olan anneleriyle gurur duydukları da saptanan ayrı bir bulgu.Bir meslek sahibi olmak için yıllarca dirsek çürüttükten sonra onca zamanverdiği emeği bu acımasız rekabet ortamında, haklı olarak, yitirmekistemeyen genç kadınlarımız için bu bulgu çok önemli. Demek ki, önemliolan çocuğumuzla geçirdiğimiz zamanın niteliği. Yirmi dört saat birlikteolur, hiçbir şey vermeyebiliriz; iki saat birlikte olur çok şey verebiliriz.
:::::::::::::::::::
Çocuğumuzun sevgisini satın alamayız, onu kazanmamız gerek
Bir başka yanılgı da çocuklarımıza istediklerini ya da pahalı armağanlaralarak onlara karşı görevimizi yaptığımız ve sevgilerini kazanacağımızinancıdır. Çocuğumuzun sevgisini satın alamayız, onun sevgisinikafa yorarak, emek vererek ve hepsinden önemlisi ilgi göstererekkazanmamız gerek.
Bakın bir üniversiteli insanın içine işleyen bir anlatımla neler diyor.
Keşke babam bir kez olsun, evet bir tek kez olsun doğum günümühatırlasaydı!
Annem pasta yapar ve bir öpücük kondurur yanağıma. İşte İyi kidoğduğuma o an sevinirim ve duygularım coşkun bir pınar gibi çağlar.O an daha çok severim annemi.
Çocuklarınızı mutlu etmek istiyorsanız, öyle büyük ve pahalıhediyelere hiç gerek yok. Bir tek öpücük ve candan bir kucaklama yeter.Bir deneyin ve o anda çocuğunuzun gözündeki pırıltıyı görün ve bununkeyfini doyasıya yaşayın.
Sevgiyi kazanmak deyince, bu kez de aklıma Türk dostu Henriettave Bruce Kamp çifti geldi. Onlar müzelerimizden çok sokaklarımıza vegündelik yaşantımıza ilgi duymuşlardı. Ve İstanbul'u bir kez de onlarıngözünden yaşamak çok güzeldi.
Balıkpazarındaki manavlara, özenle dizilmiş rengarenk meyvelere,sebzelere, Oynama balık, diye bağırışan satıcılara bayılmışlardı. MısırÇarşısıysa baharat meraklısı Bruce için bulunmaz bir hazineydi sanki.
Boğazın deniz trafiği onları dehşete düşürmüştü! O koca kocaşileplerle sandalların aynı yerde gidip gelebilmelerini akılları almıyordu bir türlü. Oysa bu benim aklıma bile gelmemişti. Onlar söyleyince tehlikenin farkına vardım. Eh, ne de olsa kaderci bir milletin evladıydım ben de... Ulusal ulaşım aracımız minibüslerdeyse, şoförledolmuş halkı arasında gidip gelen paralar onları kıkır kıkır güldürmüştü.Hele de bıçkın şoförümüzün bir yandan dirseğiyle direksiyonu yönlendirirken,bir yandan da şakır şakır paraları sayarak günün dökümünü yapışı onlaraBoğazın deniz trafiği ve tehlikesini çoktan unutturmuş, ilgilerini çokdaha yakın tehlikeler üstünde yoğunlaştırmıştı!
Yaz akşamlarının İstanbul'u herkesi olduğu gibi onları da büyülemişti.Durup durup, Bu saatte bunca insan sokaklarda... ve ne rahatlar... deyipduruyorlardı. Doğrusu tehlikeler konusunda olduğu gibi budurumun da pek farkında değildim. Aynı yerde yaşaya yaşaya insanpek çok şeyi kanıksıyor. Onların hayranlığı, bir süre için de olsagözlerimi açtı diyebilirim.
Taze balık ve roka salatası eşliğinde rakılarını içerken koyu birsohbetin tadını çıkaran, arada bir de kahkahayı patlatan bu keyif ehliinsanların doldurduğu denizüstü balık lokantaları; Rumelihisarı'ndakikonserlerden çıkan coşkulu gençlik seli; deniz kenarında renklifırıldaklarla süsledikleri el arabalarında kağıt helva, kaynamış mısırve çiçek satanlar; birbirine sarılmış gezinen aşıklar, ailece Emirgan'ınçay bahçelerinde oturup gelip geçenleri seyredenler, tavernalardanyükselen oynak müziğin ezgisi, denizin kokusu... Hani tozlu bir fotoğrafışöyle bir silersiniz de resim ortaya çıkınca, meğer ne güzelmiş, dersinizya, işte bu sevgili dostlar da kanıksamanın tozlarını silkerekİstanbul'umuzu tüm güzelliği ve çeşitliliğiyle yeniden görmemizisağlamışlardı. Laf aramızda, yabancı dostları gezdirmenin en büyük yararıda bu olsa gerek.
Yetişkin çocuklarıyla sıcak ilişkileri vardı Henrietta veBruce'un. Onlarla birlikteyken gerçek bir aile dayanışması ve sevgialışverişiyle karşı karşıya olduğunuzu hemen sezinleyebiliyordunuz. Amabeni asıl etkileyen gelinlerini de aynı sıcaklıkla bağırlarına basmışolmaları ve gelinlerinin de benzer biçimde onlara bağlanmış olmasıydı.Çok zengin bir aile değillerdi, gelinlerini takılarla donatmamışlardı amasevgisini kazanmışlardı. Nasıl mı? Bunu onlarla konuşurken satıraralarından yakaladığım kadarıyla anlatmaya çalışayım.
Oğluyla gelini evliliklerinin ilk yılında Noel tatilini birliktegeçirmek için onlara gidiyorlar. Henrietta tüm geleneksel Noelhazırlıklarının yanısıra bol bol da ailenin sevdiği kurabiyelerdenyapmış. Gelini bunların içinden bir tanesini çok beğeniyor. Daha sonragençler arkadaşlarıyla buluşmak için evden çıkıyorlar. Gece geç vakit evedöndüklerinde masanın üstünde yeni pişmiş, taptaze bir tabak kurabiyeduruyor. Evet, bildiniz! Gelinin çok beğendiğini söylediği o kurabiyedenhemen bir tabak dolusu pişirip, eve döndüklerinde bulmasını sağlamıştıHenrietta. Aileye yeni katılan biri için bundan sıcak bir, aramızahoşgeldin, davranışı olabilir mi?
Daha sonra bu kez bizim dostlar başka bir kentte yaşayan oğullarıylagelinlerini görmeye gidiyorlar. Ve geldiklerinin ilk günü Henriettamutfağa girip kavanozlar dolusu reçel yapıyor. Neden mi? Gelini çilek reçelini seviyor da ondan.
Gelini çalışmaktadır. Oğullarına soruyorlar, Evi temizlesek karınkızar mı? diye. Öyle ya, bazı hanımlar evlerine kendilerinden başkasınındokunmasını istemeyebilirler. Bunu da düşürıüyorlar. Ve oğullarının,karısının bundan rahatsız olmayacağını, tam tersine memnun kalabileceğinisöylemesi üzerine, karı koca koüarı sıvayıp evi bir güzel temizliyorlar.
Eve döndüğünde bu hoş sürpriz karşısında duyguianan ve o an nediyeceğini bilemeyen gelinine, İş dönüşü temiz bir evin hoşunagidebileceğini düşündük de... diyor Henrietta, yüzünde kocaman birgülücük.
Gereksinimler ve beğeniler konusunda geliştirilmiş bir duyarlılık,sonra da bunu uygulamak için gösterilen çaba, verilen emek... İşte bukazanılan sevgi oluyor. Bu tür bir kazanılmış sevgiyi bazılarımız ailelerimizle yaşama şansını yakalamışızdır ama beni burada mutlu eden,böylesine incelmiş bir sevginin kayınvalide gelin arasında dayaşanabilirliğini görmek.
Gerçekten de sevgi satın alınamıyor ama duyarlılıkla, ilgiyle, emeklepekala da kazanılabiliyor. Onun için bu sözlerin altını çizerek zihnimizeyerleştirelim.
Çocuğumuzun sevgisini satın alamayız, onu kazanmamız gerek.Biliyorum, tüm bunlar hele de binbir işe koşmak zorunda olan bizanne babalar için hiç de kolay değil. Ama unutmayalım ki, her şey bekleyebilir ama bir çocuğun sevgi gereksinimi bekleyemez ve o önemlianlar yaşanmazsa, bir daha geri getirmenin olanağı yoktur. Bir çocuğunmutlu bir insana dönüşebilmesini sağlayan koşulsuz sevgi ve yöntemleriher şeyden önce gelir. Ev işlerinden de, hatta çocuğun eğitim vedisiplininden de... Koşulsuz sevgi ve bunu ona göstermek çocuğumuzlaaramızdaki en temel ilişkidir. Yükselecek olan binanın en güçlütemel taşıdır.
Antenlerimizi kullanalım, duyarlılığımızı, kendi yöntemlerimizigeliştirelim ve çocuğumuzla yaşadığımız o en önemli yıllarda bu türolayları kaçırmayalım. Ve bunu yapmamız gereken bir görev olarakgörmekten de vazgeçelim. Bakış açımızı değiştirelim. Dünyayı bir çocuğungözlerinden görmek, onun gözlemlerini dinlemek, mantığına ve düşüncelerinetanık olmak aslında muhteşem bir şey. Böylesi bir bakış açısı onatemel gereksinimini kazandırırken, bize de doyumsuz bir zenginlik ve renklilik yaşatacaktır, Bir daha geri gelemeyecek o günleri birlikte yaşıyor olacağız, Gün gelip o büyüyüp evden ayrılırken ve bizarkasından el sallarken, en azından bu kıymetli günleri birlikte yaşamışve ortak pek çok anımız bulunduğundan hem o, hem biz huzurlu ve doymuşolabileceğiz. Keşke... leri değil, iyi ki... leri yaşamış olacağız.Bütün bunların ışığında, çocuğumuza ayırdığımız zaman ne büyükbir önem kazanıyor, değil mi?
:::::::::::::::::::
Peki, biz treni kaçıranlar ne yapmalıyız?
Şimdi tüm buraya kadar söylenenler genç anne babaların ya dageleceğin anne babalarına ışık tutabilir, işlerine yarayabilir. Peki, ya biz treni kaçıranlar ne yapacağız? Çocukları gençlik çağına gelipdayanmış olanlar, bizim zamanımızda bu tür bilgiler içeren kitaplar pek olmadığından, yeni yeni bilgilenerek yaptığı hataların, düştüğüyanılgıların farkına varan bizler ne yapabiliriz bu saatten sonra?
Çocuklarımızla güzel bir ilişki kurmak için, şimdi, şu noktada neyapmamız gerek?
İki yol var önümüzde...
Biri alışılmışın çekici rahatlığını sunan çok kullanılmış otoyol;diğeriyse ulu ağaçların gölgelediği az kullanılmış engebeli patika...
Zaten hepimiz yaşamımızın her anında bu seçimi yapmaya zorlanmıyormuyuz? Ya evimizde gördüğümüz, öğrendiğimiz kuralları düşünmeden,sorgulamadan uyguluyor ve biz böyle gördük, böyle yetiştirildik,bahanesine sığınıyor ve bir parçacık rahat uğruna neler neler fedaediyoruz. Ya da, hele dur çocuğumu bir dinleyeyim, bir de onundüşüncelerini öğreneyim; işe bir de onun açısından bakayım, belkiöğrenebileceğim şeyler vardır, diyerek engebeli patikayı seçip, herkıvrımında yeniliğin, değişik fikirlerin, alışılmamışın getirdiğiönce ürküntü, sonra da coşku ve mutluluğu çocuklarımızla birlikteyaşamaya yöneliyoruz.
Engebeli patikayı seçenler bu yolu seçtiler de, her şey hemen güllükgülistanlık mı oldu? Elbette hayır. Ama unutmayalım ki, kolayı seçenleroldukları yerde duruyor ve hiçbir aşama yapmıyorlar, demek ki zatensıfır noktasındalar. Oysa engebeli patikayı seçenler, en azındandeniyorlar. Yine sorunlar oluyor, yine bazı şeyler tam istendiğigibi olmuyor belki, ama en azından sıfır noktasında donulup kalınmıyor;karşılıklı alışveriş başlıyor, bir yerlere varabilmek için ellerbirbirine uzanıyor. Bu tür insanlar hiç olmazsa, ben denedim, diyebiliyorlar. Ve bunu diyenler de mutlaka ama mutlaka bir yerlere varabiliyorlar.
Bilgisizliğimiz nedeniyle hatalı davrandığımızı ve bu yüzden ailedegerekli iletişim düzenini kuramadığımızın farkına varan, bu aradabaşkalarının çocuklarının yazdığı mektuplarda da zaman zaman kendimizibulan bizlere, bakın uzmanlar neler öneriyorlar.
Geçmişi geçmişte bırakın! Hesaplaşmaları da bir kenara bırakın.Ve hemen bugünden başlayarak çocuğunuza sevgiyle, sabırla, hoşgörüyleyaklaşın. İlk başlarda her iki taraf için zor olsa da, zaman içindeçok şey değişecektir, diyorlar.
Eğer çocuğumuz yara almışsa, iyi bir ilişki kurabilmek için birpsikoloğun yardımını istememiz gerek. Çocuğumuzu ancak bu tür biryardımın desteğiyle, sabırla ve zaman içinde kazanabilir, onunla olumluilişkiler içine girebiliriz.
Yok hatalarımız bu denli ciddi değilse, iyi niyetimizi ve gayretimizigördükleri zaman gönülleri alınacak ve kollarımıza koşacaklardır.Gençlerimiz kin tutmazlar. Bir tatlı söz, bir anlayışlı ve yumuşak davranışonların sevgiye sonuna kadar açık yüreklerinde hemen yerini alacaktır.Çocuklar ve gençler gerçekten çok bağışlayıcı ve sevecenler. Bunu lafolsun diye söylemiyorum. Annesi babası geçinemeyen ya da boşanmışgençlere bir bakın. Önlerinde kavga ediliyor diye üzülüyorlar. Sadeceüzülüyorlar. Kimseyi yargılamıyorlar. Üzülüyorlar, çünkü hem annelerini,hem de babalarını çok seviyorlar. Ve onlar biraraya gelince de herşeyi unutup yeniden başlamaya hazırlar. Demek ki, sorunsuz ilişkileriçin bizden biraz çaba gerek. Onların kapıları açık, hem de sonunakadar. Yeter ki, bizler içeri girmeyi başaralım.
Ve bunun için önce sevgimizi açık açık ve coşkuyla verelim.
Hemen bugün, şu andan başlayarak onlara sevgimizi sadece yaptıklarımızladeğil, davranış ve sözcüklerle de anlatalım. Her fırsatta onları ne kadarçok sevdiğimizi, sımsıkı bağrımıza basıp söyleyelim. Korkmadan, açık açık,Seni seviyorum, diyelim.
Hoşgörülü olalım.
Onlar bizim çocuklarımız ama malımız değiller. Ayrı, hem de apayrı birerinsan onlar. Zevkleri, düşünceleri, beğenip beğenmedikleriyle birer kişilikonlar. Geleneksel baskıcı sistemi omzumuzdan silkip, hakkında bol bolkonuştuğumuz demokrasiyi evimizin içinde de uygulamaya gayret edelim. İşedemokrat kafalıymışız gibi başlayalım! Şaka bir yana, zaten bunu kafamızıniçinde çözüp kabullendiğimizde irili ufaklı pek çok tartışmanın da sonbulduğunu göreceğiz.
Onları dinleyelim.
Önce önyargılarımızı, daha evvel öğrendiklerimizi bir kenara koyarak,kafamızın pencerelerini ardına kadar açıp onları dinleme alışkanlığınıgeliştirelim. Laflarını ağızlarına tıkmayalım. Susup dinleyelim bakalımneler söyleyecekler. Sonra da sakin sakin tartışmaya kendimizi hazırlayalım. Ama önce onları dinlemeyi öğrenelim. Ve biliyor musunuz, eğergençlerimizi önyargısız dinlersek, pek çok konuda mantıklı düşündüklerinive haklı olduklarını görebileceğiz.
Onlarla konuşalım.
Örneğin, neden bir konuda izin vermek istemediğimizi bağırışıpçağrışmadan, çünkü ben öyle diyorum da ondan, gibi mantıksız nedenlerlekestirip atmadan, kuşkularımızı, korkularımızı onlara anlatalım.Sonra da bırakalım onlar cevap versinler. Belki gençlerimiz bizi ikna edecekler, belki de biz onları. Ama önce açık fikirli olup, lütfen lütfen konuşalım çocuklarımızla.
Gündelik yaşamda çocuklarımıza saygılı olalım.
Ufak tefek zevklerini, müziklerini, giyimlerini mesele yapmayalım,anlayışlı olalım. Kendi gençlik günlerimizi anımsamaya çalışalım.
:::::::::::::::::::
Sevgimizi bilmeye hep ihtiyaçları vardır
Ve son olarak da, şunu hiç ama hiç unutmayalım ki, çocuklarımızkaç yaşında olurlarsa olsunlar bizim sevgimize ve bu sevgiyi bilmeye ihtiyaçları vardır. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, bizim onları sevdiğimizi, gönlümüzdeki o çok özel yerlerini kimseninalamayacağını, düşüncelerimizden ve dualarımızdan hiçbir zaman eksikolmadıklarını bilmek ihtiyacındadırlar.
Önlenemez ayrılık zamanı gelip çattığındaysa, bu kez de birzamanlar onları çok sevmiş olduğumuzu anımsamaya ihtiyaçları vardır.
Ve işte sanki bu sözlerimi kanıtlarcasına yazılmış bir içli şiir.
ANNELER GÜNÜ


Bugün anneler günü
Annelerin günü.
Şimdi çocuklar
Ellerinde hediyeler
Annelerini mutlu etmekteler.


Bugün anneler günü
Anneciğim bak ben geldim.
Kucağımda çiçekler
Yüreğimde sevgiyle geldim.
Kalk sarıl bana anneciğim
Ne olur duy sesimi
Kalk sarıl bana anne
Gör beni ben geldim anne


Bugün anneler günüydü
Ben de annemi ziyaret ettim.
Kalkıp sarılmadı bana
Beni özlemedi mi ne?
Öpmedi beni
Duymadı sesimi
Sarılmadı, sevmedi beni.
Anneciğim ne oldu?
Yoksa bir kusur mu işledim?
Bir hata mı ettim
Küstün mü yoksa bana?
Anneciğim affet beni
Bir hata ettiysem bağışla beni.


Bugün anneler günü
Ama bu mezardan
Sana sarılmadan
Seni öpmeden gitmeyeceğim.
Bugün anneler günü
Ben yine annesiz
Hasret dolu günler geçireceğim.
Serap şahin
:::::::::::::::::::
Bir tek sevenim bile olmadı diyenler var...
Sevgili Serap, gözyaşlarımı tutamadan okuduğum bu güzel şiirinden yolaçıkarak sana söylemek istediğim şeyler var. Adresin tam olarakverilmediğinden, sana yazmış olduğum teşekkür mektubu geri geldi. İşte bunedenle sana buradan seslenmek zorunda kaldım.
Annen hayatta olduğu sürece onun sevgisini yaşamışsın. O sana sevgisiniverebilmiş, senin için hayaller kurmuş. Ve sen bu sevgiyle büyümüş, bugünkügüçlü genç kız olabilmişsin. Bir de annesi babası hayatta olduğu haldehiçbirinden sevgi görmemiş, onun için hayaller kurulmamış, hatta hattaistenmemiş ve istenmeyenler var. Geriye dönüp baktığında, Benim bir teksevenim bile olmadı, diyenler var.
Ne demiştik, yaşama zamanı, ölme zamanı... Ölme zamanı bazen çok erkengelebiliyor ama sonuçta kaçınılmaz bir şey bu, herkes için.Senin, benim, hepimiz için. Önemli olan böylesine güzel bir sevgiyipaylaşmış olman, anılarının olması, annenin seni çok ama çok sevmişolduğunu bilmen, bu sevgiden aldığın güçle birlikte kurduğunuz düşlereyönelmen. Ve bunu hem kendin, hem de annen için yapman. Annenlearanızda yaşanan o sevgiyi yüreğinde hep sıcak tutan ve gün gelipsenin de bir çocuğun olduğunda bu değerli mirası ona aktarman. Acınıyüreğinde yoğururken, biraz da bu açıdan düşünmeni istedim.Önünde uzanan tertemiz, dokunulmamış kendi yaşamında sanasağlık, mutluluk, başarı ve özellikle de bol kahkahalı günler dilerim. Eminim annen de aynı şeyleri isterdi senin için. Seni sevgiyle kucaklıyorum.
:::::::::::::::::::
Onlara Mutlu Bir Çocukluk ve Gençlik Armağan Etmek Elimizdedir
Neden bu dünüyaya çocuk getiririz, hiç durup düşündünüz mü?
Sahi neden çocuk yaparız biz? Bakın bazıları bu soruyu nasıl yanıtladılar.
Soyum devam etsin diye.
Yalnız kalmamak için.
Yaşlanınca sonra kim bakar bana.
Ne bileyim, doğanın kanunu bu. Doğar, büyür, evlenirsin; sonrada çocuk yaparsın.
Farkına vardıysanız yanrtların hiçbiri gerçek hedefe yönelik değil.Bir çocuk isterken, vermeye hazır bir konumda olmak, en birincil,en önemli etken olmamalı mı? Oysa yukarıda sıralananların tümü almayayönelik bencil gerekçeler. Güç de olsa bunu itiraf etmek zorundayız.Kendi kendimizle ve hatalarımızla yüzleşemezsek, bundan kaçarsak uluağaçların gölgelendirdiği kıvrımlı patikayı değil, yine o çokkullanılmış otoyolu seçip olduğumuz yerde, bir arpa boyu yol almadankalacağız, demektir.
Bundan birkaç yıl önce televizyonda evlat edinen ünlü film yıldızlarıylabu konuda yapılan bir söyleşiyi izliyordum. Kimi bir çocuk, kimibeş, kimi karaderili, kimi Uzakdoğulu bebekleri evlat edinmişlerdi.Programın yöneticisi neden evlat edindiklerini sorduğunda gelenyanıtlar anımsayabildiğim kadarıyla şöyleydi:
Çünkü çocukları çok seviyorum.
Önce çocuk seven biriyim, sonra da olanaklarım var. Neden birkaççocuk daha bundan yararlanmasın?
Yanımda oldukları sürece yaşamıma renk ve anlam katacaklar.
Söylenenleri özetlersek, ortaya çıkan sonuç evlat edinirken onlarınalmaya değil, vermeye hazır olduklarıydı. Sevgi ve ilgilerini buçocuklara vererek onları mutlu etmeyi amaçlıyorlardı. Çocuklarınmutluluğuysa dönüp onları mı¦tlu edecekti. Beklenti ve elde etmeyidüşündükleri işte bu sevgi çemberinden ibaretti. Ne derecede başarılıoldular, bunu bilemeyiz ama önemli olan çıkış noktasının doğru seçilmişolmasıydı. Bir çocuk isterken çıkış noktası çok önemli.
Bana bakacak.
Yalnız kalmayacağım.
Yaşlılık sigortam o
şeklinde düşünce ve çıkış noktaları almak üzerine kurulu. Bu hemgerçekçi olmayan, hem de her iki tarafa da mutsuzluk getiren birtutum. Hiç kimsenin kendi çıkarı için bir başka insanı bu dünyaya getirmeyehakkı yok. Biz doğurduk diye ona malımızmış gibi davranamayız. Belkibiz doğurduk ama apayrı bir insan o. Kendinin insanı. Böyle bir yaklaşım sergilersek, haklı olarak isyan edecek ve bu tür yanlış düşüncelersonucunda karşılıklı mutsuzluklar yaşanacaktır.
Almak üzerine şartlandık mı, bunun getirdiği bir ikinci sakınca dakendimizi bir insan yetiştirmek kadar önemli bir konuda hazırlamayagerek duymamamız. Oysa bu dünyaya bir insan getirmenin ömür boyusürecek bir verme eylemi olduğunun farkına varırsak, o zaman busorumluluğu omuzlayabilmek için hazırlıklı olmamız gerektiğinidüşünebileceğiz. Bllgilenmeye, bilinçlenmeye çalışacağız. Kendi kendimizi,ben bu işin üstesinden gelebilir miyim, diye sorgulayacağız.
Ayrıca, bir çocuğu dünyaya getirirken, onun onayını almıyor, onadanışmıyoruz. Bu kararı onun yerine biz veriyoruz. Böyle olunca da,onun bize değil, bizim ona karşı sorumluluk ve görevlerimiz ağırlık kazanıyor.
Bakın ünlü hümanist ve bilim adamı Albert Schweitzer, KarşılıkBeklemeden başlığıyla sunulmuş bir denemesinde neler diyor: Hiçkimse bir diğerine, birbirimize ait olduğumuz için senin düşüncelerinibilmeye hakkım var, diyemez. Bir annenin bile çocuğuna böyle davranmayahakkı yoktur. Bu tür baskılı istekler, aptalca ve sağlıksızdır. Bukonuda en değerli, insanları harekete geçiren, onlara heyecan verenoluşum, verme eylemidir. Sizlerle yola çıkmış olanlara kendinizden,gönlünüz ve aklınızdan verebildiğiniz kadar verin; karşılık beklemedenverin. Ve eğer onlardan size bir tek şey geri gelirse, bunu da çok değerli bir armağan olarak kabul edin.
İşte çocuklarımızla ilişkilerimiz böyle olmalı. Onları karşılıkbeklemeden sevmeli ve istemeliyiz.
Yine o söyleşiye dönerek çok çarpıcı bulduğum bir başka düşünceden sözetmek istiyorum. Programı yönetenin son sorusu, Evlat edinmek isteyenlereneler önerirsiniz? idi. Adını anımsayamadığım bir film yıldızı, Sakınhayır olsun diye çocuk almayın, dedi ve ekledi. Çünkü bu sağlıklı birneden değil ve buradan yola çıkarak sağlıklı bir ilişki kurulamaz. Siz hepkendinizi ona yardım ediyor olarak düşünecek ve hissedeceksiniz. Çocuğagelince, o da sizin bu tavrınızı, duygularınızı, siz ne kadar dikkatederseniz edin sezinleyecek ve böylece gerçek bir sevgi bağı oluşamayacak.
Oysa çocukları gerçekten seviyorsanız ya da özellikle bir çocuğaiçiniz ısındıysa ve o çocuğu sadece o çocuk olduğu için evlat edinirseniz,yaptıklarınızın çetelesini tutmayacak ve yardım eli uzatmış birinsan davranışı içinde olmayacaksınız. Çocuk da bunu sezinleyecek ve beni,benim için seviyor, diye düşünerek o da size aynı duygularla yaklaşacaktır.Bunlar çok hassas duygu alışverişleridir. Sessiz dalgalar halindeinsanlar arasında gidip gelirler.
Bakın kimileri bir evlat edinirken konuyu nasıl deşiyor, düşünüyor.Bir rengin tonlarındaki farklılıklar gibi sevgi ve duygu yelpazesindekiçeşitlilikleri de teker teker ayırıyor, inceliyor. İşte bizler de bırakın evlat edinmeyi, kendi çocuğumuzu dünyaya getirmeden öncekadınımızla, erkeğimizle artık kendimizi sorgulamalıyız. Daha da güzeli, gençlerimiz evlenmeden önce şu soruları sormalı.
İkimizden birinin geçmişinde çocuk için sakıncalı olabilecek hastalıklarvar mı? Kan gruplarımız uyuşuyor mu?
Akraba evliliklerinin sakıncaları nelerdir?
Evlenmeden önce asrın vebası diye anılan AIDS testi yaptırdık mı?AIDS'in sadece eşcinsellere özgü bir hastalık olmadığını biliyor muyuz?Ne olduğu ve nasıl bulaştığı hakkında bilgimiz var mı?
Ve bu sorulardan sonra gelelim çocuk konusuyla ilgili olanlara:
Ben bu dünyaya bir insan getirmek istiyor muyum?
İstiyorsam, bunu neden istiyorum?
Önce ben bunu iyice düşündüm mü; eşimle konuyu tartıştık mı?
Bir bebeğin yaşamımıza getireceği değişikleri karşılayacak olgunluktamıyız?
Buna ruhsal ve parasal açıdan hazır mıyız?
Biz, karı koca olarak, bir insan yetiştirmenin sorumluluğununfarkında mıyız? Gerekli sevgi ve ilgiyi verecek düzeyde miyiz? Bilinçli miyiz? Bir ana baba okuluna gitmeyi düşünüyor muyuz?
Ve en önemlisi bir çocuk dünyaya getirirken onu koşulsuz sevmeye, onazaman ayırıp hizmet vermeye, kısaca bir ömür boyu derece derece sürecekverme eylemine hazır mıyız?
:::::::::::::::::::
Çocuklardan parmak ısırtan öneriler
İşte günümüz artık bu soruların sorulduğu gündür. Dünyaya birçocuk getirmeden önce gençlerimiz bu soruları soracaklar. Yanıtlarolumluysa o bebek dünyaya gelecek, değilse gelmeyecek.
Ve bunun böyle olmasını en çok isteyenlerse yine çocuklarımız...çünkü belirsizliklerin, bilgisizliklerin acı faturası onlara çıkıyor. Annesiyle babasının yetersiz oldukları, gerekli sevgi ve ilgiyi görmediği gerekçesiyle mahkemeye başvurarak, onlardan boşanmak isteyen çocuğunöyküsü, bu tepkinin en sivri örneği. Çocuk, kendisine iyi davranacakbir ailenin yanına yerleştirilmek istediğini de eklemiş, davayı açarken.
Bizdeki örneklere gelince... Bizim çocuklarımız isteklerini 1991yılında toplanan 1'inci Ulusal Çocuk Kurultayındaki sonuç bildirgesindedile getirmişler. Kurultaya bütün illerimizden biri ilk, diğeri ortaokul öğrencisi ikişer çocuk delege katılıyor. Ve sonuç bildirgesi, düşlenendünyanın yaratılabilmesi için çeşitli komisyonların önerilerinden oluşuyor.
Bakın aile komisyonunun çocuk delegeleri neler önermişler:
1- Akraba evliliğinden kaçınılmalı.
2- Sağlık sorunlarının genetik olabileceği de düşünülerek, çocukdaha anne karnındayken kontrol altına alınmalıdır.
3- Erken yaşta evlenme önlenmelidir. (Bakın bana gelen mektuplardanbirinde bu konuda ne denmiş.)
Keşke... diyor bir genç kız. Babam genç yaşta evlenmiş olmasınınacısını bizden çıkarmasa...
4- Evliliğin boşanmayla sonuçlanmaması için eşler önceden birbirlerinitanıyıp anlamalılar. (Flörtü yasaklayan zihniyetin kulaklarıçınlasın!) Buna rağmen anlaşma mümkün değilse ana baba ayrılabilir. Bu,çocuğa anlatılmalı, ana ya da baba kötülenmemelidir.
Bana gelen mektuplarla bu istekler öylesine birbirine denk düşüyorki, hemen bir örnekle bunu belirtmek istiyorum.
Yazmak istediğim konu boşanmış anne babalarla ilgili.Sanırım bu konu beni olduğu gibi pek çok genci rahatsız ediyordur. Annemlebabam ayrılmış olabilirler, bu gayet normal bir durum. Ama birinindiğerini kötülemesine gerçekten dayanamıyorum. Tamam anne, ben babamlayaşıyorum ve onu çok seviyorum. Seni de en az onun kadar seviyorum ve babamhakkında kötü bir şey duymak istemiyorum, demekle pek de çözüme ulaştığımsöylenemez. Oysa ikisini de o kadar çok seviyorum ki... İkisinden birinidaha çok ya da daha az sevmeme imkân yok. Çünkü biri annem, öbürü babam.İki annem olsaydı, tamam o zaman şu annemi daha çok seviyorum, diyebilirdimama bir tanecik annem ve bir tanecik babam var.
Onları çok seviyorum, onların da beni çok çok sevdiklerinden eminim.Ben hastayken kuşkulu bakışları, başarılarımdaki övünçleri bu sevginin enbüyük kanıtı.
Güçlü, akılcı ve duygulu bir mektup. Ah, bir de o sevgi çekişmeleriolmasa... Ve dönelim çocuk kurultayından gelen önerilere.
5- Evlilik kararı anne babanın rızası alınmakla birlikte evlenecekkişilere ait olmalıdır (Bu öneriyle çocuklar uyumsuz ana babalar ve onların olumsuz ilişkilerinden çektikleri sıkıntıyı dile getiriyorlarsanki.)
6- Ailede fikir uyuşmazlığı sevgi ve hoşgörüyle giderilmeli, birlikteyaşamanın kuralları aile bireyleri tarafından belirlenmeli. Anne baba, gelin kaynana geçimsizlikleri çocuğa yansıtılmamalı.
Ve yine bana gelen mektuplardan alıntılar...
Anne ve babalar çocuklarının yanında kesinlikle kavga etmemeliler. Aksihalde bu, çocuğun huzurunu bozup, onu psikolojik açıdan rahatsız eder veailede bulamadığı sevgiyi farklı ama kötü insanlarda aramasına neden olur,diyor bir genç okurum.
Bir başkasıysa, Keşke annem ve babam tartışmayı, birbirleriylekonuşmayı, sorunları birlikte çözmeyi bilselerdi, diyor.
Ve geliyoruz çocuklarımızın bence devrim yaratacak nitelikteki isteğine...
7- Aile okulları açılmalı, çocuk sahibi olmak isteyenler bu okullaradevam etmelidir. Bunun için devlet destek sağlamalıdır.
Gördüğünüz gibi çocuklarımız işin özünü daha 1991 yılında yakalamışlarbile. Artık bilinçsiz, acemi ellerde olmak istemiyorlar. Eğer biziistiyorsanız, gidin önce kendinizi eğitin, yeterli kılın ve bu işin üstesinden gelebilecekseniz bizi dünyaya getirin, diyorlar. Tüm anne babaların böyle bir eğitim aldıklarını bir düşünün. Çocuk eğitimindedevrim denmez de ne denir buna?
Ve bizim çocuklarımız bugün artık bunları düşünüyor. Sorunlarıdeşiyor, dile getiriyor ve çözümler öneriyorlar. Ne güzel, değil mi?
Bu noktadan yine çok ilginç ve bir o kadar gerekli noktaya değiniyorçocuklarımız. Bakın eğitim komisyonu delegeleri bilinen istekleriyineledikten sonra ilk kez dile getirilen bir önerinin nasıl altını çiziyorlar.
8- Kişilik Kazanma amacına yönelik özel dersler verilmelidir.Düşünebiliyor musunuz, bu öneriyi getirenler eğitimden sorumlu kocakoca yöneticiler, eğitimciler, müdürler, müsteşarlar değil; ilk ve ortaokul öğrencileri... Kendini tanıma, kişiliğini bulma ve geliştirme; böylelikle yaşamına gerçek kimliğiyle kendi damgasını vurmanın öneminisezinlemişler. Sezinlemekten de öte, artık bu aşamada bir arayış içine girmişler; birileri bu konuları bize anlatsın, öğretsin, diyorlar. Eğitimin ilk ve temel amacının, bireyin kişiliğini geliştirmesi; hayatınınkendisine ve başkalarına ifade ettiği anlamı kavraması olduğu düşünülürse,çocuklarımızın kendi kafalarıyla doğru yolu bulduklarını görüyoruz.
Her şeyden önce, çocuğumuzun kendini sevmesini ve iyi hissetmesinisağlamalıyız Ve yine bu öneri bana yazılan öyle çok mektupla aynı özlem vearayışları dile getiriyor ki... Aşağıda sunacağım alıntılarla ilgili küçük bir not... Gençlerimizin bana yazdıkları güzel sözleri her zaman yüreğiminderinliklerinde ikimizin arasında kalacak biçimde saklamayı yeğlemişimdir.Şimdi okuyacağınız aiıntılarda mektubun örgüsünü bozmamakiçin koymak zorunda kaldığım onlar tarafından bana atfedilmiş güzelliklervar. Yanlış anlamayacağınıza inanarak devam edelim.
Çok kötü bunalıma girmiştim. Bunun nedeni %30 gerçeklerse, %70 benimkendi karamsarlığımdı (...mış). Bir gün artık dayanamayınca, bir arkadaşımaiçimi döktüm ve o, ertesi gün bir kitap ve birkaç yazıyla yanıma geldi.Bunları oku. Ama sindire sindire, anlayarak oku,' dedi. Kitabın adı, BirPırıltrdır Yaşamak'tı ve verdiği yazılar da bir gençlik dergisindendi. Okitabı gerçekten de sindire sindire okudum ve anladım ki, ben hayatıyaşamayı bilmiyorum, çünkü kendimi sevmiyorum. İçinde bulunduğumdurumun büyük bölümünü ben yaratmışım. Arkadaşımın sayesinde o kitaplaöyle bir uykudan uyandım ki, artık hayatı tanıyorum.Her şeyden önemlisi kendimi seviyorum. Son kitabınızda da dediğiniz gibi,diskoya gitmek için hala izin alamıyorum ama niye diskoya gidemiyorum,diye de oturup bunalıma girmiyorum. Gerçi bu sadece ufacık bir örnek.Keşke diğer sorunlar da bu kadar basit olsa ama dediğim gibi ağlamakyerine kapıları zorluyorum, en mantıklı çözüm yolunu arıyorum ve sizeçok teşekkür ediyorum. Gözlerimi açtığınız, gülmemi sağladığınız veiçimdeki iyimserliği bulmama yardım ettiğiniz için...
İşte içinde zaten varolan güzelliklere tam vaktinde uyanmış birgenç insan.
Ve başka bir mektup...
... böylece ben hem sınıfta dışlanmamak, hem de o arkadaşım kadarsevilmek için sizin Herkesi memnun etmek isteyenler bölümüne konuolacak duruma düştüm. Son bir haftadır resmen kişiliğimden uzaklaşmaküzere olduğumu farkediyordum. Derken geçen perşembe bir arkadaşımdansizin kitabınızı aldım. Ve o anda sanki kendimi okudum o kitapta. Bütünöğütlerinizi dikkatle okudum. Verdiğiniz öğütler o kadar yararlı olduki... Çünkü biliyordum ki, benim yaşadıklarımı siz de yaşadınız; oöğütleri basmakalıp laflar olsun diye yazmamıştınız.
Bugün salı. Artık kişiliğimden kaygı duymayı, ödün vermeyibıraktım. Artık ben ben olduğumu biliyorum. Özgün sesimi vedüşüncelerimi yakaladım. Kimseye bir şey kanıtlamak zorundadeğilim, çünkü artık ben kim olduğumu biliyorum. Her insan gibiben de olağanüstü bir varlığım ve bu varlığa hakaret etmeye yada aşağılamaya kimsenin hakkı yok.
Sizin yazdığınız bir öğüt var ki, ona da şiddetle katılıyorumve uyguluyorum. O da basmakalıp olmamak. Artık tamamen kendifikirlerimi söylüyorum. Hiç kimseden çekinmiyorum. Bunlarbenim düşüncelerim. Kabul etmeyebilirler ama saygı duymakzorundalar. Artık birinin hoşuna gideyim, beni sevsin, beni dışlamasındiye kendimden taviz vermek yok. İşte vardığım tüm bu kararlara beniulaştıran sizsiniz. Geçen perşembeye kadar (kitabınızı alana kadar)psikoloğa veya okuldaki rehber öğretmenlere gitmeyi ve onlara bu konudafikir sormayı düşünüyordum. Ama artık buna hiç gerek kalmadı. Sorunukendi kendime çözdüm. Hem de sizin sayenizde...
TEŞEKKÜR EDERİM
Bu büyük başarını benimle paylaştığın için ben de sana çok teşekkürederim.
Sonbahar yapraklarının oluşturduğu tepecikleri andıran mektupkümesinden bir örnek daha...
Ben sizin dört kitabınızda da kendimi buldum diyebilirim.Yaşamın bir pırıltı olduğunu, kendimi sevmeyi, koşulsuz sevmeyi, toplumiçinde yaşabilmeyi ve daha aklınıza gelebilecek yazılarınızda bulunan pekçok konuyu...
Aslında bunlar belki bende varolan şeylerdi ama onları açığaçıkaracak bir güç gerekliydi ve o gücü ben sizin yazılarınızda buldum.
Öncelikle bana ve benim gibi birçok insana etkili biçimdeyaptığınız Hayat Öğretmenliği için teşekkür ediyor ve sizi kendimehayat öğretmeni olarak seçtiğimi bilmenizi istiyorum.
Bu mektuplarda da görüldüğü gibi, gençlerimiz hayatın özünü veanlamını yakalama peşindeler. 0 güce de sahipler, yeter ki birisi küçükde olsa bir ışık yaksın.
Ve son bir alıntı...
Günümüzde, okullarda yalnızca öğrenim yapıldığı için kendi tabirimlehayat nehrinin içine çırılçıplak itiliyoruz. Bu yaptıklarınız, hayatınkararsızlık evrelerinden geçen bizler için çok değerli. Teşekkürler...
Bugünün çocuklarının, bizim çocuklarımızın kurultayından çıkanöneriler işte bu düzeyde. Bu düzey gözönüne alınarak artık bu dünyayabir çocuk getirmeden önce oturup iyice bir düşünmek ve kendiniçok iyi hazırlamak gerek.
Ve gelelim tüm yaşam boyu uygulanması gereken çok genel birkurala... Çocuğumuzun kendini iyi hissetmesi onun mutlu olmasıdemektir. İnsan ancak kendini iyi hissettiği zaman mutludur. Öyleyse bizler onun kendini iyi hissetmesini sağlamalıyız. Bunu sevgimizle, davranış ve sözlerimizle gerçekleştirmeliyiz.
Sürekli eleştirilen, utanca boğulan; düşünmesine, konuşmasına,kendini geliştirmesine izin verilmeyerek baskı uygulanan çocuk hiçbir zaman kendini iyi hissetmeyecektir. Oysa atılımları desteklenen, yüreklendirilen, başarıları övülen, başarısızlıkları olumlu eleştirilerlekarşılanan, düşünmesine, konuşmasına hak tanınan, sorumluluk verilençocuk kendini iyi hissedecek ve mutlu olacaktır.
Günümüze dek uzanan bazı yanlışların zehirli zincirini kırarak,onların yerine değer verilen, haklarına saygı gösterilen ve koşulsuzsevilen bir çocuk yetiştirme biçiminin yeni özgür halkalarınıgeliştirmeliyiz.
Bunu başarabilirsek, mutlu bir çocukluğa giden o engebeli patikadailerlerken, onlara her şeyden önce mutlu ve değer verilen bir çocuklukyaşatabileceğiz. Sonra da mutlu ve değerli bir insan olarak hayatınıyaşama yolunu açmış olacağız. Kısaca, onların kendilerini iyi hissedenbireyler olarak yetişmelerini sağlayabileceğiz.
İşte tüm bunları başarabilmek için, bundan sonraki adımımiz çocukğutanımak, çocuğun ne olup ne olmadığını bilmek, haklarına saygıgöstermek ve görev bildiklerimizin yanısıra çocuğa hizmet kavramının daartık farkına vararak bu anlayışı geliştirmek olmalı.
:::::::::::::::::::
Nedir çocuk?
Çocuk nedir, ne değildir, diye bir sütun açmış psikoloji danışmanıŞeyma Doğramacı. İşte sıralama.
Çocuk yetişkin değildir.
Çocuk bizim devamımız değildir.
Çocuk büyüklerin yaşamının garantisi değildir.
Çocuk sorumsuz değildir.
Çocuk büyüklerin küçültülmüş örneği değildir.
Çocuk duygusuz değildir.
Çocuk sorunsuz değildir.
Çocuk yalancı değildir.
Çocuk ayrı bir kişiliktir.
Çocuk bilinçlidir.
Çocuk neşelidir.
Çocuk cesurdur.
Çocuk hayalperesttir.
Çocuk hep en iyi olmak ister.
Çocuğun kendine göre idealleri vardır.
Çocuğun kendine göre bir mantığı vardır.
Evet, lütfen bu gerçekleri asla unutmayalım, gözardı etmeyelim veçocuklarımıza ona göre davranalım.
Çocukluğu çok güzel anlatan bir kitap var elimde. Adı Henüz Çocuğum.Yazarı, 1980 doğumlu Melis Bilgin. Bilgin'in resim, karikatür,piyes, öykü ve şür dallarında çalışmaları var. On, on bir yaşlarındaykenyazdığı şiirlerinin bir bölümünü bu kitapta toplamış ve onları kendiçizimleriyle resimlemiş. Sonra Türkçe öğretmeni Mehmet Uysal'ın yardımıylakitabı yayınlanmış ve bunu da kitabının sunuş bölümünde teşekkürleriylebelirtmiş.
Çocukluğu tüm coşkusuyla anlatan şiirlerinden iki tanesini seçtimburaya koymak için. Bakalım siz nasıl bulacaksınız?
SİMİT
Burnumda kokusu
Simidin...
Çıtır, çıtır...
Ağzımda tadı
Simidin...
Kıtır, kıtır...
Simitçi amca
Bağırır:
-Koş simide!
-Koş simide!
İşte simitçi yanımda,
Para ise avucumda...
Simidin parası annemden,
Yemesi ise benden.
Nisan, 1990
::::::::::::
HENÜZ ÇOCUĞUM
Henüz çocuğum
Henüz çocuk...
Aklım ermiyor
Bazı şeylere...
Ermezse ermesin.
Aman... Bana ne!
Yanımda
Oyuncak bebeğim,
Karşımda
Şekerlemelerim,
Önümde
Resim defterim
Olduktan sonra...
Nedir kederim?...
Aralık, 1991
İşte çocuk böylesine neşeli, keyifli bir varlık. İçinden geldiği gibidavranan, artniyeti olmayan, düşündüğünü söyleyiveren cıvıl cıvıl birküçük insan. Onun bu pırıltısını aslında bizler söndürüyoruz. Gülüşünü,neşesini, hareketliliğini, içtenliğine ket vurarak resmen biz söndürüyoruz.Ve bunu eğitim adına yapıyoruz. Oysa gözlerdeki ışıltıyı söndürmeden,kahkahanın keyifli çınlamasını susturmadan, içtenliği yasaklamadan daeğitebiliriz çocuklarımızı. Azıcak çaba göstererek, azıcık da kendiçocukluk günlerimizi anımsamaya çalışarak...
Bir baba anlatıyor. Oğlu ilkokula başlayacakmış. Okul açılmadanbir hafta önce kendisi okul yolunu yavaş yavaş yürümüş ve bu küçükyürüyüşün yirmi dakika tuttuğunu saptamış. Oysa oğlu okuldan kendibaşına dönmeye başladığından bu yana, süre yirmi dakikadan otuzdakikaya çıkmış. Gecikmenin nedenini merak ederek okula birlikte yürüyenbaba sonucu şöyle anlatıyordu.
Yolu yürümesi yirmi dakika tutmasına tutuyordu da, bu arada,karınca yuvalarının incelenmesinden sonra nereye mal taşıdıklarınınmerak edilip bunun araştırılması, vitrinde sergilenen birbisikletin örnek bir tüketici edasıyla uzun uzun incelenmesi, biradamın araba lastiğini değiştirmesinin de eğitsel bir konu olduğugözönüne alınarak, dikkatle izlenmesi, belki yarım düzine telefondireğine tutunarak, etrafında defalarca fırfır dönülmesi, yol boyuüç sokak köpeği ve bir kediyle hal hatır edilmı;si gibi yapılan bazıgözlemler ve inceleme gezilerini hesaba katmamış olduğumunfarkına vardım. Daha doğrusu, benim de bir zamanlar altı yaşında birçocuk olduğumu unutmuşluğumun farkına vardım.
Bir büyük yanılgı, her şeyin yetişkinlikte olup bittiğine inanmak,çocukluk ve gençlik yıllarını yetişkinlik dönemine bir hazırlıktan ibaretgörmektir. Oysa çocukluk yılları, çocukluk dönemi; gençlik yıllarıysagençlik dönemi olarak görülmeli, değerlendirilmeli ve yaşanmalıdır.Özellikle de, bireyin özünün oluştuğu çocukluk dönemine ne kadarönem verilse azdır.
Çünkü mutlu ve değer verilen bir çocukluk yaşayan,
Mutlu ve değerli bir genç olarak gençlik yıllarını yaşayabilecektir.
Ve ancak bu iki dönem gerçek anlamda yaşandıktan sonra yetişkinlikdöneminin kişliği yerli yerine oturacaktır.
Çocukluğunu ve gençliğini tam olarak yaşamış kişi, yetişkin olarak dakişiliği, davranışı ve hayata bakışıyla bir bütünlük sağlayabilecektir.Öte yandan, kişiliğinde bütünlük olmayan birini incelediğimizde yaçocukluğunda ya da gençliğinde yolunda gitmeyen bir şeyler bulunduğunugörürüz.
Az önce de sözünü ettiğimiz gibi insan hayatının en önemli dönemi önceçocukluk, sonra gençlik, en sonunda da yetişkinlik... Oysa bizler bununtam tersini düşünür ve yaşarız, sonra da pek çok konuda yolunda gitmeyenhayatlarımıza şaşar şaşar kalırız.
Çocuklarımızın mutlu bir çocukluk yaşayabilmeleri için önce onlarınhakları ve özgürlüklerine saygılı olmak zorundayız. Çünkü bu hak veözgürlükler sayesinde onlar kişilikli, ne istediğini bilen, düşünebilen,düşündüklerini cesaretle söyleyebilen, karar alabilen, özgüveni olaninsanlar olarak büyüyüp topluma katılabileceklerdir. Bu haklara önemvermediğimizdeyse ortaya kalıplaşmış bir kişilik sergileyen, ezik, suskun; kendinden güçlüye boyun eğen ya da saldırganlaşan, kendinesaygısı ve güveni olmayan, düşünce üretip, karar alamayan mutsuz birkişilik çıkacaktır.
İşte çocuk hak ve özgürlüklerine saygılı olmak, bu nedenle önemli.Burada sözkonusu sadece haklara saygılı olma değil; en az onunkadar önemli olan, kendi çocuğumuzun mutluluğu... Mutlu ve değerlibir insan olarak hayatta başı dik ilerleyebilmesi ve kendini iyi hissedebilmesi için gerekli olan öğeler işte bu hak ve özgürlükleriniçinde yatıyor.
Çocuğunuza ne kadar erken adam muamelesi yaparsanız, o kadar çabukadam olur, diyerek bu konuştuklarımızı özetliyor JohnDrydon.
Nedir çocuğun hakları ve özgürlükleri?
:::::::::::::::::::
İnsana saygı çocuğa saygıyla ba¦slar
Her şeyden önce çocuğumuza saygı duymalı ve saygılı davranmalıyız.
Alt tarafı çocuk. Bu sözcükleri eminim hem kendi yaşamınızda,hem çevrenizde duydunuz, duymaktasınız. Giysilerini, oyuncaklarını,okuyacağı kitapları çocuğa seçtirmeyerek; çocuktur anlamaz, düşüncesindenhareket edenleri görmüşsünüzdür. Bir şey seçerken, çocuklabirlikte düşünmek, ona seçenekler sunmak başka; hiçbir seçim hakkıtanımadan, üstelik, çocuktur, o bilemez, diyerek bu yetenekten yoksunmuş mesajını vermek ne kadar başka... Önemsenmeyen bir çocuk kendinesaygı duyamayacaktır. Ve bu ona yapabileceğimiz en büyük kötülüklerdenbiridir, çünkü saygı görmeyen saygı gösteremez.
Bir an durup, toplumumuzda bizleri rahatsız eden küçük küçükolayları düşünelim. Arabalar park edilmesin gerekçesiyle yapılan ve bir yaşlının, özürlünün çıkamayacağı yükseklikte kaldırımlar, kimi yerialçak kimi yeri yüksek, delik deşik yollar... Yolunmuş çiçekler, kırılmışsokak lambaları, çizilmiş banklar, tahrip edilmiş telefon kulübeleri...Hoşt, hoşt, diye taşlanan köpekler, eziyet edilen kediler... Çocuk muuyur, hasta mı var, çalışan mı var demeden, seçim türkülerinden tutunda patates soğan, tüpgaz satıcılarının çirkin gürültüsüyle dolan sokaklar...Beş karış sakalı, boru gibi pantolonu ve leş gibi kirli arabasınınyanısıra tahammül etmek zorunda bırakıldığımız meyhane müziğinin enağdalısını çalan taksi şoförleri... Direksiyonun başına geçince kendiniyolların kralı sanan o ilkel sürücüler yüzünden sönen nice ocaklar, yitip giden nice insanlar ve buna seyirci kalıp, bir türlü etkin önlemler alamayan yöneticiler... Ve bu liste uzar gider.
Listeye bakınca ortak öğeyi siz de buldunuz, değil mi? Ortak öğe,saygısızlık. İnsana saygısız, çocuğa, yaşlıya, özürlüye saygısız. Çevreye,kamu mallarına saygısız. İşine, ona para kazandıran müşterisinesaygısız. Ve kendine saygısız.
Bu insanlar neden bu kadar saygısızlar? Çünkü onlar da büyürkensaygı görmeden, itile kakıla büyütüldüler de ondan.
İnsana değer verilmediğini, saygı duyulmadığını kent yaşamındave düzenlemelerinde de görüyoruz. Oysa ilerlemiş ülkelerde insan hepbirinci planda. Her şeyden önce bireyin güvenliği ve rahatı düşünülüyor.Özürlüler ve çocuklar için yollar, parklar, oyun alanları yapılıyor.Yaşlılar için yeşillikler içinde bakımevleri ve onlar için özelhastaneler inşa ediliyor. Gürültü yapmak yasak, göz zevkini bozmak yasak.İnsana saygı öylesine gelişmiş ki, kent yöneticileri bireylerin güvenliği ve huzurunun yanısıra duygularını da gözönüne alıyorlar.
İnsana saygı konusunda iki örnek vermek istiyorum. Birincisi Hollanda'dan.Bu ülkede evlerin balkonlarında yemek pişirmek yasak. Yasağın nedeni savaşyıllarına dayanıyor. O günlerde ülkede yiyecek sıkıntısı var ve halk zordurumda. Böyle olunca balkonunda yemek pişiren ve yiyen birinin, bu olanağıbulamayan ve belki de açlık çeken birine saygısızlık olacağı düşünülerek,sözü edilen karar alınıyor.
Bu bir saygıdır. Olanakları kısıtlı olanlara karşı zarif bir duyarlılıkgöstergesidir. Bizde de eski günlerde aynı saygı ve ince düşünme varmış.Çarşıdan, pazardan alınan erzak küfelere doldurulur ve eve ancakhava karadıktan sonra getirilirmiş, konu komşuya gösteriş gibi olmasın,alamayanlar üzülmesin diye. İşte bu da insana saygı.
Singapur'da taksi şoförleri traşlı, tertemiz ve ütülü pantolonlarla işeçıkıyorlar. Arabaların içi de pırıl pırıl, dışı da. O kadar ki, müşteri beklerken bile ellerine bir bez alıp hemen arabalarının şöyle bir tozunu alıveriyorlar. Dayanamayıp bir şoföre, Ne kadar temizsiniz, dedim. Adamgüldü ve Temiz olmak zorundayız, çünkü tozlu arabayla trafiğe çıkmanıncezası beş yüz dolardır, dedi.
İşte insana ve çevreye saygılı yöneticilerin uygulamaları. Tabii cezalarböylesine caydırıcı olunca ve şoförler de, trafik polisine, Beş çocuğumvar abi, diye sızıldanamadıkları için kendileri temiz, arabalarıtemiz, hizmet veriyorlar. Hoş, Singapur' un her tarafı terterniz ya...
İşte bütün bunlar saygının önemini kavramış insanların sergiledikleridavranışlar. Ve o insanlardan oluşmuş toplumlar. Biz de böyleolmak istiyorsak, hıer şeyden önce çocuklarımıza ve gençlerimize saygılıdavranarak onlara saygıyı öğretmemiz gerek.
Ve bu konuda gençlerimizden bir mektup.
Babam bazen çok kırar beni. Eminim ki, beni kırdığının farkındadeğildir. Mesela geçen gece bir film izliyordum. O da herzamanki gibi gazetesini okuyordu. Ablam uyumuş, kardeşim debaşka bir işle meşguldü. Annemse televizyonla ilgilenmiyordu.Filmi izleyen yalnız bendim. Tam ortasında babam geidi ve başka birkanalı açtı. Bana hiçbir şey sormadan, filmi izlediğimi gördüğü halde.Ve o kanaldaki maçı seyretmeye başladı. Ona filmi izlediğimi söyledim.Ne dedi biliyor musunuz? Boşver, ne yapacaksın filmi, yat uyu. Kayıtsızve önemsemez bir tavırla bunları söyledi bana. Belki bu çok ufak birolay gibi görünüyor ama kesinlikle küçük bir şey değil. O anda banayapılan saygısızlıktı. Bu hareketi kim yaparsa yapsın, karşısındakinesaygısızlık etmiş olur. Bunu bana yapan babam olsa bile. Ama o bundan hiçrahatsız olmaz. Ve ben o gece filmi izleyemedim. Babamdan birparça daha uzaklaştığımı hissettim. Oysa konuşabilirdi, diğerkanalı açmak istediğini söyleyebilirdi bana. Bu olay bir kanal kavgasıdeğil. Bu örnek ilk aklıma gelendi. Örnekleri çoğaltabilirim.Neyse alıştım buna ama yine de saygının eksikliğini duymuyordeğilim.
Ve bir başka örnek...
Önce şunu söylemek istiyorum. Bu mektubu kesinlikle onları şikayetetmek için yazmıyorum, çünkü annemle babamın benim için her şeyin eniyisini istediklerini biliyorum. Sanırım tüm anne babalar böyledir.
Annemi çok seviyorum ama bazen benim duygularımı anlamıyor ya daanlamak istemiyor. Ben evde anneme yardım etmeyi severim. Ama annemyaptığım işi beğenmiyor elimden geldiğince yapıp bitirdiğim bir iş içinbeni azarlıyor, hatta bağırıyor. Bir de benden iş yapmamı istediği zamanrica etmiyor. Sanki ben onun emrettiğini yapmak zorundaymışım gibidavranması da beni sinirlendiriyor ve istediğini içimden gelmedenyapıyorum. Ben o işi zorunluymuşum gibi yapmak istemiyorum.
Annem ve babam bana bazen çocuk, bazen de genç kız muamelesiyapıyorlar. Ne olduğuma ben de karar veremiyorum.
Yine bir alıntı.
İtiraf etmeliyim ki, müthiş bir ev kızı değilim. Ama ufak tefekişleri sevmesem de yapıyorum. Keşke annem bir iş yapınca,teşekkür ederim, dese. Hayır, demiyor, aksine her seferinde mutlaka birkusur bulur. Durum böyle olunca, iş yapmak hiç içimden gelmiyor.Sanırım, çocuklarımız en önemli sözcüklerin lütfen ve teşekkürederim olduğunu bizlere hatırlatmaya çalışıyorlar. Yaşamı kolaylaştıranbu sözcükleri duymaya yetişkinler kadar onların da hakları var.
:::::::::::::::::::
Başkalarının değil, kendilerinin en iyileriyle yarışma hakkınıtanımalıyız onlara
Gençlerimize kendileri olma özgürlüğünü tanımalıyız.Çocuklarımızı oldukları gibi kabullenip, kendilerine özgü yeteneklerini bulmalarına yardımcı olmalıyız. Onl'arı hiç kimseyle kıyaslamamalıyız.Herkesin bu dünyada bir tek tane olduğunu anlatmalıyız. Sonra da bubenzersiz varlığın kendi kişiliğini geliştirebilmesi, kendi yolunda ilerleyebilmesi için ona destek vermeliyiz. En başta da onu o olduğuiçin sevip, sayıp, kabullendiğimizi belirterek gerçekleştirmeliyiz bunu.
Ve çeşitli alıntılar...
Beni istediğiniz kadar yerebilir, suçlayabilirsiniz. Ama lütfenşu elalemin kızını bana örnek gösterip durmayın. Çünkü ben,benim ve kesinlikle bir başkası olmayacağım. Ben, her zamanben olarak kalacağım.
Neden tüm arkadaşlarım benim karakterimi beğenirken senufacık ayrıntıları büyüterek beni bir kişilik bunalımına itiyorsun,anne? Ben böyle de mutluyum. Bunalımlara itme beni,denmiş ve genç bir ses diye imzalanmış bu mektup.
Niçin başkalarının önünde bütün kusurlarımızı abartılı biçimde sayıpdökerler? Niçin daima herkese örnek gösterilen biri vardır?diye soruyor bu genç ve anlatıyor.
Sürekli bana örnek gösterilen biri vardı. Anlatıldığına göreyemek yapar, bulaşık yıkar, dikiş diker. Kardeşine ablalık yapar,onunla çok iyi geçinir, her sabah kardeşini okula bırakır, herakşam gider alır. Bütün notları iyidir. Her söyleneni yapar, erkenyatar, erkenden kimseyi uyandırmadan kalkar, kahvaltısını yapıpokula gider. Annesi ve babası bir yere gittiğinde o kesinlikle gitmez. Üstelik onlar dönüp gittikleri yeri anlattıklarında uslu usludinler... Derken bir gün ben bu olağanüstü varlığı gördüm. Kızınağzından tek kelime alamadık. Kardeşi kucağında, boş boş bakıyor. Nesöylersek omuz silkiyor ve gerçekten de her denileni yapıyor. Annem deonu ilk defa görüyor olmalı ki, bu çekingenliğini hiç beğenmedi. Artıkbana örnek gösterilen kişi olmaktan çıktı ama annem tarafından öncedensaydığım huyları hala çok beğenilir.
Sonuçta demek istiyorum ki, eğer birisinin bir güzel davranışıgörülürse araştırmadan, soruşturmadan o kişi hemen mükemmel kişi oluyor.
Bir de niçin çocukken yaptığımız hataları bir türlü unutmazve hala öyleymişiz gibi davranırlar? Niçin büyüdüğümüzü ve huylarımızındeğiştiğini kabullenmezler?
Sanırım burada da, mektupları aracılığıyla çocuklarımız bize,başkalarının değil, kendinin en iyileriyle yarış, öğüdünü hatırlatmakistiyorlar.
:::::::::::::::::::
Onların her türlü duygularından, özellikle de gülücüklerindeniktisat etmelerini istemeyelim
Duygularını ifade edebilme özgürlüğü de bir haktır. Ama ne yazıkki, bizler onların duygularını olduğu gibi ve coşkuyla ifade etmelerini de engelleriz.
Emine kızımız güleryüzlü bir kız çocuğuydu. Rahmetli Musta Efendi oaralar bir iş için evimize gelmişti. Emine kahve yaptı ve yüzündegülücüklerle ikram etti. Musta' Efendi o her zamanki babacantavrıyla, Ooo, ellerine sağlık! Kahve yapanların çok olsun, diyerekfincanı aldı.
Eşimle iş konuşuyorlardı. Bu arada Emine girip çıkıyor, kahve fincanlarınıtopluyor, kısaca ev sahibeliği yapıyordu. Ve bütün bunları yüzünden eksiketmediği gülücüklerle yapıyordu.
Gitme vakti gelip ayağa kalktığında, Musta' Efendi hepimizle vedalaştıve kapının önünde kasketini giyerken Emine'ye dönerek, Bak sana bir şeydiyivereceğim, dedi. Hepimiz ne diyecek diye beklemeyebaşladık. Bir an durdu ve Şu gülüşünden biraz iktisat et, dedi.
Son derece esprili adamdı Musta' Efendi. Ona göre bir kız çocuğudaha ağır olmalıydı, oysa bizim Emine kızımızın yüzünde çiçekleraçar gibi gülücükler açıyordu. Ve işte o da eleştirisini kendine özgüşakacı üslubuyla böyle yapmıştı. Emine'nin gülücükleri sürdü gitti;Musta' Efendinin söyledikleri de aile arşivinin unutulmayan sözlerbölümüne kaydedildi.
Yaşama sevincinin en güzel örneği neşeli bir çocuktur. Kahkahasıiçten, neşesi coşkuludur. İşte bu sevinci asla söndürmemeliyiz. Çocuğumuzueğitirken mutlaka çocııksu bir yanı kalacak biçimde eğitmeliyiz. Neşeli,şakacı ve hoş sohbet kişiler herkesin birarada bulunmaktanhoşlandığı insanlardır. Onlara bir bakın. Hepsinin çocuksu bir yanı vardır.İçlerindeki çocuk küstürülmemiştir. O hala yaşıyor, muziplikler yapıyor,kahkahalar atıyordur. Ve bu insanların yeri daima özel olur.Fierkesi mıknatıs gibi çekerler. Diğerleriyse, belki de kendi içlerindeki çocuğun dürtüsüyle böylesine çocukluğunu unutmamış kişiye yönelirler.Çocuk çocuğu çekiyordur sanki.
İnsanların, oyunbaz bir kedi yavrusuna, şirin bir köpekciğe bakarken,yüzlerine dikkat edin. Nasıl da o sert ve kaygılı hatlar yumuşayıveriyor,nasıl da hemen çocuksu bir gülümseme tüm yüzü kaplıyor. Sanki o an kendiçocukluklarına bir dönüş yapıp kendi sevgili hayvancıklarınıanımsayıveriyorlar.
İşte çocukluk ve çocukluğun keyifli anıları insanları yıllar sonra bileböylesine yumuşatıp gülümsetebiliyor. Onun için lütfen, lütfen çocuğumuzunneşesinden ve kahkahalarından iktisat etmesini istemeyelim.
Çocuğumuz keyifli anlarının yanısıra korku, üzüntü ve öfkeyi deyaşar. Bu duygularına da saygılı olmalı, onlarla asla alay etmemeliyiz. Bazı korkuları bize komik gelebilir, oysa olayı bir deonun gözünden görmeye çalışmalıyız.
Eminim sizler de benzer duyguları yaşamışsınızdır. Hani insan yıllarsonra çocukluğunun geçtiği eve gider de şaşırır ya... Meğer o kadarda büyük değilmiş, oysa muazzam bir yermiş gibi kalmış aklımda, diyegeçirir içinden. Çocukluğunun o bitmek bilmeyen merdivenleri aslındabeş altı basamaktır. Ürkütücü gölgelerin saklandığı uzun upuzun koridor,aslında yatak odalarının açıldığı holümsü bir yerdir. Bunları anımsayalımve çocuğumuzun korkusuyla alay edeceğimize, elinden tutup,ona korkacak bir şey olmadığını, aklına, mantığına seslenerek sabırlaaçıklayalım. Korkularını küçümsemeyelim, onu, korkak sen de... gibisözcüklerle aşağılayıp kırmayalım. Nasıl bizim korkularımız bize göreönemliyse, onun korkuları da ona göre önemli. Konuya böyle yaklaşmalıyız.
Çocukluk korkuları deyince, bir gencimizin korkuyla karışık anısınıkorkuların çeşitliliğini göstermesi açısından buraya koymak istiyorum.İlkbahardı. Lisedeki ilk yılım olduğu için yoğun bir çalışmatemposu içindeydim. Kardeşimse orta ikideydi. Yazılıların sıkıolduğu günlerden birinde eve geldiğimde kardeşim Mehtap'ın ilksorusu, Abla yarın yazılın var mı? oldu. Ben de böyle zamanlardaseveceğim bir yere gitme olasılığını düşünerek, yok, derim.O gün de, Yazılım yok, dedim. (Zaten bir gün önce teyzeme gitmeyidüşünmüştük.) Bunun üzerine Mehtap elindeki notu bana uzattı.
Notu annem yazmıştı. Yavrularım yemeğinizi yaptım, karnınızı doyurun.Artık ben gidiyorum. Kendinize iyi bakın. Sizleri çok seviyorum. Elvedayavrularım, yazılıydı kağıtta. Ne yapacağımı şaşırdım, öylece kalakaldım.Önce bize ufak bir şaka yaptığını düşündüm ama annem hiç böyle şakalaryapmazdı. Gerçek olması ihtimali hiç ama hiç yoktu. Her şey gayet normaldi.Aklıma binbir türlü kötü şey geliyordu. Düşünmek bile istemiyordum.Mehtap da şaşkınlıktan hala okul formasıyla karşımda duruyordu.
Büyük bir olasılıkla teyzeme gitmiş olmalıydı. Hemen teyzemi aradık amatelefonu cevap vermiyordu. Mehtap'la hazırlanıp, teyzeme gitmek üzereevden ayrıldık. Açlığımı bastırmak için bir pastaneden açma aldım.Teyzem yeni evliydi. Evine ya bir ya iki kez gelmiştik, o yüzden evininbulunduğu yeri tam olarak bilmiyorduk. Sadece evinin yakınlarında bir camiolduğunu biliyorduk. Belki üç saat, ayaklarımıza karasular inene kadardolaştık. Caminin adını da bilmiyorduk üstelik. Sorduğumuz insanlar bizehep yanlış camileri tarif ediyorlardı. Geç de olsa, benim paraşütlü,köşeli jetonum düştü ve halk pazarından yukarı çıkmamızgerektiğini hatırladım. Ve... evi bulduk. Bulduk ama evde kimseyoktu. Komşulara sorduk. Onlar da ablasıyla bir yere gitti,dediler. Yüreğimize biraz su serpildi ama yine de pek rahatlayamamıştık.Nereye gitmiş olabileceklerini hiç bilemiyorduk.
En sonunda eve dönüp beklemekten başka şansımız olmadığına karar verdik.Mahalleye geldiğimizde zaten canımız eve gitmek istemiyordu. Tam yolabakan evlerinden Şükran Ablayla arkadaşlarımı gördüm. Yanlarına gittim,Mehtap da kendi arkadaşlarıylaydı. Mutfakta oturduk. Bir şeyler içerkenolanları anlatıyordum, bir yandan da gözüm yoldaydı.
Yarım saat kadar sonra, beklediğimi yani annemi gördüm. Annemi sağsalimgörünce içim gerçekten rahatlamıştı. Hemen koşarak yanına gittim. Onuyıllardır görmemiş gibi sarılıp öptüm. Mehtap'la olanları anlattığımızda,yaptığı tek şey gülmek oldu. Biz Neler oluyor, demeden, Şaka yaptım,sahiden çok mu merak ettiniz? Vah yavrularım... demeye başladı bile.
Annemizi bu kadar eğlendirdiğimiz için gülelim mi, yoksa okadar yorulduğumuza, zaman kaybettiğimize ağlayalım mı bilemedik.Şaşırdık kaldık. Sonuçta annemize kavuştuk ya, yazılıdanzayıf alsam da önemli değildi. Önemli olan bu anın belleklerdenhiç silinmemesi. Şimdiden günlüklerimizde yerini aldı bile...
Şimdi bazı kişiler, ne var bunda bu kadar korkacak, belli kianneleri şaka yapmış, diye düşünebilir. Ama mektuptaki korku ve üzüntü okadar belirgindi ki, bu iki genç kızın çaresizlik içinde koşuşturduklarını görür gibi oluyor insan. Korkuları bir de onlarınaçısından görmeye çalışalım.
:::::::::::::::::::
Öfkenin nedenlerini arastırmalıyız
Bir de öfke var. Çocuğun öfkesini de göstermeye hakkı var. Oysaonun bu duygusunu tamamen düz bir çizgide gördüğümüzden, hementerbiyesizlik olarak alır ve öfkesini ezeriz. Böylece bir süre sonraçocuk öfkesini saklamaya, daha doğrusu içine gömmeye başlar. Bastırılmışöfkenin sağlıksız bir birikim oluştuğunu söylüyor uzmanlar. Tabiibu demek değil ki, çocuk evin içinde burnundan üfleyen bir boğa yavrusugibi dolanıp, ona buna tos vuracak, bizler de boynu bükük duracağız.İster büyük olsun, ister çocuk, kimsenin kimseye haksızlık yapmaya,rahatsız etmeye, hakaret etmeye hakkı yok. Bunu en önce kendimizsaygılı davranarak yani örnek olarak öğreteceğiz.
Ve yine antenlerimizi açıp duyarlı davranacağız. Patlayan öfkedüpedüz terbiyesizlik mi? Eğer böyleyse, çocuktan çocuk olup biz deçılgın gibi bağırmaya başlamadan, bir yetişkine yaraşır olgunluk vesukunetle, bu davranışının neden kabul edilir olmadığını o anlayanadek anlatmalıyız.
Bakın bir gencimiz bu konuda ne öneriyor.
Her konuda çocuklarından daha deneyimli olduklarını onların başınakakarak değil, tatlı tatlı anlatmalılar.
Evet, çok zor ve sabır isteyen bir yaklaşım bu ama bir bağırtıyla işiçözümleyebileceğimizi sanıyorsak, yanılıyoruz demektir. Olsa olsabizim sesimiz çocuğumuzunkinden daha gür çıktığı için, onunkinibastırabilmiştir o kadar. Öte yandan çocuk bu bağırışmadan yenik çıktığıdışında pek bir şey anlamamış olduğundan, ilk fırsatta aynıterbiyesizliği yineleyecektir.
Oysa derin bir nefes alıp, ses tonumuzu ayarlayarak, ona tanetane bu yaptığının neden kötü ve kabul edilemez olduğunu anlatırsakve daha da önemlisi onun bunu anlamasını sağlayabilirsek, aynı olayınyinelenme oranı büyük ölçüde azalacaktır.
Ne demiştik, antenlerimizi açıp, duyarlı olacağız. Ve sormayadevam edeceğiz. Yoksa bu öfke daha başka nedenlerden mi kaynaklanıyor?Okulda sorunları mı var? Arkadaşlıklarında onu üzen bir şeylermi var Yoksa sorun kendisiyle mi ilgili? Büyüme sancılarının getirdiği sıkıntılar sonucu bir öfke mi bu?
İşte anlayışlı bir anne baba olmanın sırrı, patlayan öfkenin toz vedumanı arasında gerçek nedeni araştırmak; olayı hep aynı düz çizgidegörme yangılısına düşmeyip, bazen susarak, bazen konuşarak onaöfkesini yaşama hakkını tanımakta yatar.
Gençlik dönemi sorunların, kaygıların, kuşkuların ve bazen de abartılıduyguların yaşandığı bir zaman dilimi. Bu nedenle bazen aşırı tepkileroluyor. Yaşadıkları dönemin özelliğini gözönünde bulundurursakbunu doğal karşılamak gerek. Bu tür tepkileri adet haline getirmek nekadar kabul edilemezse, tüm tepkileri bastırmak da yanlış olur. Her tepki gösterdiklerinde onları azarlayarak, korkutarak sindirirsek, bu duygular onların benliğinde tıkanıp kalır, sistemlerinden atamazlar. Böylece kocaman adamlar olduklarında içlerinde kalmış korkuyla karışıköfke, zamanlı zamansız ortaya çıkar. Aile, iş ve sosyal ilişkilerini zedeler. Oysa öfkesini şimdi, bizim yanımızdayken yaşarsa ve biz de onatepkisini dışa vurma olanağını tanırsak; içindeki öfkeyi boşaltmış olacak,bastırılmış duyguları olmayacak. Sakinleştiğinde de karşılıklı oturupöfkesinin nedenini, davranışını, varsa hatalarını konuşacağız. Çocuğumuzduygularıyla başa çıkmayı bizim yanımızda öğrenmeli. Bunu şimdi, şuyaşında öğrenmesinin bir yararı da genç olduğu için tepkilerininhoşgörülebilmesi; oysa aynı öfkeyi koca bir adam olduğunda gösterse neolur? Onu hoşgörmeyiz. Sinirlerine hakim olmasını bile beceremeyen,kaba bir adam, deriz onun için. İşte bu nedenle, bırakalım çocuklarımızarada sırada tepkilerini, bizim yanımızdayken, öğrenebilecek yaştayken,bizlere, onları anlayıp yol göstereceklere versinler.
::::::::::::::::::: Bir de haklı olma hakkı var
Ne garip bir hak, diye düşündünüz eminim. Bu da bizleri çocukluğumuzdanbu yana kovalayan başka biri yanılgıdır.
Büyüklerin neden dokunulmazlıkları vardır? diye gelen yerindebir sorunun bir ucu da bu noktaya değiyor.
Hep anne babalar haklıdır ve hata yapmazlar.
Hep öğretmenler haklıdır ve hata yapmazlar.
Hep liderler haklıdır ve asla hatalarını kabul etmezler.
Çocuklar ve gençlerse hiçbir zaman haklı değillerdir ve hataları heponlar yaparlar.
Bu nereden kaynaklanıyor, biliyor musunuz? Biz anne babalar okadar çok konuşuruz ki, eh böyle olunca da birinden birinde haklı çıkarız ve o an... büyük bir zafer çığlığı atarak, Gördün mü, deriz,Haklıymışım! Benim dediğim çıktı işte.
Hırkanı giy sonra üşürsün.
Çok dondurma yeme, karnın ağrır.
Vaktinde kalk yoksa okula geç kalırsın.
Haksız mıyız? Elbette haklıyız.
Hırka giyilmezse üşünür, çok dondurma yenirse karın ağrır ve vaktindekalkılmazsa bal gibi okula geç kalınır. Ve bu uyarıları yapmak dabizim sevimsiz görevimiz.
Ama şöyle bir ayrıntı var.
Haklıyız da... her zaman haklı değiliz.
Bazen de çocuklarımız haklı.
İşte o zaman da onların, Gördün mü, ben haklıymışım, demehakkına saygı göstermeliyiz. Örneğin, Bana hem kazağımı, hem hırkamıgiymemi söylemiştin, oysa sadece hırkamı giydim ve üşümedim.Demek ki, benim dediğim gibi bir tek hırka yeterliymiş, demelerine bozulmamalıyız.
Onların da haklı olduklarını görmeye ihtiyaçları var. Bir konudagerçekten haklı olup, bunu dile getirebilme ve karşısındakine kabulettirme özgüven egzersizlerinden biridir. Bunu, eğer haklılarsa,çocuklarımıza çok görmeyelim. Düz bir çizgide bakıp saygısızlık olarakda kabul etmeyelim. Hem bunun saygısızlıkla ne ilgisi var?Biz bir fikir öne sürüyoruz, diyelim onlar tersini. Ve onlar haklı çıkıyor. Burada gocunacak, irkilecek ya da saygısızlık olarak alınacak bir şey yok ki... Bu kadarcık bir olgunluğumuz da olsun artık.
Bakın eleştiri konusunda bir gencimiz ne yazmış:
Çocuklarının onlara yönelik eleştirilerini duyunca günlercesurat etmemelı er.
Öyle ya, bizler de onları eleştirmiyor muyuz?
Bir diğeriyse şöyle diyor:
Keşke anneme, Ama sen de öyle yaptın, dediğimde, Benimle yarışmasanolmaz, demese...
Bir mektuptan alıntılar:
Niçin biz sinirlenince; oyunda, işde ya da başka bir koşulda,sinirlenmenin yeri olmadığı hakkında konuşmalar yaparlarda, kendileri sinirlenince binbir bahane bulurlar?
Niçin odanın ışığını açık bırakarak çıktığımızda bizim hemendöneceğimizi kabullenmezler ama bunu kendileri yaptığında, ışık yirmi dakikadır açık olsa bile iki saniyede döneceklerini söylerler?
Niçin devamlı aynı öğütleri ezberlemişçesine sıralarlar?diyor bu genç kızımız ve hemen ekliyor haksızlık etmemek için.
Biraz da iyi yanlarını sayayım:
Bir işe girişeceğimde moral verici sözler söylemeleri ve bizekızdıktan sonra gelip özür dilemeleri çok güzel.
Çok heveslendiğimiz bir işi başaramayınca kızmak yerinemoral vermeleri de çok güzel.
Veee... ben onları her şeye rağmen çok çok seviyorum!
İnanın tüm mektuplar bu tür sevgi sözcükleriyle sona eriyor.
Mektuplarda dikkatimi çeken bir diğer ortak noktaysa,eleştirilerini yaptıktan sonra haksızlık etmemek istercesinekendileri için yapılanları sıralıyor, anne ve babalarını çoksevdiklerini ve sevildiklerini özellikle belirterek yazdıklarınıbağlıyorlar. Bu çok güzel bir tavır.
Bu adil olmak! Haksever olmak!
Ve, aramızda şu olabilir, bu olabilir ama haklarını ve yaptıklarını dateslim etmek gerek, dercesine bir davranış içindeler. Böyle haksevergençlere bizim de aynı biçimde yaklaşmamız gerek.
Lütfen bırakalım artık şu, övgüler yağdırırsam şımarır; tarzındakiaşınmış otoyola yakışan düşünce biçimlerini ve kendi kafamızla düşünüp,hatta daha da güzeli çocuklarımız ve gençlerimizle oturup konuşup okendine özgü engebeli ama güzelliklerle dolu dar patikamızdayol alalım.
Ve bu arada çocuklarımıza, haklı oldukları zaman haklı olduklarınıteslim etmekten korkmayalım, hiç korkmayalım. Çünkü bunu onlarasöyledik diye onlar şımarmazlar. Ne şımarırlar, ne de bize saygılarınıyitirirler. Tam tersine, bize daha çok saygı duyarlar. Ve aslında bizim istediğimiz saygı bu tür olmalı. Önümüzde elpençe divan durup, herdediğimize boyun eğen kul misali bir saygı biçimi değil; düşünen, kendikafasıyla karar verip bunu bizimle saygılı bir üslupla tartışabilen biranlayış olmalıdır aramızda. Birbirinin düşüncelerine saygılı iki eşit insan, iki dost ilişkisine dayalı; şekilde değil, kafada ve gönüldeoluşmuş bir saygı kavramı olmalı bizim önce öğretip sonra da onlardanbekleyeceğimiz.
Zaten çocuklarımız da bu anlayışa ulaşmaya çalışıyorlar. Bunutüm mektuplarda buldum. Bir tane bile ters düşünen yoktu.
:::::::::::::::::::
Karar verme özgürlüğü
Çocuklarımıza bu özgürlüğü tanıdığımızda, onundüşünen, seçen ve sonunda karar alabilen bir insan olarak yetişebileceğinin farkında mıyız acaba? Buradaki önemli ayrıntıysa pek çok hak ve özgürlükteolduğu gibi, karar verme özgürlüğünün de gelişebilmesi için bunu çocuğumuzaolabildiğince erken vermemizdir. Küçük bir çocukken oyuncağını, yiyeceğidondurmanın cinsini, uçurtmasının rengini seçmeyi onabırakırsak, bizim denetimimizde karar vermeyi öğrenecektir. Ve, bunune kadar sık yapmasına izin verirsek, o da giderek daha çabuk kararalabilen bir insan olacaktır. Düşünüp seçme işlemini kendi başınayaptığında deneyim de edinecektir. Hatalarından çok şey öğrenecektir,çünkü bunlar onun kendi yanlışları olacaktır. Bizler elbette yardımcıolmalıyız ama bunu ona seçenekler sunarak, neyin doğru neyin yanlışolduğunu anlatarak yapmalıyız. Diyelim kışlık giysi almaya çıktık.Çocuğumuzsa ille de çiçekli mayo istiyor. Ona yazın sona erdiğini, havalarsoğuduğu için sıcak tutacak giysileri giyme zamanının geldiğini, çiçeklimayoyu gelecek yaza alabileceğimizi ama şimdi güzel ve şık bir kışlıkseçmemiz gerektiğini sabırla anlatmalıyız. Sonra da kışlık giysininseçimini ona bırakmalıyız.
Giysilerini, oyuncaklarını ve onu ilgilendiren ufak tefek pek çokşeyi işin uzamaması için biz seçiverirsek, çocuğumuz büyüdüğündekarar almakta zorlanan, sıradan bir alışverişte bile yardım arayan biri olup çıkacaktır. Bunlar çok küçük kararlar gibi görünebilir ama onunneyi sevip sevmediği, neyi beğenip beğenmediğini, bir başka deyişlekendi zevkini tanımasını; bu arada da kendisi hakkında bir şeyleröğrenebilmesini sağlar. Kararlarını alırken kişiliğiyle de tanışıyordur biryerde. Her karar veriş onu özgüveni olan kişiliğe bir parça daha yaklaştıracaktır.
Ve kendi istediğini seçememe konusunda bir mektup. Örnekönemsiz gibi görünse de, unutmayalım, bizim şu yaşlarımızda önemsizolabilir ama ya o yaşlar için?
Keşke annem onun bir parçası olmama karşın farklı bir kişiliğim olduğufikrini kabullenseydi.
Size sudan gelebilecek ama benim için önemli olan birörnekle bunu açıklamak istiyorum. Annem uzun saçı sever. Eskiden beriuzun saçlı bir kızı olsun istermiş. Ve olmuş. Gerçektende annemin sayesinde saçlarım hiç omuzlarımdan yukarı çıkmadı.Bakımını da bizzat üstlenmiş durumda. Bense kısa saça hasret yaşıyorum.Belki uzun saçı ben de seviyorum ama aradaki farkı anlamam için fırsatvermiyor ki bana... İşte bu noktada bir kişilik çatışması var. Ona göreben onun kızıyım, o uzun saçı seviyor, öyleyse ben de sevmeliyim.(Ne mantık!)
Şimdi belki de bu kadar kocaman kocaman ilkelerin küçük birçocuğun narin omuzlarında ne işi var, diye düşünüyorsunuzdur. Pekçoğumuzun yanılgısı bu tür ilkelerin onlara büyüyüp de, aklı erdiğinde,öğretileceğidir. Oysa çocuğumuzun kişiliğinin temel ilkelerlebütünleşmesini; o ilkeleri özümlemesini istiyorsak, söyleyerek değil,onun olayları yaşayarak öğrenmesini sağlamalıyız. Bu ayrıntının farkındaolur ve zihnimizin gerisinde çocuğumuza öğretmemiz gereken temelilkeleri bulundurursak, gündelik hayat içinde yaşanan minik minik olaylardan yararlanıp, temel ilkelerin özünü anlamasına yardımcı olabiliriz. Hiçbir şeyin öğretilmediği bir çocukluk döneminden sonra,kof sözlerden oluşan öğütlerle bu tür ilkeleri benimsetemeyiz onlara.
Doğada da bu böyledir. Her şeyin bir zamanı var. Sağlıklı bir ağaçyetiştirmek istiyorsak, önce körpe bir fidan bulacağız, sonra da onumevsiminde dikeceğiz. Kartlaşmış ve mevsimsiz dikilmiş bir fidan, değil sağlıklı bir ağaç olmak, çoğu kez tutmayacaktır bile.
İşte aynı nedenlerle bu kavramları çocuklarımıza onlar küçükken,gündelik yaşamın içindeki örnekleri kullanarak anlatmalı, benimsetmeliyiz.Böylece genç birer irısarı olduklarında artık öğütlere ihtiyaçlarıkalmamış, temel ilkelerle donanmış kişilikler olarak ortaya çıkacaklardır.
Ne demiştik, kavramlar yaşanarak öğreniliyor. Tabii ki, iki yaşındakiçocuğu karşımıza alıp, Ne olacak bu dünyanın hali. bu çevre felaketleri...diyecek halimiz yok. Ama yere portakal kabuklarını attığı zaman minik vetombul eline bir tokat aşkedip, Şimdi polis amca seni bir güzel dövsün degör, demek yerine, Birisi bu kabukları senin odana atsa hoşuna gider mi?Bu sokak da tıpkı evimiz gibi, senin odan gibi, bizim. Biz burada yürüyoruz,sen oynuyorsun, baban işe gidip geliyor. Onun için sokağımızı da tıpkıevimizmiş gibi temiz tutmalıyız ve portakal kabuklarını da ait olduklarıyere yani çöp sepetine atmalıyız, şeklinde açıklarsak, sorumluluk ve çevrebilincinin ilk tohumlarını atmaya başladık demektir.
Temel ilkelerden dürüstlük ve doğru sözlülük konusundayapabileceklerimizin başında, bizlerin onlara iyi birer örnek olmamızgeliyor.
Çocuğumuza ne kadar, Dürüst ol, sakın yalan söyleme, dersekdiyelim; eğer, Ay Şaziyeciğim, elbisen ne kadar şık; bayıldım, bayıldım,deyip, ertesi gün telefonda, Şaziye'yi gördün mü? Ay o ne kılıktıöyle... Hele de koca poposunun üstüne oturttuğu o fiyonga ne demeli...diye insanların yüzüne gülüp arkalarından konuşuyorsak; yalanlarımızınbeyaz olduğu bahanesine sığınıp bol bol yalan söylüyorsak,küçük çocuğumuzun fena halde kafası karışacak, dürüstlük ve doğrusözlülük ilkesini benimseyemeyecektir.
Unutmayalım ki, çocuklar öğütleri değil, gördüklerini uygularlar.Konuyla ilgili çarpıcı bir örneğe bir veli toplantısında tanık olmuş-tum. O sırada okulda bir ağabeyler sorunu yaşanıyordu. Son sınıflardabazı ağabeyler küçük sınıflardaki öğrencileri korkutuyor ve kendilerinehizmet ettiriyorlardı.
Git bana bir kola al.
Çantamı getir.
Koş karşıdan bana bir sandviç al, gibi emirlerle küçükleri resmenkullanıyorlardı.
Tartışılan konu buydu. Veliler şikayetçiydiler ve okul idaresinişiddetle eleştiriyorlardı. Bir veli kalkmış konuşuyordu.
Biz çocuklarımızı buraya iyi bir öğrenim ve terbiye alsınlar diyeyolladık. Oysa son sınıfların küçüklere davranışına bir bakın. Neredeokul yöneticileri? Neden cevap verilmiyor? Neden çocuklar bahçedeykenbaşlarında bir muavin yok?
Veli yerine oturunca, okul müdürü söz aldı. Yüzü kıpkırmızı olmuştu.Yıllarını bu mesleğe vermiş, binlerce genç yetiştirmiş, deneyimlibir eğitimciydi.
Sizler burada işin yüzeysel boyutunu konuşuyorsunuz ve diyorsunuz ki,sınıflarda öğretmenler var ve bu delikanlılar o nedenle buyurganlıkyapamıyor. Onun için bahçede de gözetim altında olsunlar, muavinler onlarıdenetlesinler, böylelikle küçüklere buyurganlık edemesinler.İşin yüzeysel boyutu böyle. Bense, işin asıl boyutunu konuşmak istiyorum.Elbette okul kurallarına karşı gelenler cezalandırılırlar, buaçıdan içiniz rahat olsun. Ama bir velimiz çocuğunu okula iyi bir öğrenimve terbiye alması için yolladığını söyledi. Önce şunu bir açıklığakavuşturalım. Burası bir öğrenim yeridir; iyi bir terbiyenin verildiğiyerse çocuğun kendi evidir. Biz sizin çocuklarınızı sizler için terbiyeedemeyiz, görevimiz bu değil.
Burası bir lise. Biz burada bilgi ve beceri veririz, kurallarauymalarını öğretiriz, o kadar. Terbiyeyse evde verilir. Evde sizler nasıl davranıyorsanız, çocuğunuz da okulda öyle davranacaktır. Ağabeylerküçüklere buyruklar yağdırıyorlar. Lütfen bir an için durup düşünün.Neden? Çünkü evde sizler bir bardak suyu bile eşinizden istiyorsunuz. Eşinizi kendinize hizmet ettiriyorsunuz. Kalkıp kendi işinizi kendiniz yapmıyorsunuz. Karınıza buyuruyorsunuz. Çocuklarınız bu davranış biçiminigörerek büyüyorlar. Ve doğal olarak, onlar da kendi işlerini kendileri yapacaklarına, daha küçüklere buyuruyorlar. Çünkü evlerindeböyle gördüler. Mesele bahçede başlarına muavin dikmek değildir, meseleevde bu saygının öğretilmesidir. Ben bugüne dek bir tek kez bile karıma,Kalk bana bir bardak su getir,' dememişimdir. Kalkıp kendi suyumu kendimalmışımdır, çünkü böyle bir hizmeti ondan isteme hakkını kendimde görmem.Ona olan saygım nedeniyle görmem, dedi ve yerine oturdu.
Hele de o yıllarda bizim toplumumuz için oldukça ileri sayılabilecek birkonuşma, salonun gürültüye boğulmasına neden oldu. Ama pek çoğumuzun durupbir kez daha düşünmesini ve konuya bir de bu açıdan bakmasınısağlayabilmişti müdürümüz.
Çocuklarımızın dürüst ve doğru sözlü olmalarını istiyorsak, dikkatetmemiz gereken bir diğer önemli nokta da, onları korkutmamaktır.Dayakla, azarla ya da utanca boğarak, yüreklerine korku salmamalıyız.Tam tersine onlara karşı öylesine bir tavrımız olmalı ki, yaptıkları herşeyi, çok kötü de olsa gelip bize anlatabilmeliler. Onlara bu güven ve cesareti verebilmeliyiz. İşte bu güven ve cesaret de yine küçük yaşlardaverilir, yıllar sonra değil.
Diyelim çocuk oynarken oyuncağını kırdı ve üzgün gözlerle gelipsize gösterdi.
Bir, Yine mi kırdın oyuncağını! Adam gibi oynamasını öğrenemedin gitti.Akşam baban gelince söyleyeceğim, artık sana oyuncak moyuncak almasın,demek var.
Bir de, Gelip bana bunu söylediğin için memnun oldum. Doğruyusöylediğin, benden saklamadığın için seninle gurur duyuyorum. Amabir daha sefere dikkatli ol, demek var.
İşte böyle davranan bir anne ya da baba, çocuğunu doğru sözlüolmaya yönlendirebilecektir.
İnsan sevgisi, adaletli olmak ve vicdan da bu yaşlarda öğretilmeli.Daha önce de konuştuğumuz gibi, onu koşulsuz ve bilinçli biçimdeseversek, çocuğumuz da insanlara açık, insanları seven, merhametduygusu gelişmiş bir kişilik sergileyecektir. Tıpkı saygı görenin saygılı olduğu gibi; sevgi alan da sevgi verebiliyor.
:::::::::::::::::::
Adaletli disiplin dürüstlük ve vicdan duygusunu geliştirir
Yaptığı yaramazlıklar karşısında öfkeye kapılarak, abartılı biçimdecezalandırmaz; tam tersine sakin bir biçimde yaptıklarının neden kötüolduğunu onun anlayabileceği biçimde anlatabilirsek ve cezalarımızdadengeli olabilirsek, çocuğumuzda adalet duygusu gelişecek, hattacezalandırılmasını bile kabullenecektir.
Ve bu iki kavram yani koşulsuz sevgiyle birleştirilmiş disiplin,adaletli bir disiplin, onda vicdan duygusunun gelişmesini sağlayacaktır. Yaptığının neden kötü olduğunu anlamadan cezalandırılanbir çocukta, vicdan duygusunun gelişmesini bekleyemeyiz.
Burada bir parantez açmak istiyorum. Yaptıklarının neden kötüolduğunu çocuğa anlatmamız gerek, dedik. Bu, sadece yaramazlıklarkonusunda değil, her konuda böyle olmalı. Bir şeye izin vermediğimizde denedenini sabırla açıklamalı, anlatmalıyız. Onlarla konuşmalıyız.Bunu yapmazsak ne aramızda bir iletişim kurabilir, ne de ona vermek istediğimiz kavramları iletebiliriz. Bakın değil çocuk, on sekiz yaşında bir gencimiz neler yazmış.
Bir şey için izin istediğimde Hayır, diyorlar ve nedeniniaçıklamıyorlar. Verdikleri cevap sadece, 'Hayır! İşte o kadar.Oysa bana NEDEN yapamayacağım lazım. Mantıklı bir açıklamayapsınlar. Ama böyle bir açıklamayla hiç karşılaşmadım. En çokkarşılaştığım, Sen şimdi anlamazsın. İlerde anne olunca anlayacaksın.O zaman açıklasınlar bir annenin duygularını. Artık onsekiz yaşına gelmiş birine bence bu laflar söylenmemeli. Akla yatkınyanıtlar istiyoruz. Küçücük bir çocuğun ağzını kapatmak içinverilen cevaplar değil.
Bakın yanılgılar ne kadar iliklerimize işlemiş ki, bu duruma isyaneden gencimiz bile, Akla yatkın yanıtlar istiyoruz. Küçücük bir çocuğunağzını kapatmak için verilen cevapları değil, diyor.Oysa işin doğrusu, en başta küçücük çocukların, sonra da gençlerinsorularına mantıklı, aydınlatıcı ve doyurucu yanıtlar vermek olmalıdır.Çocuğumuza ve gencimize bir şeyler vermek, onları eğitmek istiyorsak,bunu onların ağzını kapatarak değil, onlarla konuşarakgerçekleştirebiliriz ancak.
Ve... parantezi kapatıp, kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Diyelim enerjisi bol yavrumuz, çektiği şutlarla mutfak camını beşincikez kırdı. Küçük yaramazı karşımıza alıp, şu aşamada bizim için kırılmışcamlara beşinci kez ödenecek faturaların öncelik kazandığını;onun ileriye yönelik bir Tanju, bir Rıdvan olma çabalarınınsa yine buaşamada bizi hiç mi hiç ilgilendirmediğini; ve bütün bunların yanısıraonu pataklamak için içimizden gelen o dayanılmaz arzuya her an yenik düşebileceğimizi, çılgınlar gibi bağırarak söylememiz... doğru olmaz!
Yapmamız gereken, onu karşımıza alıp, Bahçede oynarken dikkatli olmangerektiğini seninle daha önce de konuşmuştuk. Her kırılancamın yeniden takılması yeni bir masraf. Bunları bildiğin ve uyarıldığınhalde, aynı istenmeyen davranışı yinelediğin için seni cezalandırmamızgerekecek, diyerek sakin ama kararlı bir ses tonuyla yaptığı hatayı ve verilecek cezayı onun anlayabileceği biçimde açıklamaktır. Bu arada,suçla verilen cezanın dengeli olmasına da özen gösterilmelidir.
Sıradan bir yaramazlık da olsa, ödediği bedelin nedenini bu tür biraçıklamayla yaşayarak anlayan çocuk, kurallara uymanın özünde yatanhaklılık, haksızlık kavramını ve adaletin işleyişini öğrenmeyebaşlayacaktır. Böylesi bir eğitim gören çocuk, bir süre sonrayaramazlıklarını kendisi değerlendirmeye; bir başka deyişle vicdanıylahesaplaşmayı da öğrenmeye başlayacaktır.
Düşünce üreten, bunları savunabilen, uygulayan insan... Bu da birbaşka ilkeyi, cesareti gösteriyor. Çocuklarımızın yürekli insanlar olmalarını istiyorsak, yine o küçük yaşlarda fikirlerine saygı göstermeli, asla alay etmemeli; yapmak istediği bir şeyi uygulaması için destek olmalı, girişimciliğine ket vurmamalıyız. Gündelik yaşam içinde kendine ve fikirlerine saygı duyulan çocuk; kendine saygısı ve güveni olan, fikirlerini savunabilen cesur bir birey olarak yetişecektir. Kendini ezdirmeyecek, aklının yatmadığı durumlarda boyun eğmek yerine başkaldırmayürekliliğini kendinde bulacaktır.
Çocuklarımızı ezmemeliyiz. Terbiye ediyoruz diye baskılarla,korkutmalarla onun yeni filizlenmeye başlamış kişiliğini ezersek;hayata atıldığında kendini savunamayacak, ezik ve silik bir insanolacaktır. Üstüne üstlük bu cesaretsizlik, ruhunun ve beynininderinliklerinde onu sürekli huzursuz edecek ve kendini bir türlü iyihissedemediği için hayatını doyasıya yaşayamayacak, sadece gündolduracaktır.
:::::::::::::::::::
Bir köpeğe asla yapılmaması gerekenler
Bir köpek ansiklopedisinde okuduğum, köpek terbiyesiyle ilgili uyarıbeni derinden etkilemişti.
Köpeğinizi eğitirken sakın onun kişiliğini ezmeyin, neşesini vecesaretini kırmayın.
Bu satırları okurken, pek çok kişinin önemsemediği bir canlı içinişin uzmanları böyle bir uyarıda bulunurlarsa, insan yavrusu için aynı uyarı tekrar tekrar ve altı çizilerek yapılmalı, diye düşündüğümüanımsıyorum. Ve bakın aynı ansiklopediden, ilgi duyacağınıza inandığımbölümlerden bazı derlemeler...
Köpek eğitiminde en önemli öğe sabır, sabır, sabırdır. Söz dinlemeyenköpeklerin geçmişinde mutlaka bu değerli vasıftan yoksun bir eğiticivardır.
Bir köpeği başarıyla terbiye edebilmek için hafif bir dokunuş, yumuşakbir ses ve sevgi dolu bir yüreğin önemi tartışılmaz. Bunu sakınunutmayın.
Köpek sahibini mutlu etmek ister. Yeter ki siz ona, ne istediğinizionun anlayabileceği biçimde anlatabilin. Bunu yaparken yaşını, yeteneğini ve sınırlarını gözönünde bulundurun. Onu fazla zorlarsanız,üzülecek ve yaşama sevincini yitirecektir.
Dersini başardığında onu ödüllendirin. Ve her dersin sonunda isteriyi yapmış olsun ister kötü, onu okşayıp sevin. Derslerin iyi şeyler olduğu izlenimini edinmeli.
Ve bir köpeği eğitirken Asla yapılmaması gerekenler listesindenseçtiklerim:
Vırvır etmeyin, sürekli söyleiımeyin. Ciddi ve mantıklı olun.Onunla alay etmeyin, onu kızdırmayın. Ona saygı gösterin ki, o dasize saygı duysun.
Kabahatinden kesinlikle emin değilseniz, cezalandırmayın. Şüphelidurumlarda terazinin kefesi cezalandırmamadan yana ağır basmalı.
İşte bir köpek ansiklopedisinde yazılanlar... Yorumunu sizlerebırakıyorum.
Şimdi de çocuğa verilen cesaret ve bundan fışkıran girişimcilik hakkındatanık olduğum bir olayı aktarmak istiyorum.
Bundan yirmi beş yıl kadar önceydi. Arkadaşımın oğlu Selim o sıralardaaltı, yedi yaşlarında olmalıydı. Günün birinde bahçede bulduğukocaman bir karton kutuyu sürükleyerek eve getirmiş, sonra da geçipiçine oturmuş. Tepesindeki kapağı ve yan tarafı çizgi halinde keserekbirer açıklık yapmış. O böyle uğraşırken odaya giren annesi sormuş.
Ne yapıyorsun o kutunun içinde?
Ben bir bilgisayarım.
O yıllarda yani bundan yirmi beş yıl önce bilgisayarlar pek de alışılmışaletler değildi.
Annesi ne, Haydi oradan saçmalama, demiş, ne de alay etmişonunla. Sadece gülümsemiş. Derken karton kutunun içinden bir sesduyulmuş.
Anne, haydi birlikte oynayalım.
Oynayalım, demiş annesi.
Bak şimdi sen küçük kâğıtlara sorular yazacaksın ve kutununtepesinde açtığım yerden içeri atacaksın. Sonra ben onları okuyupcevaplayacağım ve şu yandaki kesikten dışarı vereceğim, tıpkı birbilgisayar gibi.
Oğlunun bu buluşu arkadaşımın hoşuna gitmiş ve onun yanıtlayabileceğisoruları küçük kağıtlara yazıp kutunun içine atmış. Selim deyanıtları yazıp, kendince bilgisayar sesleri çıkararak yandaki delikten dışarı uzatıyormuş. Giderek bizler de katıldık bu oyuna.Soracak sorusu kalmayınca arkadaşım, Haydi şu bilgisayara bir de sizsoru sorun, diyerek yardım istiyordu bizlerden.
Yıllar geçti, Selim büyüdü ve Türkiye'nin önde gelen araştırmaşirketlerinden birini kurdu. Şimdi onun bilgisayarlarla donatılmışşirketinde seçim öncesi anketler yapılıyor, sonuçlar yorumlanıyor.Ülkemiz için oldukça yeni sayılan bir alanda iş yapma cesareti, belki deyıllar önce o karton kutunun içine girip bilgisayarcılık oynayan çocuğunhevesini kırmayan, tersine onu yüreklendiren bir annenin desteğindeyatıyor. Ne dersiniz?
Yine bir başka ilke... sorumluluk. Çocuğumuzun sorumluluk duygusutaşıyan bir insan olmasını istiyorsak, öğütlerle, cezalarla değil, bukavramı da diğerlerinde olduğu gibi ona anlatarak, onun anlamasınısağlayarak, yani ona yaşatarak öğretmeliyiz.
Örneğin, odasının duvarlarının ne renk olacağına o karar vermeli.Tatile çıktığımız zaman onun da fikrine başvurmalıyız. Aldığı kararınsonucunu beğenmezse, bu da onun için bir deneyim olacak, bir dahasefere eski deneyimini de gözönüne alarak daha isabetli karar verebilecektir. Bu gelişim için, her şeyden önce bizim ona karar verme vebunun sorumluluğunu yaşama özgürlüğünü tanımamız gerek.
Evde ona da görev vermeliyiz. Ailenin kararlarına katılan, işleripaylaşan küçük bir çocuk, sorumluluğunu yaşayarak anlayacaktır. Çocuğumuzasorumluluk aşılayamamamızın bir nedeni de o küçükken yapmak istediklerinibizim,
Bırak etini ağabeyin kessin, sen şimdi ortalığı batırırsın.
Bırak yatağını ablan toplasın, sen şimdi eğri büğrü yaparsın oyatağı.
Saksıları sulamak mı? Her taraf çamura mı bulansın istiyorsun?
Sofrayı sen mi kurmak istiyorsun? Olur mu hiç. Sen daha küçüksün,beceremezsin, diyerek önlememiz, çocuğun hevesini kırmamızdır. Bizim budavranışımızın başka bir olumsuz uzantısı da, bir süre sonra çocuğunartık yeni bir şeyler denemekten, yeni sorumluluklar almaktan vazgeçmesidir.
Oysa evde herkes bir şeyler yaparken, çocuğumuza da becerebileceği biriş mutlaka vermeli ve ona görevini başarmanın mutluluğunu yaşatmalıyız.
Anneler genelde mutfakta yemek yaparken, çocuğu ayak altındaistemezler. Oysa örneğin, ayıklaması için önüne bir avuç bezelyekonan çocuk, canı sıkıldığı için ayak altında dolaşmayacak, tam tersinebir yandan annesiyle konuşarak, bir yandan da ev işlerine katkıdabulunmanın keyfini yaşayacaktır. Hele de akşam, sofrada, bezelyelerionun ayıkladığı söylenerek beğeni kazanması sağlanırsa iş yapmanın,sorumluluk almanın, zevkli bir şey olduğu izlenimini edinecektir. Ve, unutmayalım ki, ilk izlenimler çok çok önemlidir.
Çocuğumuza iş yapmayı sevdirmek bizim elimizde. Burada düşmememizgereken bir hata, iş veriyorum diye çocuklara ve gençlere angaryalaryüklemektir. Böyle bir davranış, geri tepecek, onları işyapmaktan soğutacaktır. Angarya değil, sevdiği işler arasından seçmehakkı vererek, evin işleyişine katılmasını sağlamalıyız.
Kimi çocuk bahçeyi, suyu, çiçekleri sever, öyleyse ona bahçeyleilgili ya da balkondaki saksı çiçeklerini sulama, kuru yaprakları ayıklama gibi bir görev verilebilir. Kimisi mutfağı sever, yemek pişirmeye ilgi duyar. Ona da önce domatesleri yıkama, bardakları masayataşıma sonra da sofrayı kurmanın tüm sorumluluğu verilebilir, örneğin. Hele de küçük bir çocuğun ilk kurabiyesini pişirmesi, ömür boyu unutmayacağıbir deneyimdir onun için.
Bizimkine hiçbir iş yaptıramıyorum, diye yakınan bizler, dönüpkendimize sormalıyız. Acaba çocuk küçükken, bir şeyler yapmayahevesliyken, bu hevesi ona izin vermeyerek biz mi kırdık? Yoksa iş yapmasını sevdirmeyi ön plana almadan, onlara sadece angaryaları mıyükledik?
Bakın bir gencimiz bu konuda neler yazmış.
Annem beni hala agu diyen bir bebek gibi görüyor.
Neden böyle düşündüğünü sonunda buldum. Annem bana sokağa tek başınaçıkan bir bebeğe güvenildiği kadar güveniyor da ondan. Abarttığımıdüşünüyorsanız işte bir örnek. Daha demin o yemeği hazırlıyordu, ben desalata yapmayı teklif ettim. Cevap, HAYIR. Çünkü yetenek yoksulu bebekbeceremez.
İşin komik yanı, tanıdıklarımızla yemeğe çıktığımızda benimle yaşıtarkadaşlarıma olgun kişilermiş gibi davranılıyor ve onlaröyle dinleniyor. Benim sözümse habire kesiliyor.
Kendimi o kadar kötü hissediyorum ki, sıkıntı ve üzüntüdensaçlarım dökülmeye başladı.
:::::::::::::::::::
Çocuğa hizmet: Her türlü güzelliği yaşamına katma
Gelelim tüm bu kavramların yanısıra bir insanın yaşamında en azonlar kadar önemli olan, güzelliklere ve yaşama sevincine giden kültür ve sanat yollarının çocuklarımıza açılmasına. Burada sözügençlerimize bırakıyorum.
Anne babalar çocuklarını küçük yaşlardan başlayarak bellibir spor ya da kültür faaliyetine alıştırmalılar. Bunu MUTLAKAyapmalılar. Çünkü çocukken bunu kendi bilemez, düşünemez,büyüyünce de iş işten geçmiş oluyor. Mesela babam beni ilkokulikide piyanoya başlatmasaydı, bu yaşımda bana müthiş statükazandıran bu ayrıcalıktan hiç yararlanamayacaktım. Başka birörnek de, Fransızca sınıfımdaki arkadaşlarımdan biri. Babasıonun Fransız anaokuluna gitmesini istiyormuş, oysa okula kabuledilmek için Fransızca bilmesi koşulu var. Böylece dört yaşındakioğlunu bizlerle Fransızca kursuna yolladı ve bu çocuk bizimleiki yıl ders aldıktan sonra anaokuluna kabul edildi.
Bu da okuma sevgisinin kazandırılması üzerine bir mektup.
Annemle babam akıllı, bilgili ve yardımseverler. Anneminarkadaşlarımla sorunlarım olduğu zaman bana yol göstermesi,derslerimde bana yardımcı olması, hayatımın bir amacı olmasıgerektiğini bana söylemesi beni mutlu ediyor. Babamın banakompozisyonlarımda, dönem ödevlerimde yardımcı olması onlarabağlanmamı sağlıyor.
Ve asıl belirtmek istediğim, canım anneciğimin beni kitapokumaya alıştırmak için gösterdiği çabalar... O, ben daha konuşmasınıbile bilmezken, kitaba a!ıştırmak için resimli kitaplar alır,bunları bana okurdu. İlkokula başladıktan sonra doğumgünlerimde veyılbaşlarında bana hep kitap armağan etti. Sonuçta bentam bir kitap kurdu olup çıktım.
Ne mutlu! Ne mutlu!
Çağdaş toplumlar, çocuklarına önem veren toplumlar. Bu nedenleçocuklarını okul öncesinden ve ilkokul yıllarında, derslerinin yanısırasporla, sanatla, kültürle tanıştırıyorlar. Örneğin, çocuk yaz tatilindehemen bir yüzme kursuna yazdırılıyor ve o yaz doğru dürüst yüzmesiniöğreniyor. Yaz ayları bomboş geçirileceğine bir spor ya da kültüretkinliğiyle değerlendiriliyor. Müzik dersleri aldırılıyor, müzeleregötürülüyor, tarihi yerler gezdiriliyor. Artık bizim ülkemizde de bu tür etkinlikler başladı. Ama gönül bunun çok daha yaygınlaştırılmasını, sadecebüyük kentlerde, büyük paralarla değil, tüm kentlerimizdeki, maddiolanakları kısıtlı olan çocukları da kapsayacak biçimde gerçekleşmesiniistiyor.
Yine bu ülkelerin çocuklarına baktığımızda, onların ev, okul, ödevüçgeni içinde sıkışıp kalmadıklarını, sosyal yaşamları olduğunu vebunun spor, sanat ve kültürle bezendiğini görüyoruz. Lise çağınageldiklerinde, bir müzik aleti çalabiliyorlar, müzik bilgisinesahipler; yüzüyor, kayak yapıyor, tenis, voleybol, basketboloynayabiliyorlar. Yaz okullarında, kamplarda yeni yeni arkadaşlıklarkurarak insan ilişkileri hakkında deneyim edinmiş oluyorlar. Piyeslergörmüş, iyi kitaplar okumuş oluyorlar. Ve tüm bu güzelliklerin temeli,anaokulu ve ilkokul döneminde atılıyor. Genç olduklarındaysa bu birikimyaşamlarının çoktan bir parçası haline gelmiş oluyor. Ve küçük yaşlardanbaşlayarak edindikleri yaşama kültürü ömür boyu onların hayatına anlam,renk ve ruh katıyor.
Neden bizim çocuklarımız da böyle olmasın?
Evet, belki şu anda olanaklar elvermiyor, deniyor ama bizler birşeyler yapmayı denedik mi?
İşte bu noktada çocuğa hizmet verme kavramı ortaya çıkıyor.Çocuklarımıza hizmet vermeliyiz. Bu konuda kafamızı yormalı, zamanayırmalı, zaman yaratmalı ve bir şeyler yapmalıyız.
Sıkılan çocuğun, Haydi git oyna, diye sokağa gönderilmesine yada gezmeye götürüyorum, diye kendi arkadaşlarımızın evinde sıkıntıdanpatlamasına razı olmamalıyız. Çocuğun kendi zevkleri ve sevdikleriyledoyurulmuş zaman dilimleri yaşamasını sağlamalıyız. Onun da kendine özgübir sosyal yaşamı olması gerektiğinin artık farkına varmalıyız.
Neler yapabiliriz?
Yapmak istedikten sonra öyle çok şey var ki... Örneğin, birileriningerçekleştirmesini bekleyene kadar mahalle halkı el ele verip, gerekli yerlere başvurarak, kendi olanaklarımızı seferber ederek bir yaz okulu açabaliriz. Mahallemizdeki emekli müzik, resim, beden eğitimiöğretmenlerinden ve gönüllü çalışacak gençlerden yararlanabiliriz. Herbirinin haftada birkaç saatini ayırması mahallenin çocuklarına neler neler katacaktır. Ya da aramızda para toplayıp bir tenis kortu yaptırabiliriz. Böylece hiçbir şey yapmadan geçecek bir yaz yerineçocuklarımız raket ve toplarını alarak, sadece kortun bakımına katkıdabulunacak küçük bir ücret karşılığında, ülkemizde az sayıda kort bulunmasınedeniyle, pahalı bir spora dönüşen tenisi öğrenip oynayabilecekler.
Bir basket ya da voleybol sahası, yaz akşamlarında gençlerimizinduvarların üstünde tüneyip zaman öldürmeleri yerine spor yaparakeğlenmelerini sağlayacaktır.
Yabancı dil bilen ev hanımları yazın ders verebilirler. Üç ay azzaman değil. Hele de olanakları sınırlı ailelerin çocukları için...
Çocuklarımıza onların zevk alacağı gezintiler düzenleyebiliriz.Küçük arkadaşlarla birlikte yapılan bir piknik, onları aynı zamandadoğayla buluşturacaktır. Bu arada, yaprakları, çiçekleri kim tanıyor,karıncalar nereye gidiyor, ne yapıyorlar gibi ortaya çeşitli sorular atarak, onları bu tür oyunlarla eğlendirerek bilgilendirebilir,doğanın görkemli güzelliğiyle tanıştırabiliriz. Ağaçların ilginç yaşamöykülerini anlatarak, onların da birer canlı olduğunu ve her canlı gibi sevilmeleri gerektiğini vurgulayarak çevre bilincini geliştirebiliriz.Eminim çocuğumuz bu tür bir gezintiyi, annesinin arkadaşı Ayşe Teyzeninevinde duvar saymaya yeğleyecektir!
Çocuğa hizmet kavramıyla ilgili bir örnek... Rastlantı sonucu bulduğubir yöntemle çocuklarına pek çok şey öğrettiğini anlatıyor bu baba.Bir akşam çocuklarını yatırırken, bir tanesi, Baba, yıldızlar ve ay neden kar taneleri gibi yeryüzüne düşmüyor? diye sorunca, baba, yaşçadaha büyük olana dönüp, Sence neden düşmüyorlar? diye soraraksoruyu doğrudan yanıtlamak yerine onları düşünmeye itiyor. Bir sorudiğerini izliyor ve o gece gökyüzü, yıldızlar, uzay üzerine epeyce konuşuyorlar.
Bu olaydan sonra aşağı yukarı her gece çocuklar yatmadan birsoru soruyorlar. Babalarıysa, Peki siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?diye soruyu soruyla yanıtlıyor ve sorular diğer soruları ve bilgilerigetiriyor. Yeni oyunumuz sayesinde ölümden tutun, yaşlılık, vücudumuz,cinsellik gibi pek çok konuda çocuklar bilgi edindiler. Amadaha da önemlisi düşünmeyi öğrenmeye başladılar, diyor babaları.
Oysa sorulan soruyu doğrudan cevaplayabilir, gerekli bilgiyiverebilirdi, ama bu baba daha önemli bir şeyi, düşünmesini öğretmeyiyeğlemişti. Çocuklarına bir hizmet vermeyi yeğlemişti.
Çocuğumuza armağan verirken de zihnimizin gerisinde onun yetişmesinehizmet etmek olmalı.
Bir anı defteri, onun duygularını yazarak kendini daha iyi tanımasını verahatlamasını sağlayacaktır.
Bir çocuk dergisine abone etmek, onun kendini daha bir büyümüşve önemli hissetmesine yol açacaktır.
Pul, deniz kabukları gibi koleksiyonlara başlatmak da çocuğa birkonu üzerinde araştırma yapmayı, bilgi ve belge toplamayı öğretecektir.
Resim defterleri, boya kalemleri, seçkin kasetler, pinpon raketive topları... Bunların her biri sanatla, sporla tanışmayı sağlayacak yeni ilgi alanları.
Ve tabii ki kitaplar... Her tür kitap ama özellikle onubitgilendirecek, genel kültürüne destek olacak güzel kitaplar, onlarapek çok şey katacak, ufuklar açacaktır.
İşte tüm bu saydıklarımız ve daha binbir ayrıntıdan oluşuyor, çocuğahizmet kavramı.
Çocuğa hizmet fikri giderek kurumlaşıyor. Tatil köylerinin bazılarıartık bünyelerine çocuk köyünü de katıyorlar. Öyle ya, tatil köylerindeher şey büyüklere göre düzenlenmiş. Çocuklarsa anne babalarınauymak zorundalar. Bu da pek çok sıkıntı, ağlama, sızlanmayı beraberindegetiriyor.
Durumu gözleyen yöneticiler, köyün içine bir de çocuk köyü yapıyorlar.Burada çocukların boylarına göre küçük evler, küçük iskemle vemasalar var. Çocuklara oyunlar öğreten, şarkılar söyleten, resim yaptıranbakıcılar var. Anne babalar gazetelerini okurken, çocuklarkendi köylerinde oyuncaklarıyla oynuyor, resim yapıyor, şarkılarsöylüyorlar. İstedikleri vakit gidip anne babalarının yanında oturuyor,sıkılınca arkadaşlarına katılıyorlar. Hafta sonu geldiğinde de bir gösteri düzenleyip, öğrendikleri şarkıları söylüyor, resimlerini sergiliyorlar.
:::::::::::::::::::
Güldüğü için mutlu olan çocuk
Aynı paralelde bir girişimi Müjdat Gezen de uyguladı. Bir dergideokuduğuma göre Capitol'de Müjdat Gezen Çocuk Merkezini hizmetesokmuş. Girişte ödenen bir ücret karşılığında anne babalar rahat rahatalışverişlerini yaparlarken, çocuklar gün boyu eğlenebilecekleri gibi,tiyatro ve müzik yarışması gibi etkinliklere de katılabiliyorlarmış. Otuz kişinin çalıştığı merkezde pedagogların denetiminde yüz yirmi çocuğaaynı anda hizmet verilebiliyormuş.
Çocuğa hizmet anlayışının güzel örnekleri bunlar.
Çocuğa hizmet, onun hayatına her türlü güzelliği katma eylemi.
Temel ilkeler doğrultusunda insanca yaşarken hayatını sanat, kültür vesporla ışıklandırmasına yardımcı olma eylemi.
Bakın bu tür güzelliklerin insan yaşamında ne kadar önemli olduğunu,Ufak bir pırıltınız diye imzasını atmış bir gencimizin anlatımındabuluyoruz. Mııtlu, ışıf ışıl bir mektup.
Sizin ve Leo Buscaglia'nın kitaplarını okuduğumdan beriiçimde ne kadar çok ışıltıya sahip olduğumu ve neler yapabileceğimifarkettim. Hayatımdaki küçük mutlulukları bir düşündüğümde ne kadar çokolduğuna şaşırıp kaldım. Biricik kuşum Uğur'un şaklabanlıkları, içimdengeldiği gibi yazabilmem ve resim yapabilmem, yağmur yağdığında herkesbir telaşa düşerken ağır aksak yürüyüp, kapüşonumu çıkarıp her damlayıhissetmem; üniversite sınavlarında istediğim bölümü kazanmam, değerverdiğim insanın sıcacık bir bakışı, insanlar baleden zevk almamıanlayamadıklarını söylerken, benim Romeo ve Jülyet'te oturup ağlamam...Meğer neler yaşayabiliyormuş insan. Bütün bunları düşündüktensonra kendi kendime dedim ki, Eğer binlerce küçük pırıltı yaşayabildimseşu on yedi yıl içinde, demek ki önümde bir ışık seli uzanıyor. Balıklamaatlamalıyım onun içine.
Kitabınızdaki birçok şeyi tatmış olmak ve bana rehber olduğunuzu sizebildirmek beni mutlu ediyor. Örneğin, klasik müzikte hangi eserden başlanıpnasıl bir sıra izlenmesiyle ilgili verdiğiniz bilgi bana rehber oldu. Zatenbirkaç kaset ve CD ile başlamış olduğum bu keyifli işe kararsızlık içindedevam etmeyeceğim. Balenin ve operanın tadını aldım. Kendi kendime birşeyler yazıp, yeri geldiğinde düşüncelerimi açığa vurabiliyorum.
Renkleri uyuşturamam veya çizgilerim güzel olmazsa, gibiendişelere kapılmadan dilediğim gibi resim yapıyorum. Okumazevkimi hiçbir zaman kaybetmedim. Bir kitabı elime alıp sessizlikiçinde başka bir dünyanın içine girmekten inanılmaz bir zevk alıyorum.Ve şimdilerde yeni hevesler: Gitar ve seramik. Bunlarıgeliştirmek için var gücümle uğraşıyorum.
Okullar açıldığından beri ders vermeye başladım. İstediğimşeyleri kimseye yük olmadan alabiliyorum böylece. Artık kafamıkurcalayan sorunların üstüne gidip çözümler arıyorum. Hedeflerim,hayallerim, ümitlerim büyük. Edebiyat öğretmenim NadirBey'in söylediği şu söz hep hatırımda. Onu hedeflemezsen,dokuzu alamazsın. Birçok açıdan kendimi şanslı buluyorum. Veen önemlisi GÜLÜYORUM. İnsan kendini o kadar iyi hissediyorki... Hem biliyor musunuz? İnsan mutluluktan gülmezmiş, güldüğü içinmutlu olurmuş.
Dilerim bu gencimizin pırıltılı mutlulukları bir ışık seline dönüşereksürüp gitsin.
:::::::::::::::::::
Biz, bir acayip severiz Çocukları...
Çocuklarımızla ilgili bu bölümün sonuna yaklaşırken, hem güldüren,hem de düşündüren bir özeleştiriyi, Çetin Altan'ın yıllar önce, ŞeytanınGör Dediği köşesinde yazdığı, Biz, bir acayip severiz çocukları...başlıklı yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bizim çocuklara karşı, geleneklerimizden ve tarihsel yapımızdansüzülen özel bir yakınlığımız, özel bir anlayışımız ve özel bir sevgimizvardır.
En duyarlı olduğumuz nokta da, çocukların özgür bir kişiliğe sahipolmaları ve daha önceki kuşakları sarmalayan koşullanmalara tutsakedilmemeleridir.
Daha iki yaşına basmadan hepsini, resim ve müzik rüzgarı estirenoyuncaklar dünyasına yöneltir, en ufak bir korkutmayla dahi benliklerinde herhangi bir ürküntü yaratmamaya dikkat ederiz.Her ev bir çocuk cennetidir bizde...
Hiçbir aileden hiçbir çocuğa karşı: Şimdi seni ayaklarımın altınaalır kemiklerini kırarım, gibi bir öfke patlaması çıkmaz...
Çocuğa her lafın başında, Kes sesini yoksa gebertirim, Bir taneçarparsam bir de yer çarpar, Tez günde Allah canını alır inşallahtüründen gözdağları ve beddualarla itip kakma yoktur bizde...
Eğitim düzenimiz gayet moderndir.
Özellikle tarihsel olayları analitik bir bakışla didik didik edecekve çağın yorumiarına en uygun gerçeği arayıp bulacak beyinsel bircerbezeyle yetiştiririz onları...
Çocuklar en kuytu köylerde dahi ana babalarıyla arkadaş olarakbüyür ve okulda öğrendiklerini, onlarla konuşa tartışa, benliklerinde iyice pekiştirirler. Akşamları da ailece toplanıp müzik yaparlar.
Bizde çocuklar daha beş yaşına basmadan, kendilerine ait küçükbir kitaplığa sahip olurlar.
Özellikle köylerdeki yaşgünü kutlamalarında herkes, yaşlarınauygun kitap hediye eder onlara...
Aç sefil perişan sokaklara terkedilmiş bir tek çocuk yoktur bizde...
Buluğ çağı bunalımlarının kolay atlatılması için, kız çocuklarıylaerkek çocuklarının arkadaşlığını çok küçük yaşta başlatırız.
İçlerinden başka şey düşünüp dışlarından başka şeyler söyleyen,kişiliği ikiye çatlamış şizofrenik tiplere bizde rastlanmaz hiç.
Hepsi çok sağlıklı beslenir ve minerali, vitaminiyle üç bin beş yüzkalorinin üstünde kalori alır.
Spor, dünyayı gezip tanıma, sağlık ve bakımlı giyinme, çocuğu üstdüzey bir yaşama hazırladığı için, aileler de, okullar da, büyük önemverirler bu konulara...
Anadillerini çok zengin konuşur ve daha ilkokulda yabancı dilöğrenmeye başlarlar.
Kırk yılda bir, ufak tefek suç işleyen çıkarsa; o, özel bir eğitimmerkezine alınır ve çocuklar için özel bir mahkemede, özel yöntemlerlekişiliği hırpalanmadan yargılanır.
Suç işlediği iddia edilen çocuklar, büyüklerin bulunduğu cezaevlerineasla gönderilmez ve cezaevinden yargıç önüne iki karış boylarıyladağ canavarları gibi asla zincirlere vurularak getirilmez...
Çocuk sevgisi çok derin ve çok köklüdür bizde...
Biz, bir acayip severiz çocukları...
Buruk bir gülümsemeyle okunan bir yazı... Ama insanı düşünmeyeittiği de bir gerçek.
Kendi çocukluğumuzda yaşadığımız olumsuzlukları çocuklarımızayaşatmayalım artık.
Dayak yediysek, dayak atmayalım.
Saygı görmediysek, saygı gösterelim.
Bize güvenmedilerse, biz çocuklarımıza güvenelim.
Bizi öpmedilerse, biz onları bol bol öpelim.
Bizi yetiştirmedilerse, biz çocuklarımızı hem de en iyi biçimdeyetiştirelim.
Genelde insanlar olumsuz da olsa yaşadıklarını yinelerlermiş, gelinbiz kıralım bu olumsuzluklar zincirini. Alışılmışı değil, insanın aklına vegücüne saygıyı gösteren engebeli patikayı seçelim. Düşüne tartışabulabileceğimiz çıkış yollarına yönelelim. Bu konuda yazılan kitaplarıokuyup, bilgilenip, çağdaşlığı yakalayalım.
Çocuk konusunda sonuç olarak bir insan yetiştirmekte olduğumuzunfarkına varalım.
Ona temel ilkeleri gerçek anlamda öğretelim, anlamasını sağlayalım,yaşayarak, yaşatarak özümletelim.
Sosyal yaşamını kültürle, sanatla, sporla, bilgiyle yoğurarak onahizmet verelim.
Ve bütün bunları sadece kendi çocuğumuzu değil, tüm çocuklarıdüşünerek yapalım. Ufkumuz kendi çocuğumuzla sınırlanmamalı.Mahallemizin, ülkemizin hatta dünya çocuklarını da düşünecek kadargeniş tutmalıyız ufkumuzu. Tüm çocukları düşünür, ona göre davranır,katkıda bulunmaya çalışırsak, bu yine dönüp dolaşıp bizi bulacaktır.Çünkü bizim çocuğumuz diğer çocuklarla birlikte yaşayacaktır. Çünkügelinimiz, damadınıız bu çocukların arasından çıkacaktır.
Zamanımızı sadece kendi çocuğumuza değil, mahallemizin çocuklarınahizmet vermek için veya okulda görev almak, gönüllü olarak çalışmak içinde ayırmalıyız. Tüm çocuklar için verdiğimiz her hizmet, gösterdiğimizçaba, çok daha güzel bir dünyanın yolunu aşacak ve çocuğumuz diğerçocuklarla birlikte, işte bu dünyada bizim ve bizim gibi düşünenlersayesinde daha mutlu yaşayacaktır.
Çocuklarımız her şeyin en iyisine, en güzeline layıklar.
::::::::::::::::::: Yükselen Yıldızlar-Babalar
Yıllar önce Küçük Ev adında herkesin beğenisini kazanmış birtelevizyon dizisi vardı. İşin ilginç yanı gençlerin asla kaçırmak istemedikleri bu diziyi, okullarda da öğretmenler salık veriyor, öğrencilerinin ve ailelerinin izlemesini istiyorlardı. Çocukları,gençleri, aile ve eğitimcileri televizyon başında buluşturmayı başarano çok ender programlardandı Küçük Ev. Benim bu diziden haberdarolmamsa ilginç bir biçimde gerçekleşmişti.
O zamanlar, yani bundan on yedi, on sekiz yıl önce herkesler evlerineharıl harıl televizyonlar alırken, biz azıcık da ukala bir tavıriçine girerek, o aptal kutusunu evimize asla sokmama kararını vermiştik. Derken bir gün, ilkokulda olan büyük kızım, öğretmeninin beni görmekistediğini söyledi. Kalkıp gittim. Sabahat Kiper öğrencilerini dikkatleeğiten titiz bir öğretmendi. Biraz hoşbeş ettikten sonra, konuya girdi.
Biliyorsunuz televizyonda yeni bir dizi var. Küçük Ev, dedi.
(Hiç bilmiyordum.)
Çocuklar için çok yararlı.
(Olabilir.)
Her programdan sonra, yani ertesi gün sınıfta dizide olanları konuşuyoruz.
(İyi de, bunları bana neden anlatıyorsunuz?)
Sorun şu ki, kızınız bu tartışmalara katılamıyor. Ona niçin bukadar suskun kaldığını sorduğumda, evinizde televizyon olmadığını, bunedenle de dizi hakkında hiçbir şey bilmediğini anlattı.
(Hay Allah, nihayet jetonum düşmüştü!)
Sabahat Hanım sert sert bakıyordu bana.
Sonunda konuştum.
Sormak istediğiniz buysa, kızım doğru söylemiş. Bizim evdetelevizyonumuz yok, dedim.
Sabahat Hanım bu kez şaşkın şaşkın bakıyordu.
Neden? dedi alçak bir sesle. Neredeyse maaşıyla bir televizyonalıp bize armağan edecek gibi bir hali vardı.
Zaman öldürdüğü gerekçesiyle almadık, dedim.
Sorunun parasal olmadığını anlayınca, bu kez yine kızgın bakmayabaşlamıştı.
İyi ama düğmesine basmak sizin elinizde değil mi? Yararlı olanıizler, zaman öldüren cinstense kapatırsınız olur biter. Sınıfta herkes bir konudan söz ederken Nilgün gibi parlak bir öğrencinin konu dışıkalması onun ruh sağlığı açısından hiç de iyi bir şey değil.
Eve döndüğümde eşime durumu anlattım. Ve böylece ertesi günçocuğumuzun ruh sağlığını korumak için, aptal kutusu sözlerini birkenara bırakıp, evimize bir televizyon alarak, biz de izleyiciler kervanına katıldık.
Küçük Evi ilk izlediğimde gerçekten etkilendiğimi itiraf etmeliyim.Laura Ingalls'ın kendi çocukluğunu anlattığı romandan yararlanarakhazırlanmış olan programda, Amerika'nın ilk yıllarında açık topraklardaçiftçilik yaparak geçimini sağlamaya çalışan bir ailenin öyküsüanlatılıyordu.
Aile bireylerinin dayanışması, zor koşullarda herkesin üstüne düşeniyapması, anneyle babanın çocuklarını eğitmeleri eğlenceli olaylarlaanlatılıyor, bu arada çok güzel mesajlar veriliyordu. Programın yıldızı,çalışkan ve dürüst bir çiftçi olan babaydı. Anneyle kızlarının özenlekurdukları mütevazi sofrada hep birlikte yemeklerini yedikten sonra baba eline kemanını alıp onlara çalıyor, çocuklar da şarkı söyleyerekbabalarına katılıyorlardı. Yatma vakti gelince, anneleri başuçlarındaonlara kitap okuyordu.
Okulda karşılaştıkları sorunlarda babaları onlara yardımcı olurken,bir yandan da ömür boyu yararlanacakları öğütler veriyordu. Kızı ilkkez aşık olduğunda, bunu babasına açıyor; babası kızının duygularınıanlamasına yardımcı oluyor, ona erkekler hakkında bilgi veriyordu. Sınıfın zengin ve şımarık kızının övünmelerine sinirlendiğinde, hattakıskandığında yine babası kişinin üstündekilerle değil, kişiliğindeki güzelliklerle gurur duyması gerektiğini, ılık bir gecenin sessizliğinde anlatıyordu.
İşte böyle bir diziydi Küçük Ev.
Gençlerimize en sevdikleri program sorulduğunda hemen KüçükEv yanıtı geliyordu. Dizide de en çok babayı beğeniyorlardı. Sanki hepsinin hayalindeki sıcak, hoşgörülü, anlayışlı, yardımcı, yol gösterenbabayı simgeliyordu Küçük Evin babası.
Yıllar sonra başka bir dizi yıldızlaştı. Bill Cosby'nin başrolü oynadığıyine bir aile dizisiydi. Bu kez günümüz ailesi ele alınmıştı. Anneavukattı ve çalışıyordu, baba doktordu ve beş çocukları vardı. Çocuklarınkimi ilkokulda, kimi lisede, kimi de üniversitedeydi ve her birinin ayrıayrı sorunları vardı. Her bölümde çocuklardan birinin sorunu eğlencelibiçimde ele alınıyor ve genelde babanın desteğiyle bu sorun çözümlenirkenyine alttan alta olumlu mesajlar veriliyordu. Güldürerek eğiten oaz bulunur programlardandı. Ve o günlerde yapılan anketlerde gençlerinve çocukların en sevdikleri program olarak liste başıydı. Dizininyıldızıysa... ailenin babasıydı.
Gençlerimiz Bill Cosby'nin çizdiği baba modeline hayrandılar.Çocuklarıyla şakalaşan, engin bir hoşgörüyle onları yönlendiren bubaba tiplemesi de tıpkı Küçük Evdeki baba gibi onların gönüllerindetaht kurmuştu. Bunca yıl araya karşın iki baba tipinin bu kadar beğeni kazanması dikkatimi çekmişti. Küçük Ev bundan on sekiz yıl önceizlenmişti, o dönemin çocukları büyüyüp kendileri anne babalar olmuşlardı.Cosby dizisinin babasıysa çok daha yakın bir zamanda gösterimegirmişti. Ve o da aynı ilgiyi gününün çocuklarından ve gençlerindengörüyordu. Demek ki, geçen zamana karşın ikisinin biıieştiği bir noktavardı.
Bu, dizilerin eğlenceli olmasının yanısıra, gençlerimizin babalarınadaha yakın olmak, onlarla her şeyi konuşabilmek, dertleşebilmek; onlarla birlikie gülmek, onların deneyimlerinden yararlanabilmek arzusuydu. Babalarıyla sıcak ve sevginin açık açık gösterildiği dostçabir ilişkinin özlemi içindeydiler.
Bakın bir gencimiz bu arzusunu nasıl dile getirmiş.
Benim annem ve babamdan pek bir sıkıntım yok ama babamın biraz dahaaçıksözlü, ileri görüşlü ve anlayışlı olmasını isterdim. Yani bir sıkıntımolduğu zaman babamın kucağına oturup her şeyi ona anlatabilmeliyim.Babamla çeşitli tartışmalara girebilmeli ve her zaman onun haklıolmadığını anlatabilmeliyim. Babamla kol kola alışverişe gidebilmeliyim.Onun en iyi olduğu anların her zaman devam etmesini çok isterdim.
:::::::::::::::::::
Çağdaş baba modeli
Hürriyet gazetesinde, Meltem Pusat'ın hazırladığı Tıp Dünyasıbölümündeki Gelişen toplumumuzun çağdaş baba modeli başlıklıyazıdan alıntılar yaparak, uzmanların bu konudaki görüşlerini aktarmakistiyorum.
Sert ve otoriter baba tipi çocuklarda ruhsal bozukluklara yol açıyor.Yurt içi ve yurt dışında yapılan araştırmalarda, yıllardır alışagelinmişsert ve otoriter baba tipi yerine, sevgisini belli eden, gerektiğindeçocuğunun yaşına inebilen baba tipi ortaya çıktı, diyerek giriş yaptıktansonra yazı şöyle devam ediyor.
Gelişen toplumumuzun çağdaş baba modeli belirlendi.
Araştırmalar, aile yapısı içinde yıllardır alışagelmiş sert ve otoriterbaba tipi yerine anlayışlı, sevgisini belli eden ve gerektiğinde onun yaşına inen baba tipinin ortaya çıktığını açıkladılar.
Kültür Lisesi tarafından hazırlanan Yaşadıkça Eğitim adlı yayındaİsveçli çocuk pedagogu Schalva Amonasschwill, toplumumuzda babakavramının artık değiştiğini belirterek, sert ve otoriter baba tiplerinin, çocuklarda sevgi eksikliğinden kaynaklanan kişilik bozukluklarıve bazı psikolojik sorunların ortaya çıkmasına yol açtığını söyledi.Çocukta ortaya çıkan bazı psikolojik sorunların kaynağında, annebaba davranışının aranması gerektiği kaydedilen yazıda, şu görüşlereyer verildi:
Bazı veliler, çocukları için her şeyi yaptıklarını sanıyorlar. Örneğin,çocuklarını giydirdiklerini, onlara baktıklarını, oyuncak aldıklarını veöğütler verdiklerini söylüyorlar. Ancak bunların pek azı, çocukları dövmekve azarlamak yerine onları anlamak, onların yaşına inme gayreti içindebulunuyorlar.
Özellikle, ailelerin büyük çoğunluğunda, babanın vermesi gerekeneğitimin, ilginin eksikliği görülmektedir. Baba çok çalışmakta, eve geçgelmekte ve eğitsel incelikler için zaman ayıramamaktadır.
Bir ailede eğitimle baba değil de, sadece anne, büyükanne, teyze,abla ilgileniyorsa, eğitim yarım kalmış demektir. Bu durum, yıllar sonra da olsa, çocuğun duygusal gelişiminde kendisini gösterecek ve tehlikeli olacaktır.
Uzmanlar, ideal baba tipinin korku saçmaması gerektiğini belirterek, şugörüşlere ağırlık verdiler:
Çocuğun, kelimenin tam anlamıyla babaya ihtiyacı vardır. O, kendisiylebirlikte yaşamını geliştirecek, ona yürekli, dürüst ve çalışkan olmayıöğretecek bir babaya ihtiyaç duyar. Ancak, bunlar öğrenilirken,sevgi ve arkadaşça bir ilişki kurmak, çok önemli olmaktadır.
İşte o yazıda böyle anlatılıyordu çağdaş baba modeli.
Ve yine dönelim mektuplarımıza...
Ailem içinde en olumsuz davranan genelde babamdır.Babam her zaman sinirlidir ve hep kendini düşünür. Ona göreherkes kötü sadece kendi iyidir. (Bunları benim yazdığımı bilsekıyamet kopar herhalde.) Babam telefonda bağıra bağıra konuşmasa dahaiyi olurdu. En sinir olduğum huylarından biri de çoktelaşlı olmasıdır. Örneğin, bir yolculuğa çıkacağımızda diyelimbiletlerimiz saat ikide biz haydüil saat on ikide terminaldeyiz. İki saat direk gibi dikiliriz orada.
Bu arada bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. Bir yazgünü vapurdan iniyorduk. Benim elimde üç dört tane dolu kavanozbulunan bir naylon torba vardı. O kadar kavanoza karşın torba hayliinceydi. Merdivenlerden inerken torba koptu, kavanozlarda yere düşüp kırıldı. Çok korkmuştum. Aslında bunda benim birsuçum yoktu. Torba o kadar ağırlığı taşıyamamış, incelip kopmuştu.Tabii gel sen bunu bir de annemle babama anlat. Herkesin içinde bana,Sakar şey n'olucak! Zaten bir şeyi düşürmeden getiremez, diye çıkıştılar.Bu sözler beni çok kırmıştı. Herkesin içinde resmen rezil olmuştum.Ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. İşte bu, annemle babamın benceolumsuz olan davranışlarından bir örnekti.
Ama yine de annemi ve babamı (küçük kardeşimi de unutmamak gerek) çok,çok, çok....... SEVİYORUM.
Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi gençlerimiz eleştirilerinde çokölçülü ve dengeliler. Kendilerini kıran, üzen davranışları, aile içindevarolduğunu bildikleri sevgiden ayırarak ortaya koymayı şu gencecikyaşlarında ne de güzel beceriyorlar. Her iki mektupta da olmamasınıistedikleri davranışları anlatmış, bunun yanısıra sevildiklerini bilircesine sevgilerini açık açık haykırmışlar.
Bana bunu yaptılar, beni sevmiyorlar. Ben de onları sevmiyorumişte, demiyorlar, tam tersine büyük bir olgunlukla, Beni seviyorlar, bunu biliyorum. Ben de onları seviyorum ve onlardan vazgeçememama ne olur şöyle şöyle davranmasalar, böyle konuşmasalar, şeklindekonuyu ortaya koyuyorlar. Böyle gençler için bizler de elimizden geleni yapmalı; çaba göstermeli, davranışlarımızda daha dikkatli olmalıyız.
Gençler ayrıca babalarının bakımlı, şık, görgü kurallarına uyan zarifbeyler olmalarını da istiyorlar. Özellikle de genç kızlarımız bu bakımlı,hoş beylerin koluna girip gezmeye gitmek istiyorlar.
Aslında bu babalar için çok büyük bir iltifat! Aman ne yaparsa yapsın,yüzünü bile görmek istemiyorum, diye düşünseler daha mı iyi olurdu? Onuniçin babalar bu tür isteklerin değerini bilip, onlara cevap vermeliler.
Bu, babayı süsleyip püslemek arzusu bir zamanlar bizim evde deyaşanmıştı. Şu an hatırlayabildiğim en çarpıcı örnek... kıpkırmızı birhırkayla ilgili olanı.
Şimdi, babalarının lacivert-kahverengi ekseninden çıkmayan, sonderece muhafazakar giyim tarzı izleyen biri olduğu gözönüne alınırsa,bu domates rengi hırkanın tüm iyi niyetlere karşın, büyük bir fiyaskoolması kaçınılmazdı. Oysa amaç babayı süslemekti ve onlar kırmızıhırkaları çok beğeniyorlardı.
Küçük kızlarının büyük bir mutlulukla sundukları armağan paketiniaçtığında, babalarının yüzü görülecek haldeydi. Olduğu yerden fırlayıpda onu ısıracakmış gibi bakıyordu domates renkli hırkaya. Neyse, kendiniçabuk toparladı; armağanını evirip çevirip baktı ve İlk kez birkırmızı hırkam oldu, diyerek teşekkürlerle ikisini de öptü.
O gece babanın şerefine akşam yemeğine çıkıldığında, iki kardeşbirbirlerine bakıp gülümsediler. Mutluydular, çünkü babaları yemeğeçıkarken özenle seçtikleri armağanı, kırmızı hırkayı giymişti.
Gerçi o hırkayı bir daha gören olmadı ama o gece Babalar Günüiçin yenen akşam yemeğinde, sonunda babalarını şöyle gönüllerincesüslemiş(!) olmanın mutluluğunu yaşamışlardı ya, önemli olan da buydu.
Babalarının zarif davranışlar içinde olmalarını da istiyorlar demiştikya, babam kahvesini içerken tam anlamıyla tadını çıkarırdı. Öncekahvesini onun deyişiyle usulünce ve de minik bir tahta kaşıkla karıştırakarıştıra pişirir, sonra da mevsimine göre ya balkonda ya da salondamanzara gören koltuğuna gömülür ve büyük bir keyifle höpürdetehöpürdete içerdi. Her höpürdetişten sonra da derin bir Ohhhh, çekerdi.
Bu sazlı sözlü kahve içiş küçük kızımın hiç de hoşuna gitmezmişmeğer. O sıralarda dört yaşlarında olmalıydı. Bir gün dayanamayıp,
Dedeciğim, fincanı yutacaksın, deyiverdi.
Böyle höpürdeterek içmemi beğenmedin mi? diye sordu babam.
Hayır, diyerek kızım başını iki yana salladı.
Babam bir an düşündü sonra kahvesinden kocaman bir yudumdaha alıp, Hüp diye de içerim, lüp diye de içerim. Burası benim evim,dedi, gözlerinde yanıp sönen muzip ışıltılarla.
Baba neyse neydi ama sözkonusu olan dedeydi ve konuyu kapatmak enakıllıca davranış olacaktı!
Ve yine mektuplardan alıntılar.
Her zaman, evde baş başa olduğumuz zamanlarda bileözensiz kıyafetlerle dolaşmamalı, görgü kurallarını görmezliktengelmemeliler. Babam yemeğini doğru dürüst yemeli ve çatalıylasalatanın içinden almamalı. Koltukta yayılır gibi oturmamalı.
Annemle babamın kendilerine özen göstermedikleri, kendilerinisevmedikleri kanısındayım. Her zaman canından bezmiş birdurumda, yirmi senelik yırtık pırtık eşofmanları, karışık saçları,sapsarı yüzleriyle karşımdalar. Oysa annem biraz makyaj yapsa,babam İngiltere'den alıp da giymeye kıyamadığı eşofmanını giyse vebiraz daha kendilerine özen gösterseler, onlara bakmayadoyamayacağımı biliyorum.
Babamın rakı içmesi hiç mi hiç hoşuma gitmiyor.
:::::::::::::::::::
Ve Keşke...lerden bir demet...
Annemle babamın arabada sigara içmeleri hiç hoşuma gitmiyor.Keşke arabada sigara içerlerken biraz da bizi düşünseler...
Keşke babam,
yemekleri şapırtılı, şupurtulu yemese,
çorbayı höpürdeterek içmese,
bu kadar sinirli olmasa,
lokmasını çiğnerken dişlerini birbirine vurmasa,
dakikada bir televizyon kanallarını değiştirmese,
etrafına gösterdiği sabrı ailesine de gösterse...
Keşke babam, zamanın değiştiğini anlasa,
benim artık on sekiz yaşında olduğumu kabullense,
bana kızdığı zaman annemi sorumlu tutmasa,
kendinin de bir zamanlar genç olduğunu anımsasa,
bir yere gitmek, arkadaşlarımla dolaşmak için yalvarmakzorunda bırakmasa beni,
sadece kendinin doğruyu bildiğini iddia etmese,
on sekiz yaşında olmarna rağmen benim de her konuda fikrimolabileceğini kabul etse.
Babam benim giyimimi çok eleştiriyor. Mesela güzelcegiyinsem (giydiklerim kot, kazak ve kot ceket) babam bana berduş diyor.Çok komik değil mi?
Babamın hastalanmama inanmaması; bu kızı hep sen şımartıyorsun diyeannemin babamı, babamın annemi suçlaması; ev işi yapmayınca babamın, senbu evin kraliçesi misin, diye bana kızması beni çok üzüyor.
Babalarla ilgili yazılabilecek tek şey var: DAHA YUMUŞAK,BİZLERE DAHA YAKIN VE DAHA AZ SİNİRLİ OLUN LÜTFEN
Şimdi de gençlerden babalara gelen övgülere bir bakalım.
Babamın her gittiği yere bizi götürme çabası çok hoşumagidiyor çünkü çevremde ailesini evde bırakıp bir yerlere gitmeyemeraklı o kadar çok insan var ki, babamın bu çabasını gördükçeonunla gurur duyuyorum.
Babam bilgisini bize aktarmaya bayılır, yenilikçidir... Olanaklarıölçüsünde tarihi güzelliklerle bizleri biraraya getirmeyeçalışıp, bilgilenmemizi sağlar. Marmara kıyısından başlayıp Egeüzerinden Akdeniz'in bir ucuna, Mersin'e kadar tüm kıyı kentlerini ve İçAnadolu vadilerini, tarihi, turistik güzelliklerini kucakladık.Doğduğu şehrin sınırlarını aşmayanlar var. Çok yaşa baba!
Özellikle de kötü not aldığımda babamın, Boşver n'apalım,bir daha sefere nasıl olsa düzeltirsin. Hadi ye bakalım yemeğini,demesi bana o kadar büyük bir çalışma hevesi veriyor ki...Babaların bir çocuğun ve gencin yaşamındaki önemli rolünü, tümbu mektuplar nasıl da doğruluyor... Fazla söze ne hacet diyerek (çünküonlar duygularını o kadar güzel anlatıyorlar ki...) sözü babayayazılmış bir açık mektuba bırakalım.
Canım babama
Geçtiğimiz yeni yılı annem yanımızda olmadığı için birliktekarşılayacaktık. Öğlene kadar bir programımız yoktu ama gelenbir telefon bütün programımızı değiştirdi. Yeni yılı dışarıdababamla aynı meslekte olan arkadaşlarıyla kutlayacaktık. Doğrusu bufikri oldukça sevmiştim. Çünkü ilk kez baba kız anlamlı birgünde birlikte olacaktık.
Akşamı heyecanla bekledim. Gitme vakti geldiğinde hazırdık. Buarada babamın gömleğini ütülerken sapsarı yaptığımı dasöylemeden geçemeyeceğim. Her neyse sonunda oraya vardık.Bir lokantanın çatı katında oldukça ufak bir yerdi. Yirmi kişiyeyakın insan vardı. Her yer süslenmiş, ışık yerine masaların üzerinemumlar yerleştirilmişti. Hep birlikte yemek yiyerek sohbetetmeye başladık. Saatler ilerledikçe sohbet daha da koyulaşıyordu.İlk defa babamla kadehlerimizi tokuşturuyorduk. Bir ara oradabulunanlardan biri gitar çalmaya başladı. Tabü biz de onaeşlik ederek şarkı söylüyorduk. İçimden babama beni böyle biryere getirdiği için teşekkür ediyordum. O kadar mutluydum ki...Tam babamla birbirimize sarılmış şarkı söylüyorduk ki, birisifotoğrafımızı çekti ve o günü unutulmaz yapan bir anı oldu bubize. Bütün geceyi böyle mutlu bir şekilde geçirdik. Yeni yılı coşkuylakarşılamak ikimize de iyi gelmişti. Ben o günü her zamanyaşanmış bir gün olarak anımsayacağım. Ve şimdi babam için,o çok özel insan için söylemek istediğim bazı şeyler var.Babacığım, seninle geçen her günüm benim için ayrı birmutluluk. Benim için her zaman çok ayrısın. Verdiğin emek veolanaklar senin çok özel olmana yetiyor. Sana iyi bir evlat olmakiçin elimden gelen bütün çabayı göstereceğim. Sen bunu çoktanhak ettin zaten. Her zaman böyle güzel günler geçirmek dileğiyle...
Seni çok ama çok seviyorum. Civcivin
Ne kadar güzel bir mektup değil mi? Böyle güzel anıları olduğuiçin ne mutlu o baba kıza...
Ve bu bölümü bağlayacak olan hüzünlü ama çok güzel bir şür vebir mektup.
BABALARIN KRALI
Bir baba düşünün
Sevgi dolu bakıyor
Kolları şevkat dolu
Yüzü huzur veriyor
İşte o benim babam
Ben onun prensesi.


Bir baba düşünün.
En yakın dert ortağı
Gözyaşımı silerken
Sıcak bir sevgi yumağı
İşte o benim babam
Ben onun prensesi.


Bir baba düşünün.
Doğayı, insanı seviyor
Dostuna canı feda
İşte o benim babam
Ben onun prensesi.


Bir baba düşünün.
Karşılık beklemeden veren
Beni üzmemek için
Acı çekerken gülen
İşte o benim babam
Ben onun prensesi.


Biliyorum çok şanslıyım
Teşekkürler güzel Tanrım
Babaların bir tanesi
Benim altın kalpli KRALIM.
Aylin Yıldırım
Ve bu şürle birlikte gelen mektuptan bir bölüm:
Benim babam üç yıl önce kalbinden rahatsızlandı. Ve tedaviiçin annemle birlikte Almanya'ya gitti. Babam oradayken benbu şiiri onun için yazdım. Türkiye'ye döndüğünde şilrimi okuyupçok beğendiğini söylemişti. Sonra, Almanya'dan geldikten iki haftasonra bizlere veda etti ve öldü,
diyerek büyük acısını anlatıyor ve daha sonraki satırlarda hayranolduğu babasının kızı olduğunu kanıtfarcasına cesaretle hayatını yaşamayadevam ettiğini, geride kalan aile bireylerine değerlerini çok iyi bilircesine onlara sımsıkı sarıldığını görüyoruz.
Annem, ağabeyim, ben ve köpeğim mutlu olmaya çalışıyoruz. Annemdiş hekimi, bize çok iyi bakıyor. Bir dediğimizi ikietmiyor. Ağabeyimi de çok severim. Kendisi ODTÜ'de endüstrimühendisliğinde okuyor. Ben günlük tutuyor, kompozisyonlar veşiirler yazıyorum. Yeni kitaplarınızı umutla bekliyorum. Tabiibunun yanında bana gelecek olan bir mektubunuzu da. Sizi çokseviyorum.
Ben de seni çok seviyorum Aylin'ciğim, umarım mektubumu aldın.Sana yazdıklarıma eklemek istediğim bir şey daha var. İyi ki babana ogüzel şiiri yazmış ve iyi ki bunu ona okutmuşsun. Kimbilir ne kadar mutlu oldu ve seninle gurur duydu.
:::::::::::::::::::
Anneler İçin Tek Bir Sözcük: Teşekkürler
Babalar hakkında gençlerin yazdıkları eminim annelerin de, acababizler için neler yazdılar, diye merak etmelerine yol açmıştır. Onun için sıcağı sıcağına bizler hakkınca yazdıklarına da bir göz atalım dameraktan kurtulalım.
Çocuklarını gerektiğinde ya bir aferin'le ya da küçük birhediyeyle ödüllendirmeliler. Bu öyle şevklendirici bir şey oluyorki anlatamam. Örneğin, ben orta ikideyken ve matematiğimingidişatı epey kötüyken, dokuz aldığım o yazılıdan sonra annemingetirdiği piyano şeklindeki notluk, iki yıldır masamın üstünü süslüyor.
Keşke annem...
daha az titiz olsa,
daha az duygusal olsa,
ne zaman biriyle çıksam hemen onunla evleneceğimi düşünmese,
kafasını bu kadar üniversiteyle bozmuş olmasa,
etraf ne der, düşüncesini aklından çıkarsa.
Keşke annem...
bir şey kırdığımda bana o kadar kızmasa,
bana ne kadar kızarsa kızsın, bütün emeklerim boşa, demese
Bu beni o kadar çok etkiliyor ki...
Dikiş diktikten sonra odayı bana süpürtmese,
istediği bir işin hemen o anda yapılması için ısrar etmese...
Benim hiçbir zaman, ya sınavdan kötü bir not alırsam, diyebir derdim olmadı. Annem ve babam notlara o kadar da önemvermeyen insanlardır. Bu da çok hoşuma gidiyor.
Bir keresinde benim için çok önemli olan bir sınava çalışırken annembiraz dinlenip rahatlamam için odama yiyecek bir şeyler getirmişti ve buçok hoşuma gitmişti.
Anneme her zaman erkek arkadaşlarımı söylerim ama onaerkek arkadaşım olduğunu söyledikten sonra annemin davranışlarınındeğiştiğini ve biraz geciksem, Neredeydin? gibi sorularsorduğunu farkediyorum. Ve bu gerçekten hoşuma gitmiyor.
Ve keşke annem ve babam beni istemediğim yerlere götürmegirişimlerinde bulunmasalar. O zaman beni daha mutlu edecekler.
Annemle izin konusunda hiç anlaşamıyoruz. Artık, Sanadeğil, çevreye güvenmiyoruz, ya da Biz de bir zamanlar seninyaşındaydık, bizim niye böyle isteklerimiz yoktu, gibi sözleri duymakistemiyorum. Ailelerimizin amaçlarının bizleri korumak olduğunu hepimizbiliyoruz ama biraz anlayış istiyoruz. Bütün bunların yanısıra ailemebana her zaman destek oldukları için minnettarım.
:::::::::::::::::::
Okuma zevkini anneme borçluyum
On altı yıldır bu dünyayla beraber dönüp duran bir genç kızım.
Sayıları bir elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar az olan asigençler yüzünden bütün gençlere işe yaramaz gözüyle bakılmasından bıktım.Yetişkinler kulağına küpe takmış ya da saçını uzatmış bir delikanlıgördüler mi, hemen onu yargılamaya başlarlar. Dünyanın sonu geldi.Erkekler de küpe takmaya başlarsa sonumuzu hiç de iyi görmüyorum. Hemerkekler saç uzatır mı? gibi. Tamam, belki böyle bir görünüm hoşolmayabilir ama unutulmaması gereken bir şey daha var. Özgür bir ülkedeyaşıyoruz.
Bazen büyükleri hiç anlamıyorum. Bizleri ileri geri çekiştirenler güngeliyor, Şu yeni yetişen kuşağa hayranım doğrusu. Hem gezip eğlenmeyi,hem de okuyup adam olmayı başarabiliyorlar. Bravo yani, gibi sözlersöylüyorlar. Bence büyükler anlaşılması zor insanlar.
Annem ve babam iyi görüştüğüm arkadaşlarıma çok karışıyorlar. Onlarlasamimi olmamı istemiyorlar. Arkadaşlarımla geçirdiğim günlerin sayısıbiraz olsun fazla oldu mu hemen kısıtlamalar başlıyor. Özellikle deannem bir arkadaşımı görmesin, hemen yargılamaya başlar. Bu kız fazlahavalı. Bu çocuk biraz deli bozuk galiba, gibi. Annemin arkadaşlarımhakkında daha ılımlı düşünmesini isterdim. Eminim hiçbir genç kendisihakkında böyle önyargılı düşünülmesini istemez.
Arkadaşlarımla bir pastaneye ya da kafeteryaya gidebilmekiçin izin alana kadar akla karayı seçiyorum. İzin alıyorum amasonradan bu izin burnumdan geliyor. Tam kapıdan çıkarken, Yine oarkadaşların, değil mi? Baban duymasın, çok kızar, gibisözlerle moralimi bozar da gönderir annem. Devamlı aynı arkadaşgrubuyla dolaştığımı ve bu grupta kimler olduğunu bildiğihalde hep tedirgin, hep katı anne rolünü oynamasını da istemiyorum artık.
Öğrenci olduğum için beni devamlı ders çalışırken görmekistiyorlar. Sanki her gün ders çalışmaya programlanmış ve birazolsun dinlenmeye hakkım olmayan bir robot gibi hissediyorumbazı zamanlar kendimi.
Her zaman bizi kendi dönemleriyle kıyaslamaları da bir garip.Ben sizin yaşınızdayken hem çalışır, hem de okurdum. Sizin yediğinizönünüzde, yemediğiniz arkanızda. Bunların kıymetim iyibilin de iyi değerlendirin. Tamam, bizim için yapılan herşeyin kıymetini biliyor ve iyi bir şekilde değerlendirmeye gayretediyoruz ama her lafın arasında da bunlar söylenmez ki...
Annemle babam aslında iyi insanlar. Onlarınki ufak tefekhaialar. Sahip olduğum pek çok değerleri onlara borçluyum.Birinci sınıftayken herkes nerdeyse okumayı sökmeye başlamıştıoysa ben en tembel öğrenciydim diyebilirim. Her gün okuldangelince annem bana minik hikayeler okuturdu. Birinci akşam birsayfalık, ikinci akşam iki sayfalık öykü derken okumayı söktümve diğerlerine yetiştim. Okumak öyle zevkli bir hal almıştı ki, hergece uyumadan önce en az bir sayfayı okumayı alışkanlık halinegetirdim. Ne kadar güzel, değil mi? Kitapları ve okumayı çok seviyorum,bunu da anneme borçluyum. Teşekkürler anne...
Önemli sınavlara girerken annemin Şimdiye kadar her şeyibaşardın, bunu da başaracaksın. Senin için gayet basit birsınav, demesi çok büyük destek oluyor benim için.
Ben sadece annemle ilgili yazmak istiyorum, çünkü annemlebabam ayrılar, diyor bir gencimiz ve annesinin beğendiği davranışlarınısıralıyor:
1- Doğumgünümde yastığımın yanına bir hediye paketi koyması.
2- Beni dostlarımızla birlikte tek başıma Şarköy'e göndermesi.
3- Tiyatro çalışmalarına izin vermesi.
4- Kendi odasını bana vermesi.
5- Yılbaşlarında bir değil, üç dört hediye alması.
6- İş dönüşü kırtasiyeden aldığı okul eşyalarını vermesi.
7- Her istediğimi almaya çalışması.
8- Çalıştığı bankadan bana araç gereç getirmesi.
9- Arkadaşlarıma kendi çocukları gibi davranması sonucuonlar da annemi çok severler. Hatta bir seferinde annem hastalanmıştı.Arkadaşlarımın onu bir demet kır çiçeğiyle ziyaret etmeleri beni çokmutlu etmişti.
10- Aslında sayamadığım daha pek çok şey var ama birkaçsözcüğe sığdırmak gerekirse, en önemlisi beni bu yaşıma kadarsevgi ve şefkatle, bütün zorluklara katlanarak büyütmesi. TEŞEKKÜRLERANNE!
:::::::::::::::::::
Annelerin gönül çelen küçük armağanları
Annemin en sevdiğim yanları:
İlk sözü son sözüdür. Evet, dedi mi bir daha asla hayır;hayır, dedi mi bir daha asla evet, demez.
Eksiklerimi hemen görür ve giderir.
Çok zevklidir. Herkes kına ve nişan kıyafeti seçerken yanında annemi degötürür.
Benimle bir arkadaş gibi konuşur. Bu yüzden arkadaşa ihtiyacım yoktur.(Annemin anlattıklarının aynısını romanlarınızda okudum.)
Çok anlayışlı, çağdaş, ileri görüşlüdür.
Herkes onu ablam zanneder. Ee, tabii ben de gurur duyarım.
Annemin en sevmediğim huyu, ille de ev işlerinde ona yardım etmemiistemesi. Ama Allah bana öyle bir kabiliyet vermiş ki,bir iş yaparken başka iş açıyorum. Zaten yaptığım işten hayır gelmezmiş.Bunlar annemin ve kardeşimin sözleri. Buna rağmen illede odamı toplamamı, temizlememi ister, sonra o iş yaparkenörneğin evi süpürürken orada öyle kazık gibi durmamalıymışım.Ama sonra yap dediğine pişman olur, çünkü yaptığım iş bir şeyebenzemez ve tabü o da sinirlenir.
Bir kötü huyu da çöpleri dökmemi istemesi. İşte buna hiçtahammülüm yok. Ama başkalarının anne babalarına bakıyorumda, onlarla kıyaslanınca benim annem ve babam da birer melek.Onlarsız bir hayat düşünemiyorum ve onları çok seviyorum.
Eminim sizler de farketmişsinizdir, gençlerimizi duygulandıran vebize bağlayan, sevgi ve ilgimizi yansıtan küçük duyarlılıklar, düşüncelidavranışlar... Okutuldukları ve onlar için yapılan her şeyin farkındalar ve minnet duyuyorlar. Bunu açık açık söylüyorlar ama...yüreklerine dokunabildiğimiz anlar küçük duyarlılıklarda odaklaşıyor.
Bir tatlı söz, çalışırken içmesi için getirilen bir fincan çay, Boşver,bir daha sefere daha iyi yaparsın, gibi teselli sözcükleri, zor başarılmış bir sınavın anısı için verilmiş küçük bir armağan... İşteonların genç yüreklerini aydınlatan minik minik pırıltılar...
Bu mektubu annesiyle babası altı yıldır ayrı olan bir gencimiz yazmış.Annesinden yakınıyor ama bakın neden.
Annemle pek iyi anlaşamayız, çünkü o çok fedakar bir insan ve benböyle olmasını istemiyorum. Onun biraz kendine bakmasını, kendi hayatınınolmasını arzuluyor, devamlı beni düşünmesini istemiyorum. Bu yüzden çoktartışıyoruz.
Annem beni hiç sıkmaz, bir annenin bırakabileceği ölçüdeserbest bırakır. Ama dediğim gibi kendisiyle pek ilgilenmiyor.Ben onun giyinip süslenip, biraz hayatını yaşamasını istiyorum.Annem çevresinde gerçekten çok saygı duyulan ve sevilen birinsandır. Benim istediklerimi yapamamasına maddi durumumuzun nedenolduğunu söylüyor. Hak veriyorum aslında. Babam hiç yardım etmiyor.Bense sırtına markasız bir şey geçirmeyen bir insanım. Zenginarkadaşlarımdan eksiğim yok, fazlam var. Bu da annemin özverisiyleoluyor. Onu çok takdir ediyorum ama yine de kendine de özen göstermesinive bunca fedakar olmamasını istiyorum.
Sanki o annenin kızı değil de, dostu, arkadaşıymış gibi yazılmış birmektup. Belki markaları fazlaca seviyor ama bunu itiraf edecek kadarda dürüst ve açık sözlü.
:::::::::::::::::::
En yakın arkadaş, güvenilir sırdaş
Bir başka gençse annesiyle ilişkisini anlattıktan sonra yaşdaşlarınaçok güzel bir öneri getiriyor.
Annemle çok iyi anlaşırız (deterjanlarımız dışında!). Aynıkuşaktan değiliz ama müzikte bile zevklerimiz uyar. Tabii o metaldinlemez ama (metalci grupların yumuşak parçalarını seviyor gerçi...)bunu da ondan bekleyemem zaten. Sonra çoğu arkadaşımhoşlandığı ya da çıktığı çocuğu annesinden gizler ya da zorlasöyler. Bense azıcık beğendiğimi bile söyleyebiliyorum. Bununlada kalmıyor, olan olayları ona anlatabiliyorum. Birlikte gülüyoruz,birlikte ağlıyoruz, yani ben ağlıyorum o teselli ediyor. En yakınarkadaşıma verdiğim sırları veriyorum ona.
Artık herkese anneleriyle konuşmalarını tavsiye eder oldum.Anneme güveniyorum, o da bana güveniyor ve bu o kadar güzelki... Hem böylece ondan izin almak için bahanelere, yalanlarabaşvurmamış oluyorum, benim de içim rahat oluyor. O da nerede, neyaptığımı bildiğinden izin veriyor zaten. İzin vermiyorsada (ki buna saygı duyuyorum) bunun bir nedeni var ve çoğunlukla dahaklı oluyor. Bazen izin alamayınca o günlüğüne ona çokkızıyorum ama sonra ben de, iyi ki yapmamışım, diyorum.
Onunla alışverişe çıkmayı çok seviyorum, o da benim gibipara harcamaya bayılıyor. Öyküler yazıyorum ve ilk okuttuğumkişi o oluyor. Onun fikrine herkesinkinden çok değer veriyorum.Aynı filmleri beğeniyor, aynı kitapları seviyoruz. Müzikte bilezevklerimiz uyuyor. Ve bundan çok memnunum. Onu çok seviyorum,bu dünyada herkesten daha çok. Ve bunları sizinle paylaşmakistedim.
Bence çocuklarla anne babalar arasındaki iletişimsizliğinnedeni bizleriz. Çünkü biz onlarla konuşmuyoruz. Belki onlarbize böyle samimi bir ortam yaratmıyorlar da ondan. Ama herşeye rağmen tüm gençlere tavsiyem, onlarla konuşun. Onlarıarkadaş gibi görür ve onlara doğruyu söylerseniz sizi anlarlar vesorunlar çözülür. Bence bunu denemekte yarar var.
Ne güzel bir anne kız ilişkisi ve ne kadar doğru, ne kadar yerindebir öneri. Anlaşmazlıkların pek çoğu konuşmamaktan kaynaklanıyor.Bu sadece aile içinde değil, arkadaşlar arasında da böyle. Hem gençlerimiz, hem biz içimizdekileri bastırmak yerine konuşmalı, anlatmalıyız. Kuşkularımızı varsa kıvranıp duracağımıza, açık açıksormalıyız. Çocuklarımızı da bizlerle her konuda konuşabilmeleri için yüreklendirmeliyiz. Arkadaşıyla bir sorunu varsa gidip onunla konuşarakbir çözüm getirmesi için onu teşvik etmeliyiz. Açık olmak ve konuşmak pekçok sorunu çözebilmesinin yanısıra içimizdekileri söylemenin ferahlığınıda yaşatır bizlere. Ama bunun için önce biz el uzatmalıyız sevgiliçocuklarımıza ve gençlerimize. Onları yüreklendirmeli, asla korkutmamalı,konuşmalarının hoşgörüyle dinleneceğine inandırmalıyız. Bunu başarabilirsek,çocuğumuzun daima yakınında olacak, onu arkadaşça koruyabilecekve en önemlisi onunla dost olabileceğiz.
:::::::::::::::::::
Sevinçleriniz dalgalar gibi coşkulu üzüntüleriniz köpükler kadargeçici olsun
Ve bizimkiler diye sevgi dolu bir tanımlamayla kalabalık ailesinianlatan bir başka güzel mektupla bu bölümü bağlayalım isterseniz.Lafı fazla uzatmadan bizimkiler hakkında bir şeyler yazmak istiyorum.Epey kalabalık bir ailem var. Yok öyle çok kardeş falan değiliz. Sadeceiki annem ve iki babam var. Ben sekiz yaşındayken boşanmışlar. İyi ki deboşanmışlar. Şimdi yeni, tatlı ve genç bir annem ve çok iyi bir babam var.Aslında en önemlisi annem ve babamın kendi hayatlarını özgürce yaşayıpmutlu olması...
Daha çok anne baba, daha çok gözlem, bilgi ve deneyimdemek. Hepsini teker teker ele almam zor olacağı için biraz toptanyazacağım. Ailemin en sinir olduğum davranışlarını şöyle birlisteyle toparlayabiliriz.
Beni başkalarıyla kıyaslamaları. (Gördün mü filancanın kızıonu giymiş, bunu kazanmış, oraya gitmiş!)
Sürekli derslerden konuşmaları. Tabii ki bu onların en doğalhakkı ama eve okuldan yorgun dönünce, Dersler nasıldı? yerine,Arkadaşların, okul nasıldı? diye bir soru duymak isterim.Bir konuda fikirleri olmadığı halde fikir yürütmeleri... Diyelimyorgunum, hemen tahminler başlar. Kötü bir şey oldu, biriylekavga ettin, dersler kötü geçti... Oysa ben nedensiz yorgunum.Tekrar, tekrar, tekrar kapıyı kimseye açma (hep açardımda); televizyonu yüksek sesle dinleme, gözlerini bozma... sürer,sürer, sürer.
Yine mi MTV? Eee, Kürdihicazkar (yanlış yazmış olabilirim)makamı dinlememi beklemiyordunuz herhalde.
Onlarla alışverişe çıkmak mı? Allah korusun! Benim on dakikadadolaşacağım süpermarkete onlar bir günlerini veriyorlar.Biliyorum çok meşguller ama beni okulda ziyaret edemeyecek kadar çok mu?
Bu şarkıcının adı neydi?
Ama baba bu benim en sevdiğim şarkıcı. Adını nasıl unutursun?
Ben böyle ayrıntılarla ilgilenmiyorum.
(Gel de sinir olma!)
Ve bu liste uzar, gider.
Değişmeyen tek şey var. Benim onlara ve onların bana duyduğu sonsuzsevgi...
Yazacaklarım bitti ama duygularım asla bitmeyecek. Benailemi asil insanların basit sevgisi gibi değil, basit insanların asil sevgisi gibi seviyorum.
Sevgili İpek Hanım, sözlerimi burada noktalamak istiyorum.
Sevinçlerinizin deniz dalgaları gibi coşkulu, üzüntülerinizinde dalgaların köpükleri kadar geçici olması dileğiyle.
Ne kadar değişik ve tatlı bir mektup değil mi? Hele de mektubunsonundaki o güzel sözlere ve dileklere bayıldım. Diyorum ya, gençlerimizin mektupları birbirinden harika...
:::::::::::::::::::
Gençlerin İstekleriyle Uzmanların Önerilerinin Birleştiği Noktalar
Einstein, Sadece başarılı biri değil, değerli insan olmaya çalışın,diyor.
Değerli insan olmayı kim istemez ki... Oysa değerler konusundagençlerimizin kafası karışık. İşin kötüsü bizlerin de kafası karışık.
Neden?
Çünkü yaşadığımız dönem her şeyin hızla değiştiği, alıştığımızkalıplaşmış düşüncelerin, davranış biçimlerinin ciddi biçimde sarsıntıgeçirmekte olduğu bir dönem. Değer yargılarının ve davranış kalıplarınıngünümüze ve günümüz insanına yaraşır, onun kabul edeceği biçimdeyeniden uyarlanması gereğinin artık kapıya dayandığı da başka birgerçek...
Aslında bu tür sıkıntılar ve değişim arzuları, yaşanacak aşamalarınilk habercileri. Tıpkı doğum sancıları gibi. Onun için biz anne babalar durumdan yakınmak yerine, ilerlemek ve aydınlanmak isteğindendoğan sıkıntıları bu açıdan değerlendirmeli, heyecan ve kıvanç duymalıyız.Ve... hem gençlerimize, hem de kendimize yardımcı olabilmek içinçaba göstermeliyiz.
Bu konuda bizleri aydınlatabilecek yerli ve yabancı eserleriokumalıyız. Eminim daha pek çok değerli kitap ve yazarı var ama benim şuanda hemen aklıma geliverenler kendimin okuyup yararlandığı AyselEkşi, Atalay Yörükoğlu, Haluk Yavuzer, Özcan Köknel, Doğan Cüceloğlu,Acar ve Zühal Baltaş, Erdal Atabek tarafından yazılmış olanlar.Önce insanı tanıyoruz bu kitaplarda... Sonra da çocuklarımız vekendimiz hakkında bilgi ediniyoruz. Kendimizi ve çocuklarımızı tanıdığımızı,bildiğimizi zannederken, aslında ne kadar az tanıdığımızı bu kitaplararacılığıyla farkediyoruz. Çeşitli davranış nedenlerini öğreniyoruz.Ne yapmamız, nasıl bir tutum içine girmemiz konusunda bilgileniyoruz.İşte tüm bu nedenlerle uzmanlar tarafından yazılmış kitapları alıpokumalıyız.
Özetlemek gerekirse, gencimizi mutlu ve değerli bir insan olarakyetiştirmek istiyorsak her şeyden önce kendimizi yetiştirmeliyiz. Bunun başka yolu yok.
Sadece bilgilenmek de yetmiyor. Bilgiyi etkin hale getirmek,yani uygulamamız gerek. Bunun birinci adımıysa tavrımızı değiştirmektengeçiyor.
:::::::::::::::::::
Söylemekle iş bitmiyor.
Dürüst ol, doğru sözlü ol.
Saygılı ol, terbiyeli ol.
Çalışkan ol, şeklinde söylemek bugünün gencine yetmiyorartık. Onlar her şeyi daha derinlemesine bilmek istiyorlar. İşin mantığının da beraberinde açıklanmasını bekliyorlar.
Eminim şu anda pek çok anne baba, doğru bildiğim her şeyi onasöylüyorum; iyi öğütler veriyorum, daha ne yapayım yani, diye düşünüyordur.Bir yerde haklılar, çünkü bizler de böyle yetiştirildik ve bu bizeo zamanlar yetiyordu ya da yettiğini sanıyorduk. Oysa bugün artık yetmiyor.
Hem, elimizi vicdanımıza koyup bir düşünelim. Evet, çocuğumuzugiydiriyor, besliyor, olanaklarımızın elverdiği ölçüde okutuyor, bu arada da öğütler veriyoruz ama acaba kaçımız gencimizi karşımıza alıp bukavramların onun yaşamına, mutluluğuna etkisini açıklayarak anlatıyor?Hangimiz onun bir birey olarak kendi önem ve gücünün farkınavarmasını sağlıyor; bir tek insanın pek çok şeyler yapabileceği gerçeğiniona anlatarak onu yüreklendiriyor?
Hangimiz yaşamının bir anlamı olması gerektiğini alışagelinmişkalıp sözlerle değil de, bugünün düşünce yapısını gözönüne alıp yinebugünün diliyle ona açıklıyor?
Aslında temel ilkeler değişmiyor, devirlerine göre yorumlanışları,açıklama biçimleri değişiyor. Geçen gün aklıma takılan bir örnektensöz etmek istiyorum. Yaşadığım mahallede bir ilkokul var. Her pazartesi sabahı çocukların and içen sesleri pencereme kadar gelir.
Türküm
Doğruyum
Çalışkanım
Biz bu andı yıllarca içtik, sonra da çocuklarımız aynı andı yinelediler.Bu sözleri robot gibi söyledik, geçti gitti.
Oysa bugünün koşullarında bu sözcüklere durup bir daha baktığımızdaonlarda ne çok şey buluyoruz. Ne çok ve ne kadar önemli. İştebugünün koşullarında ve yılların birikimiyle benim kendi yorumum.Türküm, yani Kültürel bir birikimim, geçmişim, bir saygınlığım var.
Ve, bedeli kanla ödenmiş bir vatanım var.
Bunların toplamı olarak da özgüvenim var.
Kendime güveniyor, geçmişim ve kültürel birikimimle gurur duyuyorum.
Kendimi ve Türklüğümü seviyorum.
Doğruyum, yani
Önce kendime, sonra herkese karşı dürüstüm. Bu her şeydenönce özsaygıdır. Sözünün sri olmak bana saygınlık, iç huzuru ve mutlulukgetirecektir.
Kendimi iyi hissetmemi sağlayacaktır.
Önünde sonunda kendimle barışık olmam gerektiğini asla aklımdançıkarmamalıyım.
Çalışkanım, yani
Üretken bir insanım.
Sadece üretken değil, yaptıklarımın yararlı olmasını gözetereketkin bir insan olma çabası içindeyim.
Topluma, ülkeme ve dünyama katkıda bulunmanın getirdiği doyumuyaşamanın ne büyük bir mutluluk olduğunun bilincindeyim.
Yaşamın çalışmak, bir şeyler üretmek ve bunları paylaşmaklaanlam kazandığını biliyorum.
İşte bugünkü kafam ve birikimimle bana bu düşünceleri çağrıştırıyorandımızın sözcükleri.
Bir, Türküm, doğruyum, çalışkanım, diye ezberletip söyletmekvar; bir de o sözcüklerin gerçek anlamını çocuklarımızın, gençlerimizinanlayacağı biçimde, bugünün diliyle onlara anlatıp benimsetmek var.Hangisi daha yararlı ve etkili sizce?
:::::::::::::::::::
Kökler ve Kanatlar
Geçenlerde bir programda Can Dündar yeni bir çalışma içindeolduğunu anlattı. 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı'yla ilgili bir projeydi bu.
Her 23 Nisan Bayramı'nda çocuklar halk dansları yaparlar, çocukbaloları düzenlenir. Valilerin, bakanların koltuklarına oturtulurlar. Tabii bunlar da güzel ama bir de işin özü var. İşte bizbu özün üzerinde odaklaşarak 23 Nisan'ı yeni bir boyutta ele almakistiyoruz, dedi.
Gerçekten de alışagelinmiş kutlamalarla bu bayramın anlamı da tıpkıandımız gibi üzerimizden akıp gidiyor. Oysa Atatürk'ün çocuklaraarmağan ettiği... yepyeni bir yaşam biçimi.
İnsanların kendi kafalarıyla düşünüp, kendi kararlarını kendilerininaldıkları, kendi kendilerini yönettikleri, sorumluluk yüklendikleri,yepyeni bir yaşam biçimidir kutlanan. Kutlamalarsa kalıplar halinde öylesineöne çıkmış durumda ki, işin özü, Can Dündar'ın dediği gibi, çok gerilerdekalıyor.
Bu noktada bizim görevimiz, gençlerimize, bu bayramın özde kendikendini yönetme hakkı verilerek, insana saygıyı amaçladığını anlatmaktır.
Gençlerimize öğütlememiz gerekense, bu değerli armağanı, özünüzedelemeden, günün değişen koşullarına göre yeniden uyarlayıp canlıtutarak gelecek kuşaklara aktarmalarıdır.
Ve bu bağlamda, Hodding Carter'den bir gözlem: Çocuklarımızasadece iki kalıcı miras bırakabiliriz. Kökler ve Kanatlar.
Bu güzel gelişmeyi 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda yaşadık. 29Ekim kutlamaları giderek tekdüze, sıradan ve oldukça da sıkıcı törenleredönüşmüştü. Bunun yanısıra bayramlarımıza ve bu bayramların özüne desahip çıkılması gereken bir dönem yaşıyorduk. Her şeyin birzamanı var, denir ya, işte geçtiğimiz Cumhuriyet Bayramı da, bayramlarımızın sahiplenilmesi zamanıydı. Gençlerle sanatçılar başıçektiler, halk da büyük bir coşkuyla katıldı ve 29 Ekim yıllardırkutlanmadığı biçimde kutlandı. Bu kutlama biçimi altmış yetmiş yılöncesinin kopyası değildi. Gençliğin bugünkü zevkine, anlayışına görekutlandı Cumhuriyet Bayramı. Şölen havasında, tüm sevilen sanatçılarla,havai fişeklerle, lazer gösterileriyle, bayraklarla, çakmakların minicikbinbir ışıltısının altında edilen yeminlerle... Öz, yetmiş yıl önceninözüydü ama kutlama biçimi bugünün insanını yansıtıyordu. Coşkuysa yeni birkaynağa kavuşmuşçasına gürleşip taşıyordu. Kökler de oradaydı, kanatlarda...
Ve bakın yılların ötesinden nasıl sesleniyor Atatürk:
Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş vekalıplaşmış kural bırakmıyorum.
Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizimaşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belkigayelere tamamen eremediğimizi onaylayacaklardır.
Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerinmutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asladeğişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişiminiinkar etmek olur.
Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarımortadadır.
Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde, akıl veilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirascılarım olurlar.
Atatürk'ün bu sözlerini sütununa koyan Hıncal Uluç, altına da şöyle birnot düşmüş.
Gençler, bu satırları kesin ve cüzdanınızın içine yerleştirin. Hepyanınızda olsun:
Ve sanki bu satırlara cevap veren mektuptan bir alıntı.
Biz gençlerin sadece gezen tozan, yiyip içip, eğlenen insanlarolmadığımızı anlatmak istiyorum. Bizler bu toprakların evlatlarıolduğumuzdan ülkemizi sarsan olaylara karşı duyarsız kalabileceğimizisanmasınlar. Çünkü biz Atatürk çocuklarıyız, Atatürk gençleriyiz. Çünkübiz Atatürk'ün bize açmış olduğu aydınlık ufkun gençleriyiz. Çünkü bizTürküz, çünkü biz geleceğiz.
Bu sözleri yazarken Türk olmaktan ne denli mutlu ve gururluolduğumu, coşkuyla çarpan kalbimde hissediyorum.
Bizler duyarlı Atatürk gençleriyiz.
Laf lafı açtı, bakın nerelerden nerelere geldik.
Evet, ne diyorduk?
Söylemekle iş bitmiyor, bunu artık hayata geçirmek gerek.
Gündelik hayatımızda yaşanan küçük küçük pek çok örnektenyola çıkarak vermek istediklerimizi gençlere söylemekle kalmayıp, onların yaşayarak, görerek, anlayarak öğrenmelerini sağlamalıyız.
Yaşayarak öğrenmek deyince aklıma, Bu Hayat Sizin adlı kitabımdakullandığım ama gençlerden çok biz anne babalara yol göstereceğineinandığım bir öyküyü, okumuş olanlar varsa onlardan özür dileyerek,buraya koymak istiyorum.
Öyküyü bir zamanların ünlü modacısı Elsa Schiaparelli anlatıyor.Bir gün babası onu alıp Roma kentinin dışındaki küçük bir köy kilisesininçan kulesine çıkarmış. Küçük kız neden buraya getirildiğini merakederken, Aşağı bak yavrum demiş, babası. Elsa korkarak eğilip aşağıyabakmış. Gördüğü, köyün kare biçimindeki meydanı ve bu meydanaçıkan pek çok irili ufaklı sokaklarmış. Soran gözlerini küçük kız babasınaçevirmiş.
İşte yavrum, demiş babası. Gördüğün gibi, bir yere pek çok yöndenvarılabilir. İstediğin yere bir yoldan ulaşamazsan, mutlaka başkabir yolu vardır.
Babasının neyi anlatmak istediğini hemen anlamış küçük kız. Osabah annesine okuldaki yemeklerin kötülüğünden söz etmişmiş amaannesi bu yakınmayı dinlememiş bile.
Küçük kız babasından aldığı ve ömür boyu unutamayacağı buöğüt doğrultusunda oturup düşünmüş ve bir başka yol denemeyekarar vermiş.
Ertesi gün okulda verilen çorbayı bir şişeye boşaltıp eve getirmişve aşçıyı ikna ederek çorbayı annesinin tabağına koymasını sağlamış.Annesi çorbadan bir kaşık alır almaz, Bu ne berbat şey! Aşçı çıldırmışolmalı, deyince, Elsa yaptıklarını anlatmış. Bunun üzerine annesi ertesi gün okula gidip durumu görüşeceğine söz vermiş.
Elsa Schiaparelli bundan sonra iş hayatına atılışını, Paris'e gidiporada kendini moda dünyasına kabul ettirişini ve karşısına çıkan herzorlukta babasının öğüdünü tutarak bu güçlükleri nasıl aştığını anlatıyor.
Küçücük bir olaydan çıkarak, bununla bir hayat dersi veren ve kızının odersi yaşayarak öğrenmesini sağlayan bir baba...
Biz de böyle yapmalıyız. Küçük küçük olayları ıskalayıp, çocuğumuzayalnızca ne yapacağını söyleyip kestirmeden gitmek yerine, onudüşündürerek, ona yaptırarak, denetleyerek ona yol göstermeliyiz.
Medya diliyle toparlamak gerekirse:
Nasihat vermek, buyurmak, nutuk çekmek, yıkıcı eleştiri yapmak,söylemek -OUT.
Yol göstermek, eşit biçimde tartışmak, yapıcı eleştiri getirmek, onada danışmak, her konuda fikrini almak ve fikirleri çok garip gelse de peygamber sabrı(!) ve engin bir hoşgörüyle dinlemek -IN.
İşte bizim tavrımız böyle olmalı.
Tavrımız böyle olunca gençlermiz bizimle neler konuşacaklardır neler...
İşte bizimle konuşmak istedikleri konulardan bazıları... Hayat,mutluluk ve gelecek; eğitimin amacı, kişisel gelişim; arkadaşlıklar veinsan ilişkileri; aşk, sevgi, cinsellik ve evlilik hakkında konuşmak istiyor gençler. Bizlerin deneyimlerinden yararlanmak istiyorlar. Ama tavrımız doğru tavır olmayınca, geri çekiliyorlar. Ve bizler bu yüzdenfırsatları kaçırıyoruz.
Nerede, Terbiyeli ol yoksa... gibi sözler ve tavır, neredegençlerimizin konuşmak istedikleri konular... Şöyle geriye çekilip buçizgiye uzaktan bakınca, dakika kaybetmeden toparlanmamız gereği ortayaçıkmıyor mu?
Tavrımızı belirledikten sonra onlara vermek istediğimiz değerlerkonusunda bir karara varmalı ve sözlerimizi davranışlarımızla desteklemeliyiz.
Azizim, bizim evde özgürlük var, eşitlik var. Tüm kararlar demokratikbiçimde alınır bizde. Ben buna inanmış bir insanım, deyip, sonrada örneğin tatil programını tamamen kendi arzumuza göre düzenleyip,oybirliğiyle benim istediğim yere gidilecek havasına girersek, vermek istediğimiz demokrasi kavramını paramparça etmekten başka bir şeyyapıyor olmayacağız.
Demokrat kafalı ol, oğlum, diye öğüt vermekle demokrat kafalıbir insan olunmuyor ne yazık ki. Kavramlar gündelik yaşamda gözlenerek,yaşanarak öğrenebiliniyor ancak. Onun için çocuklarımıza, gençlerimizeöğretmek istediklerimizi davranışlarımızla desteklemedikçe, sözlerimizinpek bir etkisi olmayacaktır.
:::::::::::::::::::
Kimsenin elinden alamayacağı içgücü çocuğumuza nasıl kazandırabiliriz?
Anne babalar olarak bizlerin ilk düşüncesi çocuklarımızı ve gençlerimizikorumak. Zaten davranışlarımızla da buna yöneliyoruz. İçgüdüselbir davranış bu. Çok da doğru ve yerinde. Tüm canlılarda görüyoruzbunu. Minicik bir kuş bile yavrusu sözkonusu olduğu zaman aslan kesiliyor. Kimseleri yuvasına yaklaştırmıyor, yaklaşana saldırıyor.
Gencimizi hayata hazırlarken de düşüncemiz başarısız olmasın,kimse ona kötülük etmesin, onu ezmesin. Bunu yaparken çoğu kezkestirmeden gidip onu yasaklarla kuşatıyoruz. Ve yine çoğu kez bu baskıyla onu koruyayım derken, kişiliğini eziyoruz. Bu da yanlış yöntemoluyor tabii ki.
Bir örnek vermek gerekirse diyelim çocuğumuzun denize düşüpboğulmasından korkuyoruz. Ve bunu önlemek istiyoruz. Bunun iki yoluvar. Ya sürekli denizden uzak tutar, deniz kenarına gitmesini yasaklarız; ya da denizin tehlikelerini anlattıktan sonra elinden tutupyüzme öğretiriz. Gün gelip de biz yanında olmadığımızda denize düşerse,o yasaklar mı işe yarayacak, yüzme bilmesi mi?
Hayat denizi için de aynı kurallar geçerli. Biz her zaman çocuğumuzunyanında olamayız ki... Marifet onu öyle bir yetiştirmek ki, bizyanında olmadığımızda da o kendini koruyabilsin.
İşte bizim amacımız bu olmalı.
Ana babaların çocuklarına öğretebileceği en önemli şey, onlarsızayakta durabilmeleridir, diyor Frank Clark.
Yaşamın dalgalarıyla boğuşabilmesi içinse en önce içgüce sahipolmalı. Dışgücü sağlayacak eğitim, iş, para ve mevkiden önce onuiçten güçlendirmeliyiz.
Nedir içgüç?
İçgüç öyle bir şeydir ki, kimse bunu onun elinden alamaz. Her şeyinialabilirler, her şeyini yitirebilir ama içindeki güç onundur.Sadece onun. En zor zamanlarda insanı ayakta tutan içgüçtür. Ayrıca buöylesine sessiz ama etkili bir güçtür ki, karşısındakilere hemen kendini hissettirir.
Gencimizin içgüce sahip olması için neler yapmalıyız?
Onu yetiştirirken zihnimizin gerisinde onu içten güçlü kılacak öğeleribulundurmalıyız her şeyden önce.
Daha önceki bölümlerde de belirtildiği gibi gencimizin önce kendinisevmesi, kendine saygı duymasını küçük yaşlardan başlayarak sağlamalıyız.Sonra da kendini tanımasını, kişiliğini bulmasına yardımcı olmalıyız.Kendi kafasıyla düşünüp kararlar alma ve uygulamasına, hatalaryapıp deneyim kazanmasına izin vermeliyiz.
Kendini seven bir insan olarak yetişirse diğer insanlara da sevgiverebilecek, böylece merhamet ve vicdan duygusu gelişecektir.
Kendine saygısı varsa dürüst olacaktır. Hiçbir çıkar hesabı onunkendine duyduğu saygıdan önemli olamayacaktır. Böylece iç disiplin,irade ve adalet duyguları gelişecektir.
Kendi kafasıyla düşünüp karar alarak uygulamayı başarabildiğindekendine güvenmeyi öğrenecekve bu güven onda inandığını savunabilecekyürekliliği geliştirecektir.
Böylece bizler çocuğumuzu yetiştirirken zihnimizin gerisüıde, kalıplaşmışterbiye sözcükleri ve yöntemleri yerine; içgücü oluşturacak öğeleribulundurduğumuz ve bunu yaşına göre derece derece, ona anlatıpverdiğimiz takdirde, akılcı düşünebilen, kendini koruyabilen, düşündüğünüuygulayabilen, vicdanlı, iradeli, yürekli ve çalışkan bir insan olmayolunda ona destek veriyoruz demektir.
Çocuğumuz gücünü kendi içinden alan değerli bir genç olarakortaya çıkmalı. Gencimizin yaşamın zorlukları karşısında ayakta kalmasınıistiyorsak, kimsenin elinden alamayacağı bu gücü ona vermekzorundayız.
Peki ona bu gücü vermezsek ne olur?
:::::::::::::::::::
İçgücü olmayan kişi, başarısızlıktan yılar, başarıdan şımarır, aklıkolay köşe dönmededir
İçgücü olmayan kişi başarısızlıklar ve hayatın fırtınaları karşısındaçabuk çözülen biridir. Kendini koruyarak fırtınanın geçmesini bekleyeceksabır, sebat ve dirençten yoksundur. Hemen kendine zarar vermeye başlar.Olumsuz yollara sapar, alkol ve uyuşturucuya sığınır. Davranışlarındadağınıklık başlar, ya saldırgan olur ve kendine yardım edebilecekleribile küstürür ya da hiçbir mücadele vermeden teslim olur,kabuğuna çekilir. Bunalıma girer.
Başarı karşısındaysa şaşırıverir ve, meğer ben neymişim de haberimyokmuş, dercesine bir şımarıklık içine girer, övüngenlik yapar, hiçgereği yokken küstahça davranışlar sergiler. Piyangodan büyük ikramiyekazananlardan bazılarının yaşam öykülerini gazetelerde okuyoruz.Büyük para karşısında öyle bir şaşırıyor ve kontrollerini kaybediyorlarki, ilk işleri pavyonlarda bu parayı çarçur etmek oluyor.
Gösteri dünyasının birden parl;ayan yıldızcıklarıysa eğer içten güçlüdeğillerse saçma sapan davranışlar ve kaprisleriyle yükseldiklerihızla düşüyorlar. Oysa içgüç sahibi olanlar yıldızcıklığı aşıp gerçekbir sanatçı olarak kalıcı olabiliyorlar. Benzer örnekleri iş dünyasında, siyasette ve daha pek çok alanda gözlüyoruz.
Tanıdığım bir köy delikanlısı vardı. İyi çocuktu ama azıcık aklıhavadaydı. Bütün düşündüğü kısa yoldan para kazanmaktı. Ona gerçek biraile sevecenliği ve desteğiyle yaklaşan patronunun verdiği iş ve aldığımaaşın gözünde hiç mi hiç değeri yoktu.
Boşversene! Bunlar da para mı ya... diye elini havaya havaya sallardı.
Sürekli toto, loto, kazı kazan, kısaca şans oyunu olarak piyasadane varsa oynar, maaşının hatırı sayılır bir bölümünü bu kumarımsı hızlıpara kazanma hayallerine yatırırdı. Doğal olarak da bir iki küçük istisna dışında hiçbir şey kazanamazdı. O zaman da göğüs cebinde duranMalbora paketinden bir efkarlı cigara tellendirir, Ahh ah, derdi, Falancanın yerine filancayı işaretleseydim, şimdi köşeyi dönmüştük.
Bu, köşeyi dönmek fena halde aklına takılmıştı. Sürekli kısa yoldanbol para kazanma konusunda birbirinden garip planlar yapar, buarada da futbolcuların yeteneklerinden, çok çalışmalarından hiç sözetmeden sadece aldıkları ikramiyeleri görür, onları ağzının suları akarakyakından izlerdi.
İyi bir işi ve oldukça dolgun maaşı olduğu hatırlatılınca, Boşversene,adamını bulan ne işler çeviriyor. Bizim gibi üç beş kuruşa talim etmiyor.Adamını bulacan adamını... diye elini havaya havaya sallayarakzihninde yarattığı, o parmağını bile oynatmadan milyonlar kazanılandünyanın özlem ve hayaline dalar giderdi.
Derken bir gün bu delikanlıya miras kaldı. Kıymetli bir tarlanınsahibiydi artık. Mülk sahibi olmuştu. İlk yaptığı... işini bırakmak oldu.Hem de yıllarca sevgi ve saygıyla yürüyen patron işçi ilişkisine hiç deyakışmayacak bir biçimde, önceden haber bile vermeden... Öyle ya, artıkağaydı o. Ve bol vakti vardı. Kahveye daha fazla gider, içkiyi daha fazla içer olmuştu. Çok zaman geçmeden parasız kaldı. Toprağını işlemiyordu.Eh, bu durumda da tarlanın kendi kendine para basacak haliyoktu, doğal olarak. Sağdan soldan borç alnıaya başladı. Borçlar kabardıkçakabarıyordu, patronuna gitmeyeyse yüzü yoktu. Sonunda tarlayı satıpborçlarını ödedi, geri kalan paraysa bir yatırırn yapmaya yetmiyordu.Böylece tekrar ilk başladığı noktaya, rençberliğe döndü. Köşe dönücülüğeimrenirken, beğenmediği rahat işinden, dolgun maaşından ve mülkündenolmuştu.
Kişiliği sağlam temeller üzerine oturmamış, içgücü gelişmemiş kişiyegelen fırsatlar, ne hazindir ki onu yüceltmiyor. Tam tersine onu dahada aşağılara yuvarlıyor. Bu nimetler ödül olacağına ceza oluyor sankibu tür insanlar için. Kimbilir, belki de bu miras ona kalmasaydı, bugünen azından işini ve maaşını yitirmemiş olurdu, diye düşünmekten kendinialamıyor insan.
Ve tam tersi bir örnek...
Onu tanıdığımda İstanbul'a geleli henüz iki yıl olmuştu. Daha öncebir devlet hastanesinde hademelik yapıyormuş. İşini öylesine canla başla ve savsaklamadan yapıyormuş ki doktorların dikkatini çekmiş. Veözel bir hastanede çalışması için teklif almış. Tabii maaşı da artmış.Orada da çalışkanlığı ve güleryüzüyle kendini sevdirmiş. Hastanedekiişlerinin yanısıra yatalak hastaların evlerine giderek onlara bakıyor,geceleri onları bekliyormuş. Böylece kendine bir de ek gelir sağlıyormuş.
Gece gündüz çalışıp para biriktirmiş ve bu iki yılda hem bir arsa,hem de evinin tüm eşyalarını almış. Bizlerin onu tanıdığı sıralardaarsasının üstüne ev yapmak için para biriktiriyordu.
Kahveye hiç gitmem abla, diye anlatıyordu. O sigara kokulu yerdezaman öldürmek niye. Sigaram, içkim, kumarım yoktur benim. Bunlarsezdirmeden insanın cebini deler. O parayı ya bir kenara koyarımya da gider kendime güzel bir tişört alırım.
Bu arada kendisinin hep traşlı ve temiz giyimli olduğunu da eklemeliyim.Oysa hızlı para kazanma meraklı delikanlımızsa hep boru gibiolmuş pantolonu, her zaman ama her zaman sakalı gelmiş yüzü, taranmamışsaçları ve buruşuk giysileriyle dolanır dururdu ortalarda. Sankiyatağından fırlayıp da gelivermiş gibi bir hali vardı.
Çoğunlukla, düzgün hayatı olanın üstübaşı da özenli ve temiz,dağınık bir yaşam rotası tutturmuş olanınsa tıpkı kafasının içi gibigiyiminin de pejmürde olması ne ilginç değil mi?
Genç adam anlatmaya devam ediyordu. Hanımla İstanbul'a geldiğimizdeelimizde bavulumuzdan başka hiçbir şeyimiz yoktu. Ama, şükürler olsun,çalıştık, didindik, para kazandık ve biriktirdik. Burayagelmeden önce hanıma dedim ki, Şöyle kendimizi iyice bir toparlamadançocuk yapmayalım. Allah razı olsun, o da akıllı kadındır, banauydu. İki yıl çocuk yapmadık. Şimdi bir bebemiz var, yirmi günlük; elini öper, dedi ve mahçup mahçup gülümsedi.
Köşe dönücülüğe hiç inanmadığını söylerken, Çalışana iş varabla. Hem de nasıl. Ama onu bunu bahane eder, kahvede oturursan obaşka. Benim işimi kaç kişi yapar? Bütün gün hastanede koşturuyorum,geceleri de hasta bekliyorum. Yorucu, hem de çok yorucu amaiyi de para kazanıyorum, şükürler olsun, dedi ve gururla ekledi, Bakşu şehre geleli iki yıl oldu; hem bir arsam var, hem de bütün ev eşyamı aldım, hiç eksiğim yok. Allah izin verirse güzde evin temelini atacağım.
Malboralar, havalı otomobiller, kolay kazanılan milyonlar,futbolcuların ikramiyeleri, şans oyunları onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Karısı, yeni doğmuş bebesi, küçük arsası ve oarsanın üzerine inşa edeceği evini düşünüyordu o.
İçgücü olmayan delikanlının başlangıçta her şeyi vardı. İşi, maaşı,mülkü ama... hepsini yitirmişti.
İçgücü olan genç adamınsa bavulundan başka hiçbir şeyi yoktuama kısa sürede istediği her şeye ulaşmasını ve elde ettiklerini korumasını bilmişti.
İşte içgücün yarattığı fark.
Ayrıca, eğer çocuğumuza içgüç veremezsek, çok zeki olsa da,zekasını iyi biçimde kullanamayabilir.
Çok güzel olabilir ama o güzelliğin arkasına daha anlamlı bir şeylerkoyma gereğini hissetmeyebilir.
Zengin olabilir ama parayı olumlu kullanıp, üretken olmak varken,sadece tüketmeye yönelebilir.
İçgücü olan kişinin bir diğer üstünlüğü, başkalarının ondan dahabaşarılı, zengin, daha güzel ya da zeki olmasının onu mutsuz etmeyeceğidir.Çünkü o kendi kişiliği içinde rahat, huzurlu ve güvenlidir. Güçlüinsanlara dikkat edin, küçük kıskançlıkları yoktur onların.
Uzmanların ana baba karnelerindeki notları kırma nedenlerini anımsayarak,gençlerimizin isteklerini okuyunca şaşırmamak elde değil.Çünkü içten, güçlü, mutlu ve değerli bir insan olabilmek için gereklidiğer öğeler konusunda gençlerin görüşleriyle uzmanların önerileriilginç bir biçimde bütünleşiyor.
:::::::::::::::::::
Bize güvenin ki, biz de kendimize güvenmeyi öğrenelim
İşte bir gencin görüşleriyle uzmanların önerileri ve birleştikleri nokta.
Ben edebiyatı çok seven bir insanım. Kitaplar, şürler okumaya, yazılaryazmaya (özellikle günlük tutmaya, anılarımı yazmaya) aşığım. İdealim deiyi bir edebiyat öğretmeni olmak. Bunun için üniversiteye hazırlanıyorum.
Elimden geldiğince arkadaşlarımın, öğretmenlerimin, bazıbüyüklerimin bana tavsiye ettikleri kitapları ve kendi seçtiğimkitapların hepsini okumaya çalışıyorum. Zaten odamın duvarındaokumak istediğim kitapların bir listesi asılıdır. Sırayla bunları okurve listeden işaretleririı. Listedeki kitaplar bittiğinde yeni bir liste yaparım ve duvardaki eski listeyi indirip yerine yenisini asarım.Şimdi siz sorun bunun neresinde, diyeceksiniz.
Sorun, ailemin buna karşı olması. Üstelik hem annem, hemde babam. Onlara göre kitap okumak veya anı yazmak, günlüktutmak boşa vakit harcamak. Ne yaptıysam, ne söylediysemonları ikna edemedim. Öğretmenlerimle, çeşitli kişilerle konuşmalarınısağladım ama sonuç hep aynı. Beni yanlış anlamayın,ailem cahil insanlar değil. İkisi de okumuş, kültürlü insanlar. İşteüzüldüğüm nokta da bu.
Benim üniversiteye hazırlanmamı, ders çalışnıamı istiyorlar.Ben bunları zaten yapıyorum. Okulumda başarılı bir öğrenciyim.Onlar benim bu programı kendi başıma yapabileceğime inanmıyorlar.Artık on yedi yaşına geldiğimi ve ne zaman okumam, nezaman ders çalışmam gerektiğini büebileceğimi bir türlü kabullenmiyorlar.Sen derslerine çalış, okulunu bitir, üniversiteyi kazan,sonra nasıl olsa bol vaktin olacak okumaya, diyorlar. Onların bututumu beni, bu işleri onlardan gizli yapmaya yöneltiyor. Akşamlarıyatıyorum diye odama çekilerek gece lambasının ışığındakitap okuyorum.
Hem onları üzmek istemiyorum, hem okumak istiyorum,hem de bu davranışımdan dolayı suçluluk duyuyorum. Ama benibu davranışa iten onlar. Sizden istediğim büyüklerin artık, Gençlerokumuyor, gençler kültürsüz... gibi eleştirilerden vazgeçipsuçu biraz da kendilerinde aramalarını sağlamanız. Sanıyorumbu sadece benim sorunum değil, en azından benim çevremdebu durumda olan pek çok arkadaşım var.
Büyüklerimizle ilgili bir başka sorun da güven meselesi.BİZE GÜVENMİYORLAR. (Neyse ki benim bu sorunum yok.)Bize karşı hep korumacı bir tutum içindeler. Neredeyse biblogibi vitrinin baş köşesine koyacaklar. Ama bunun bizim kişiliğimizinüzerindeki olumsuz etkisinin farkındalar mı acaba? Böylekorumacı ailenin pasif, utangaç, çekingen bir kişiliği ortaya çıkaracağınıbilmiyorlar mı? Her konuda bizim adımıza karar vermekistiyorlar. Hata yapacağımızdan korkuyorlar.
Oysa biz istiyoruz ki bize güvensinler, bize inansınlar. Hatayaptığımızda üzülmesinler. Bu hatanın bize deneyim olacağını vebir daha aynı hataya düşmeyeceğimizi bilsinler, bunu anlasınlaristiyoruz.
Gençler Bize güvenin ki biz de kendimize güvenmeyi öğrenelim.Pasif, utangaç ve çekingen olmayalım, diyorlar.
Uzmanlarsa, biz anne babaların çocuklarımıza yeterli güven duygusuveremediğimizi böylece özgüveni olmayan insanlar yetiştirdiğimizisöylüyorlar.
Böylece, uzmanlarla gençlerimiz bu noktada birleşiyorlar.
Ne kadar çarpıcı, değil mi?
Gençlerimizi içten güçlendirmek istiyorsak, kendilerine güvenmelerinisağlamalıyız. Ve bunu da ancak onlara güvenerek ve güvendiğimizisözlerimiz ve davranışlarımızla kanıtlayarak gerçekleştirebiliriz.
Tabii ki, ona güveniyoruz diye onu başıboş bırakacak, ne yaparsayapsın havasına girecek değiliz. Zaten gençlerimiz de bizden böyle bir davranış biçimi istemiyorlar. Tam tersine, bizimle konuşarak deneyimlerimizden yararlanmak istiyorlar. Onlara neyin doğru, neyin yanlış; neyin iyi, neyin kötü olduğunu, kendilerini nelerden ve nasıl korumaları gerektiğini acık açık anlatmalıyız.
Bu arada onları tatsız sürprizlere karşı da uyarmalıyız. İnsanlar herzaman göründükleri gibi olmuyorlar.
Çok uç bir örnek olacak ama ABD'nde iki küçük çocuğunu öldüren annegünlerce gazetelerin manşetlerinden inmedi. Çevrede yaşayanlar onu,Çok iyi bir komşu olarak tanımlıyor ve olaya hala inanamadıklarınısöylüyorlardı. Oysa, psikolojik geçmişi deşildiğinde onunher an cinayet suçu işleyebilecek kapasitede bir insan olduğu ortayaçıkıyordu. İyi komşuyla, bir cani arasında uçurumlar var, öyle değilmi? Ama bakın bazen ne kadar yakın, hatta iç içe de olabiliyorlar.
Bir arkadaşımın kızının çalıştığı yerde kasa açılmış ve büyük birsoygun olmuştu. Kasanın anahtarları arkadaşımın kızıyla üç yardımcısındavardı. Günlerce süren üzücü soruşturma genç kızı perişan etmişti.Sonunda hırsız bulundu. Herkes derin bir oh çekmişti. Genç kız annesinehaberi verirken şöyle diyordu: Tüm bu olaylar çok üzücüydü amaen çok üzüldüğüm neydi biliyor musun anne? Hırsız, en güvendiğimyardımcım çıktı. Demek ki, ben onu hiç tanıyamamışım. Nasıl bu kadaryanılabilmişim!
Sadece böyle gencecik bir insan değil, bizler bile şu yaşımızdabazı insanlar hakkında yanılabiliyoruz. Onun için gençlerimize hayatta böyle sürprizlerle karşılaşabileceklerini, uyanık olmalarını daöğütlemeliyiz. Çok güvendiği birinde bile onu rahatsız eden bir şeyler duyumsarsa, bunu yabana atmaması ve araştırmasını söylemeliyiz. Belki buşüpheler çoğu kez boşa çıkacaktır ama uyanık olmanın da hiçbir zararıyok.
Kitabın başındaki Yanlış Anlama Anne adlı şürinin bir bölümündeSelin Tümer şöyle diyor:
Sen hiç tanımadığın insanlara güvendin mi anne?
Ben güvendim.
Hiç de anlattığın gibi
Korkunç değilmiş anne.
Bu dizeleri okurken yüreğimin hop ettiğini ve Şansın varmışdemekten kendimi alamadığımı itiraf etmeliyim. Elbette felaket tellallığı yapmak istemiyoruz. Selin haklı ama annesi ve bizler de haklıyız.Çocuklarımız ve gençlerimiz çok ama çok kıymetli, onun için buncaözen gösteriyoruz onlara. Bütün istediğimiz uyanık olmaları ve zihinlerinin gerisinde küçücük de olsa bir soru işaretini canlı tutmaları.
Bütün bunları öğrettikten sonra da uzaktan gözleyerek onlaraküçük özgürlükler vermeliyiz. Sendelediklerinde destek olmalı ve yollarına devam edebilmeleri için yüreklendirmeliyiz. Hatalarını yüzlerine vurmak ve dünyanın sonu gelmiş gibi davranmak yerine, anlayışlı davranıp,herkesin hatalar yaparak öğrendiğini, asıl önemli olanın hatalardanders alıp aynı yanlışı yinelememek olduğunu anlatmalıyız.
Bir de asıl bizim düştüğümüz bir hata var ki, ona da dikkat çekmedengeçemeyeceğim. Çocuğumuz ya da gencimiz bir hata yaptığındabazen ona kendi bencilliğimiz nedeniyle kızıyoruz.
Örneğin, bizi komşu Fatma Hanımın önünde mahçup ettiği için kızıyoruz.Burada önemli olan hatanın kendisi ve çocuğumuzun o hatadan ders alması. Başkalarının önünde mahçup olmayalım diye öyle bir baskıuyguluyoruz ki, çocuk rahat davranışlarla bazı şeyleri deneyereköğrenme fırsatını yakalayamıyor. Oysa hangisi daha önemli? FatmaHanımın beğenisi mi, çocuğumuzun deneyerek, bazen de hata yaparaköğrenecekleri mi?
Olayın özüne inmeli, şekilde kalmamalıyız.
Tüm bu küçük duyarlılıklar onun içten güçlenmesine yardımcı olacak,yarattığımız hoşgörü ortamıysa her şeyi bize anlatmasını, aramızdagüzel bir diyalog kurulmasını sağlayacaktır. Hayatında neler olupbittiğini bilip, onu uyarıp koruyabileceğiz. Bu hoşgörü oıtamını yaratmaz,kişiliğinin gelişimi için önemli olan küçük özgürlükleri kısıtlarsak,bizimle konuşmayacak, düşüncelerini, hatalarını bizden saklayacak, böylecebizim de ona yardım etme şansımız ortadan kalkacaktır.
:::::::::::::::::::
Gençlere yazılanları ana babalar da okumalı
Bu noktada duyarlı ve çağdaş bir anneden aldığım mektubu sizinlebirlikte okuyalım istiyorum.
... Ben otuz yedi yaşında, üniversite mezunu bir anneyim.Biri on yedi yaşında kız, diğeri on dört yaşında erkek olmak üzere ikiçocuğum var. Çocuklarımla iyi diyalog kurabilmek için elimden geldiğincegayret ediyorum. Bunda da başarılı olduğuma inanıyorum. Onlarla anne evlatilişkisinden çok arkadaş gibiyiz.
Sayın Ongun, kitaplarınızla gençlere o kadar güzel hitap ediyor,yol gösteriyorsunuz ki, okuduğum her satırda size hayranlığım daha daartıyor. Gerçi kitaplarınızda gençlere sesleniyorsunuz ama bizler debüyük bir zevkle okuyoruz. Hatta Bir Pırıltıdır Yaşamak adlı kitabınızıokurken, çocuklarıma yaptığım telkin ve öğütler konusunda kendimi sınamaimkanını bulmuş oldum.
Bizim gençliğimizde bu tür kitaplar okuyamamış olduğumuz için deüzülüyorum.
Bu mektubu size niçin yazdığıma gelince: Bu Hayat Sizinadlı kitabınızın son bölümünde gençlere size yazmaları için çağrıdabulunmuştunuz. Ben de o gençlerden birinin annesi olaraksizden bir ricada bulunacağım. Mümkünse kitabınızın bir bölümündeanne babalara seslenin. Onları çocuklarıyla daha yakından ilgilenmeye,evlatlarına daha çok ilgi ve sevgi göstermeye davet edin. Çocukların vegençlerin sorunlarını anlayabilmeleri için daha duyarlı olmayaçalışırlarsa diğer sorunlar kendiliğinden çözülecektir. Ne yazık ki,birçok ebeveyn bir zamanlar kendilerinin de aynı dönemleri yaşadıklarınıunutuyorlar. Hayatın çarkları içinde öyle eziliyorlar ki, onlara da hakvermek gerek ama yine de unutmascnlar ki, en büyük zenginliğimiz mükemmelbiçimde yetiştirebildiğimiz evlatlarımız. Bu da her şeyden önce ilgi vesevgiyle oluyor.
Gaziantep'ten gelen bu güzel mektubu okurken gözümün önünde,gençlerimizin hayran oldukları, televizyondaki bir margarin reklamındakızının sınava hazırlanmasına yardım eden, sonra da onu sürpriz birkekle karşılayan anne beliriverdi. Mektubu yazan annenin de işte böyle bir anne olduğunu hemen duyumsuyor insan. Ne güzel!
Ve çok, pek çok gencin isteklerini, beklentilerini dile getiren bugencin mektubuysa Karabük'ten geliyor:
Bundan iki hafta önceydi. Hafta sonu Arkadaş Kitabevinegittim. Onlara yardımcı olmayı seviyorum. Tam raflara kitaplarıyerleştiriyordum ki hoş giyimli, güleryüzlü, zarif bir hanım içerigirdi. Bir yandan kitaplara bakıyor, istediklerini ayırtıyor, bir yandan da benimle sohbet ediyordu. Daha önceki yıllarda çok okuduğunu,şimdiyse iş temposunun okumasını yavaşlattığını anlatıyordu. İstediğikitapları paketliyordum ki birden, Bir kitap okumuştum ve hayranolmuştum. Ondan da bir tane almak istiyorum. Adı, Bu Hayat Sizin,deyince öyle şaşırmışım, öyle şaşırmışım ki, Yaaa, diye olduğum yerdekalakaldığımı farkettim.
Belki bunca şaşırmam anlamsız ama ben şu ana kadar sizinkitaplarınızı sadece gençlere satmıştım. Bir büyüğün alıp okuduğunatanık olmamıştım. Onun için de buna çok sevindim. Çünküsizin gençlerle ilgili görüşlerinizi gençler okuyor ve biliyor. Sizyazılarınızda gençlere yol gösteriyorsunuz. Bu, gençlere yardımcıoluyor ama aynı yazılar anne babalar tarafından da okunmalıki, onlar da bizlere nasıl davranmaları gerektiğini öğrensinler.
Sizin fikirlerinizi biz biliyoruz ama büyüklerimiz bilmiyor. Böylecesonuçta aynı şeyler devam edip gidiyor. Özellikle gençlereyönelik bu çalışmaları büyüklerimiz bilmiş olsalar, onlar bizlerimutlaka daha iyi anlayacaklar. Kuşaklar arasında bunca uçurumolmayacak.
Siz söyleşiler yapıyorsunuz, yazıyorsunuz, vb. vb. ve buetkinliklere biz gençler katılıyoruz. Burada sorunlar görüşülüyor,konuşuluyor, konuşuluyor. Söyleşi bitiyor, herkes dağılıyor vedışarıda aynı şeyler devam ediyor. Oysa bu gibi konuşmalaraailelerimiz, büyüklerimiz, öğretmenlerimiz de katılmış olsalar...işte o zaman bir şeyleri aşarız.
İşte bizim gençlerimiz! Gel de onları beğenme! Sorunlara ne kadargerçekçi yaklaşıp, ardından da ne kadar akılcı çözümler getiriyorlar.Diyorum ya, ben son üç kitabımı onları dinleyerek, ontarın yönlendirmeleridoğrultusunda yazdım. Ve bakın yeni bir öneri: Biz bize konuşmayalım.Ailelerimiz, büyüklerimiz, öğretemenlerimiz de katılsın ve sorunlarımızıhep birlikte tartışalım, diyorlar. Kimbilir, belki de bu öneridoğrultusunda bundan sonraki okul söyleşilerine anne babalar da davet edilir. Neden olmasın?
Yavaş yavaş da olsa artık bazı şeylerin değişmeye başladığı birgerçek,.Az önceki annenin düşünceleri ve tutumu, ardından genç kızımızınönerisi ve bu kitabın oluşmasını sağlayan birbirinden güzel mektuplar...
Bu ne demektir biliyor musunuz? Bu, el ele verip ulu ağaçlarıngölgelediği kendimize özgü kıvrımlı patikada yürümeye başladık, demektir.Bu, bir ışık yakmak demektir. Her mektup bir pırlıtılı ışık. Vegençlerimizden birinin sözlerine göndreme yapıp, kimi orada kimi burada yanmış olan pırıltıların birleşip bir ışık seline dönüşmesini dileyerek,konumuza devam edelim isterseniz.
:::::::::::::::::::
Ev-okul-ödev üçgeninde sıkışıp kalmamak
Geçen yaz, deniz kıyısında ıslak kumların üzerinde günlük yürüyüşümüzüyaparken, kızıma sordum.
Sence, biz anne babalar bir insan yetiştirmek için bildiklerimizindışında, daha neler yapmalıyız? Zihnimin gerisindeyse, bu kitap içinyazılan mektuplar ve mektuplardaki düşünceler uçuşuyordu.
Kızım bir an düşündükten sonra, Bizde sosyal yaşam yok, dedi.Gençler ev-okul-ödevler üçgeni içinde dönüp duruyorlar. Sanatla,sporla ilgilenmeleri özendirilmiyor, eğlenmelerine izin verilmiyor. Örneğin, Viyana'daki dil okulunda bize Almanca ders verenöğretmenlerimiz, aynı zamanda kendi eğitimlerini sürdürmekte olan üniversiteöğrencileriydi. Yani hem çalışıp, hem okuyabiliyorlardı. Ayrıca sporla,sanatla, müzikle çok küçük yaşta tanışıyorlar ve bunlar onların yaşamınınbir parçası haline geliyor. Arkadaşlarıyla müzelere, klasik müzikkonserlerine, tiyatroya gitmek ve bunlardan zevk almak, onlar için bir partide dans etmek kadar doğal. Ayrıca çok seyahat ediyorlar. Çalışıpkazandıkları parayla geziyor, dünyayı tanıyorlar. Tabii bütün bunlar daonlara deneyim kazandırıyor. Bir rahatlık, bir özgüven veriyor. Bencebizde eksik olan bu sosyal boyut.
Bunları dinlerken, mektuplarda yazılanlar ve zihnimin gerisindeuçuşan fikirlerle öneriler yerli yerine oturuvermişti. Evet, gençlerimizin pek çok mektupta yinelenen belli bir konudaki isteklerinebir başlık bulmuştum artık:
:::::::::::::::::::
Yaşamlarına katmak istedikleri sosyal boyut Kızıma teşekkür ettim ve,Ne dersin, bunu hani o bilimsel çalışmalar sonunda ortaya çıkan bazıyeni buluşlar gibi Defne'nin Kanunu diye adlandıralım mı? dedim.
Gülüştük ve ıslak kumlarda yürümeye devam ettik.
Gerçekten pek çok mektupta güven isteğinin yanısıra dikkatiçeken bir diğer önemli öğe de yaşamlarına getirmek istedikleri sosyalboyut. Burada da gençlerle uzmanların birleştiklerini, bizimse, ne yazık ki, bunun dışında kaldığımızı görüyoruz. İşte yine Anadolu'muzun ikigüzel kentinden iki mektup...
Ailem çok tutucu. Tiyatroya, konsere gitmek istesem, Ben öyle yerlerdeneler olur bilirim,' diyorlar. Bir anlatsalar neler olduğunu çok sevineceğim.
Gitar dersi almak istedim. Okuldaki öğrencilere kurs vereceklerdi. Babamaynen şöyle dedi: Bırak züppe işlerini de derslerine bak. Ben de kursagizli gizli katıldım, çünkü bunun züppelikle ilgisi olmadığını biliyor,ayrıca öğrenmeyi çok istiyordum. Babam izin vermiş olsaydı, benim gözümdeyeri çok yükselecekti.
Anneme babama seslenmek istiyorum şimdi: Ne olur sevgilikızınıza biraz güvenin. Tiyatroya, konsere gitmekle kötü kız, gitarçalmakla züppe olacak kadar zayıf mı sanıyorsunuz onu? Unutmayın, onusiz yetiştirdiniz.
Yaz geldi ve kredimden ayırdığım parayla eski de olsabenim olan bir gitar aldım, tüm kuralları çiğneyerek. Evde kendikendime çalışıyorum. Birkaç şarkı çıkardım. Anneme çalıyorum.Tepki yok. Ne olur anne tepki ver, ne olursun! Ben onu o kadaruğraşarak çalmayı öğreniyorum, annem bir şey demiyor. İçimdeki ben,beni ayakta alkışlarken, annem karşımda sessiz kalarakbeni protesto ediyor.
Onları çok seviyorum, biliyorum ki onlar da beni çok seviyorama kızları bir kuş değil ki kafeste büyüsün. Ayrıca bıraksalar dauçup gitmem ki...
Bu da ikinci mektup.
Gelecek konusunda dönüm noktasındayım ve üzerimdeçok baskı var. Ailem bana büyük destek. Geçen yıl, okulda başarılıolmama rağmen nasıl oldu da ÖYS'yi kazanamadım diye çevremden büyüktepki gördüm. Ailem bu konuda da bana destek oldu. Bunlar çok güzel.Ama iş sosyal ve kültürel etkinliklere gelince değişiyor. Tiyatro,sinema, arkadaş toplantıları, spor faaliyetleri... hepsi onlara boşgeliyor. Tiyatro ve sinemaya gidemiyorum. En azrndan yalan söylemekmecburiyetinde kalmadan. Onlara yalan söylediğimdeyse hiç rahatolamıyorum. Ama kötü bir gerçek var ki, zamanla yalan söylemeyealışıyorum. Hatta bazen en ufak konularda bile yalan söylüyorum. Dahasonra bu yalanı ortadan kaldırmak için çok uğraşmam gerekiyor.
Sinemaya gitmek istiyorum. (Çok kez denedim, hala da vazgeçmişdeğilim.) Aaa, daha neler, arkadaşlarınla sinemaya gidersen çevre neder sana?' Zaten televizyonda çok güzel filmler varmış, sinemayagitmeye hiç gerek yokmuş. Tiyatro için de izin istedim. Amatör olaraktiyatroculuğu deneyecektim. Ama derslerimi engelleyeceği söylendi.İlkokuldan beri folklora, okul bandosuna, voleybol ve basketbolkurslarına katılmanın derslerime engel olacağı düşünüldüğü gibi.Tiyatroya gitmek (seyirci olarak) için izin istedik. Kız başınagidilmez, dendi. Sınıf arkadaşlarımla gideyim o zaman, dedim.Cevap, ALEM NE DER, oldu. O zaman siz götürün, dedim, işlerinin olduğusöylendi. Sonuçta bir kez (geçen yıl, lise üçüncü sınıfta) iknaedebildim. Ama o da numune olarak kaldı.
Arkadaşlarıma gidip gelmek de sorun. Ailece tanırlarsa dahaiyi olur diye düşündüm ve arkadaşlarımla konuştum. Ailelerimizitanıştırmaya karar verdik. Ama ebeveynlerimizin işi denk gelmedive tanışamadılar. Bence bu da bahane ya, neyse... Şimdi herzaman sözünü ettiğim ve tanıdıkları arkadaşlarıma gitmek istediğimde(her zaman bir hafta önceden söylerim), Ben onu sevmiyorum, ya da Onlarbize gelmiyor, hep sen gidiyorsun, gibi cevaplar alıyorum. Oysa benimgittiğim kadar onlar da geliyorlar.
Güven meselesi... Bana güvenmiyorsunuz, elalem nedenbu kadar önemli? dediğimde aldığım cevap hep aynı. Sanagüvenimiz sonsuz. Ama çevre kötü. Biz ne yapalım? diyorlar.Eğer biz bu toplumun insaniarıysak, bu çevrenin içinde olacağız.Ve bence, iyi de olsa, kötü de olsa alışmalıyız. Hayatı tanımalıyıziyi ve kötü yanlarıyla. Her zaman inandığım bir şey var. Kötü şeylerolmasa, iyilerin kıymeti bilinmezdi. Bunu onlara söyleyince,Haklısın, diyor ve hemen ardından, Ama... diye başlıyorlar.
Bir başka savunma biçimleri, Bir gün anne baba olun da ozaman bizi anlarsınız. Bizim anne baba olmamıza daha vakitvar. Ama tüm anne babalar da bir zamanlar gençti. Onların bizianlaması daha kolay değil mi?
Çoğu kez anne babalar kendi çocuklarının hata yapmayacağınıdüşünür. Bir olayı anlatmak istiyorum. Bir gün çok sevdiğimbir arkadaşıma gitmek için izin istedim. Babam, Boşver, dedi.Ben ısrar edince, Ben o kızı sevmiyorum, kötü arkadaşları varonun, dedi. Kötü arkadaşlar mı? Hemen anladım. Kastedilenerkek arkadaşıydı. Babam onları görmüş ve hemen bu yargıyavarmıştı. Oysa teyzesinin, halasının oğlu olamaz mıydı? Nedenhemen kötü düşünülüyor? Ve bu tür aıkadaşlıklar çok mu kötü?Elbette kız erkek arkadaşlıklarının bir sınırı olmalı, buna birdiyeceğim yok. Ama asıl önemlisi, babam benim de bir erkek arkadaşımolabileceğini düşünmüyor. Sonuçta ben de etten, kemiktenyapılmış, duyguları olan bir insanım. Onlar hiç mi yaşamadılar butür duyguları?
Kadın erkek ilişkileri bizim evde hiç konuşulmaz. Cinselliğikasdetmiyorum. İnsanların birbirinden hoşlanması, arkadaş olması,hayaller kurması... Sonuçta onlardan biriyle evlenip, mutluolmaya çalışmayacak mıyız?
Ve müjde! Artık biz de Kardelenlerden olduk. Küçük amaolsun. Nasıl mı? Bulunduğumuz çevre yeni yeni kuruluyor. Pekçok site var. Ve biz bir çevre kulübü kuruyoruz. Daha doğrusuduyarlı gençleri biraraya getiren bir topluluk oluşturmaya çalışıyoruz.Turnuvalar düzenlemeyi, çevreyi güzelleştirmeyi, gerekirsekapı kapı kitap, gazete toplamayı düşünüyorıaz. Ama zaman kaybıolduğu için babam toplantılara katılmamı istemiyor. (Haftadabir gün ve bir iki saat süren bir toplantı!) ÖYS sınavına kadarpasif olarak kalacağım. ÖYS'den sonra ne söylerler bilemiyorum.
Bunca yakınmadan sonra biraz da beni mutlu eden davranışlarınısaymak istiyorum:
Başarılı olduğumda bunun takdir edilmesi, mutluluklarınıbelirtmeleri; eve bir şey alınacağı zaman ya da aileyle ilgili birkonuda bana da danışılması (son söz onların ama olsun); güncelolayları, geleceğimi oturup babamla tartışmak (bu bence, Artıkbüyüdün, bunları anlayabilirsin,' gibi bir şey söylemekle eşanlamlı);bana kitap almaları, yaptığım kek kötü de olsa, Güzelolmuş, eline sağlık, demeleri, bana zaman ayırmaları ve bazenbirbirimize kızdığımızda gelip gönlümü almaya çalışmaları...
Tekrar dönelim gençlerimizle uzmanlarımızın birleştikieri noktaya.
Gençlerimiz boş zamanlarını sanatla, sporla, sosyal ve kültüreletkinliklerle değerlendirmek istiyorlar. Ve çalışmak da istiyorlar.
Uzmanlar bizim gençlere boş zamanları değerlendirme alışkanlığıvermediğimiz gibi çalışma zevkini de aşılamadığımızı belirtiyorlar.
Böylece uzmanlarla gençlerimizin ikinci kez aynı noktada buluştuklarınıgörüyoruz.
Pek çok gencin duygu ve düşüncelerini dile getiren bu mektuplardagördüğümüz gibi gençlerimiz yaşamlarına, çalışmayı ve boş zamanlarıdeğerlendirmeyi de kapsayan sosyal boyutu katmak istiyorlar.
Ev-okul-dersler üçgeni içinde sıkışıp kalmak istemiyorlar. Bu yetmiyoronlara. Yetmemeli de...
Nedir gençlerimizin bu mektuplarda dile getirdikleri istekleri?Arkadaşının evinde müzik dinlemek,
bir müzik aleti çalmak,
tiyatroya gidip bir piyes izlemek, sinemaya, konsere, maça gitmek,
spor yapmak,
okumak, okumak,
çevre, sanat, yardım derneklerinin sosyal etkinliklerinde rol almak,
part-time çalışmak,
gezilere katılmak, yeni yerler, yeni insanlar tanımak,
arkadaşlarıyla buluşup gezmek, bir yerde oturup çay içmek, gönlünceçene çalmak.
Şimdi söyler misiniz bu isteklerin hangisi kötü? Hangisi başıboşdavranmak?
Tüm bu isteklerin toplandıkları nokta ev-okul-ödevler üçgenindesıkışıp kalmamak, bunlara bir de sosyal yaşam boyutu katmak. Kendiküçük dünyalarından daha renkli, daha değişik dünyalara açılmak veböylece daha dolu, daha anlamlı ve doyurucu bir hayat yaşamak.
Gençlerimiz böyle güzel şeyler istiyorlar diye onlarla gurur duymalıyız.Ayrıca bu istedikleri onlara bilgi, birikim ve görgü sağlamanınyanısıra kendilerine duydukları güveni de pekiştirecektir.
Bir insan düşünün ki, diyelim basketbol oynuyor, çok güzel yüzüyor;gitar ya da kanun çalıyor, konserleri kaçırmıyor, bol bol okuyor,dünyada olup bitenlerden haberi var. Bir yardım derneğinde çalışıyorya da çevrecilik yapıyor. Bir dolu arkadaşı var; kimiyle sinemaya gidiyor, kimiyle ders çalışıyor. Kimileriyle de gidip Göreme'yi, Efes'i geziyor.
Böyle bir gence hayran olmaz mısınız?
Genç bir insan bunları yaşadıkça görgüsü artacak, nerede nasıldavranacağını bilecek, değişik ortamlarda susup kalmayacak, onun dasöyleyecek sözü olacak ve bunları başarabildikçe de kendine olangüveni artacaktır.
Görgü ve bilginin insanın içgücüne desteği hepimizin tahminininçok çok üstünde.
İşte gençlerimiz içgüce katkıda bulunacak bu sosyal boyutu da istiyorlar.
Peki bizler ne yapıyoruz?
Eyvah, eğlenceye dalıp derslerine çalışmayacak, diye pek çokşeye izin vermiyoruz. Sınavlarda başarılı olsun, gündelik yaşamda akıllıuslu olsun; bu arada da onu dış dünyadan koruyacağım diye kanatlarınınasıl da kırpıveriyoruz. Ve bunu hepimiz ama hepimiz, ben de, eşimde, en modern ve çağdaş geçinenlerimiz de yapıyor. Ve hiç de iyi etmiyoruz!Bunu görelim artık.
Çocuğumuza ve gencimize kişilik kazandıracak davranışlarla onubaşıboş bırakmanın arasındaki o kalın çizgiyi lütfen artık farkedelim.
Geçenlerde çağdaş ve kültürlü bir kadın olan arkadaşımla konuşuyorduk.Bu yaz çocuklarla bir dış gezi yaptık. Oralardaki gençlere baktım dadüşünmeden edemedim, diye söze başladı. Örneğin, sırtındaçantası, öğrencilere özel indirim uygulayan tren seferleriyle Avrupa ülkelerini gezmekte olan bir genç kızla tanıştık. Gezdiği, gördüğü yerlerianlattığında ben bile imrendim. Daha sonra aramızda konuşurken bugençten takdirle söz ettik. Kendi başına geziyor, dünyayı görüyordu.Beğenimizde samimi olmasına hepimiz samimiydik de, kendi kızımızınokulun düzenlediği bir geziyle İzmir'e gitmesi bile olay olur bizim evde. İzin vermeden önce uzun uzun düşünürüm. Tutuculuk ne kadariliklerimize işlemiş ki, bir başkasında görüp beğendiklerimizi, kendikızımız sözkonusu olunca irkiliyoruz. Diyelim uzakfara göndermekten korkuyoruz, ülke içinde okulla gidilecek gezinin ne tehlikesi var? Bari daha güvenli gezilerde daha anlayışlı olsak ya... Düşüncelerimizleduygularımız ne kadar farklı.
Aynı çelişkileri yaşayan bir anne olarak ona hak vermemek elde değildi.
:::::::::::::::::::
Aile toplantısında belirlenen ev kuralları
Peki gençlerimizin bu tür istekleri karşısında ne yapmamız gerek?
Önce karşılıklı oturup, sakin sakin onun bizden, bizim de ondanbeklentilerimizi konuşup tartışmalıyız. Ama bunu yaparken daha özverili,anlayışlı ve ılımlı olan taraf biz olmalıyız. Öyle ya, yaşımız başımızdan,hayatı bildiğimizden, engin tecrübelerimizden söz eder dururuzya, işte tüm bunların toplamı olan olgunluğumuzu sergilemek için şahanebir fırsat...
Bizde pek alışagelinmiş bir yöntem olmamasına karşın, uzmanlaraile bireylerinin belli aralıklarla ve herkese uygun rahat bir zaman diliminde, bir masa başında toplanarak evin kurallarını, aile bireylerinin görevlerini, karşılıklı bekelentilerini açık açık konuşmanınaile içi iletişimine büyük katkısı olduğunu savunuyorlar. Kurallar hepbirlikte enine boyuna tartışılarak konursa, herkes nerede durduğunubilecek ve evde kural kargaşası olmayacak. Kuralların konmasında katkıdabulunmuş olmak da o kurallara sahiplenmeyi ve uymayı getirecek.Ayrıca böyle bir konuşma ortamı bireylerin birbirlerini daha iyi tanıma fırsatını yaratacağından, bu tür toplantılarda sorunlar datartışılıp, dayanışma sağlanacak, anlaşmazlıklar karşılıklı konuşarak(umarız) çözülebilecek.
Herkesin sabahları aceleyle evden fırladığı, çalışanların yorgunargın geç saatlerde, gençlerinse kurslardan, derslerden kafaları şişmiş olarak kendilerini eve attıkları bir düzende bazen günler, haftalar geçiyor da birbirimizin yüzünü doğru dürüst görmüyoruz. Özellikle demodern hayatın hızlı temposunda arasıra bu tür birliktelikleri yaşamak, aynı evin içinde birbirimizi kaybetmemizi önleyecektir.
Diyelim masa başına toplandık ve farzedelim evde ilkokul çocuklarıvar. İşte çocuklarımızla birlikte ve onların da fikrini alarakkonuşmamız gereken konulardan bazı örnekler...
Çocuklar kaç saat ödev yapacak; bahçede ne kadar oynayacak;hangi televizyon programları, saat kaça kadar izlenecek; saat kaçtayatakta olunacak...
Evde hangi işe yardımcı olacak? Burada görevi seçmeli tutup,çocuğun yapabileceği ve sevdiği işe ağırlık vermek, görev duygusu veiş yapma zevkini geliştirmek açısından önemli.
Bunlara karşılık, anne ve baba,
çocuğun her türlü gereksinimini karşılayacak,
çocuğa geceleri masal okuyacak,
belki de bir kuş ya da bir kedi veya köpek alınacak,
hafta sonu arkadaşları oynamaya gelebilecek ya da o götürülecek,
sirk gelmişse, sirke götürülecek,
çocuk filmlerine, çocuk tiyatrosuna mutlaka götürüiecek,
parka götürülecek,
spor yapması mutlaka sağlanacak, örneğin yazın yüzme kursunayazdırılacak,
müzikle tanıştırılacak, bir müzik aleti çalabilmesi için dersaldırılacak,
ve bu liste uzar, gider.
Diyelim evde gençler var. Onların da katılımıyla gerçekleştirilentoplantılarda konuşulabilecek bazı konular:
Yaşlarına göre akşam en geç saat kaçta evde olacaklar?
Arkadaşlarıyla buluşmaya giderken gidiş dönüş, trafik sıkışıklığı dagözönüne alınarak gerçekçi bir zaman saptaması yapılmalı. Gecikeceksemutlaka telefonla haber vermesi beklenecek.
Artık koca insanlar olduklarına göre kaç saat çalıştıkları değil,getirdikleri karne önemli. Karne kırık doluysa, bunun açıklamasını ailetoplantısında yapması beklenecek. Ve duruma göre ya anlayışla karşılanacakya da sosyal yaşamına kısıtlama getirilecek.
Evdeki görevleri nelerdir? Görevler yine ona danışarak saptanmalı.Gece disko için izin isteyen biri, görevlerine sahip çıkıp sorumluluk daüstlenmeli, öyle değil mi?
Her aile kendi düzeni ve anlayışı içinde bu örnekleri çoğaltarakuygulayabilir. Önemli olan hoşgörü ortamı yaratabilmek, birbiriyle saygılı biçimde her şeyi tartışabilmek ve yine birlikte bir uzlaşma sağlamak. Bunu yaparken birbirimiz hakkında öyle çok şey öğreneceğiz ki...
Evet, gelelim gencin anne ve babasına:
Gencin notları iyiyse, evdeki görevlerini de yapıyorsa, gezmesine,arkadaşlarına, müziğine, giyimine anlayış göstermeli;
notları iyiyse, Sen yine de otur, çalış, dememeli;
pek moda olan yırtık kotla dolaşıyorsa, Ne o enflasyon çocuğu,diye dalga geçmemeli; bu da bir dönemdir, geçecektir, diye yutkunmalı;
müziğini sonuna dek açmış dinleyen gencin kapısının önündengeçerken, Sen de Beethoven gibi sağırsın galiba, diye laf atmamalı,yavaşça tüm ara kapıları kapatmalı;
ve sevgili anne babalar bu liste de uzar, gider.
Şaka bir yana, böylesi bir aile meclisi kurup, her yaşın sorumlulukve sorunlarını hem anne babalar, hem de çocuklar ve gençler konuşaraksaptasalar, ne kadar iyi olurdu değil mi?
Bu noktada bir küçük öneri. Bu toplantıların olabildiğince keyifligeçmesini sağlamak açısından küçük ayrıntıları gözardı etmeyelim.Mevsimine göre yazın balkonda ya da bahçede; kışın sıcacık bir odadagerçekleşmeli bu biraraya gelmeler. Vazoda çiçeklerle, masanın üstündeaile bireylerinin sevdiği içecekler ve belki de bir tabak kurabiye yada kekle, geri planda çok hafif bir müzikle... Kısaca bir mahkeme salonu değil; ailenin sevdiği ayrıntıları kullanarak tatlı, yumuşak ve zevkli bir beraberlik havası yaratmalıyız.
:::::::::::::::::::
Yapmazsan cezalandırırım yerine yaparsan ödül alırsın
Şimdi bir de dönüp eskilere bakalım. Bizim çocukluğumuzda annebabalar tüm iyi niyetleriyle durmadan çalışmamızı ister, bunun yararınainanırlardı. Eşimin babası da bu babalardanmış. Kendisi on iki, on üçyaşlarındayken yaşadığı bir olayı gülümseyerek anlatır.
Ders çalışmayı pek de sevmeyen haşarı bir çocukmuş. Dönemsonunda tarih notu yine kırık gelince, babası onu karşısına alıp bir çalışma çizelgesi hazırlamış. O da tüm iyi niyetiyle bu çizelgeye uyarak derslerine çalışmaya başlamış. Bir gün yine okuldan gelip ödevlerini bitirmiş ve tam oynamaya bahçeye çıkarken babasıyla burun buruna gelmiş.
Nereye? diye sormuş babası.
Bahçeye, demiş oğlu.
Derslerine çalıştın mı?
Çalıştım baba.
Ödevlerin bitti mi?
Hepsi bitti baba.
İyi, demiş babası, Öyleyse şimdi doğru odana. Akşama kadar oçalıştıklarının üstünden tekrar tekrar geç ki, öğrendiklerin pekişsin. Veeklemiş, Hem öyle dersler bitti, ödevler bitti diye bahçeye çıkmak yok. Karnendeki notlar düzelene dek akşamları saat ona kadar odandaçalışacaksın. Başka kitap okumak yok. Ödevlerin biterse, dediğim saatekadar üstünden geçersin.
Derslerimi bitirdim, diye sevinen çocuğun halini bir düşünün!
Bir iki günü böyle geçirdikten sonra zorunlu çalışma saatlerinidoldurmak için gayet keyifli bir yöntem bulmuş. Çalışma masasının üzerineders kitaplarını güzelce yerleştirmiş, kucağına da almış o döneminen heyecanlı tarihi serüven romanı Pardayanlar'ı ve ev halkını hayretler içinde bırakarak, hiç sesini çıkarmadan belirlenen süreyidoldurmaya başlamış.
İçeri giren onu masa başında, kitabını açmış buluyor ve, Maşallahbizim çocuk akıllandı, diye pek seviniyormuş.
Bu arada gerçekten ödevlerini yaptığı için iyi notlar da almaya başlamış.Derken bir gün okurken uyuyakalmış. Aksilik bu ya, o gün debabasının onu kontrol edeceği tutmuş ve böylece... suçüstü yakalanmış!Neyse ki, babası anlayışlı davranmış ve zorunlu çalışma saatlerini,notlarını düzelttiği gerekçesiyle kaldırmış.
Günümüzde uzmanlarla eğitimciler daha uzlaşmacı ve esnek birtutumu yeğliyorlar. Ödevlerini bitirdiyse, evdeki sorumluluklarını yerine getirdiyse, artık ona kendisinin sevdiği, istediği şeyleri yapma konusunda kısıtlama getirmememizi öneriyorlar.
Çocuklarımızı cezalandırarak değil, ödüllendirerek yönlendirelim.Bizim onlara vermek istediğimiz kavramları, onların bizden istedikleriylebütünleştirelim. Böylesi bir yöntemle, öğretmek istediklerimiz çok dahazevkli bir hale gelecektir. Uzun uzun anlatmak yerine, ne demek istediğimiörneklerle göstermek istiyorum.
Ödevin bittiyse, tabii ki konsere gidebilirsin yavrum.
Sofrayı toplamışsın, çok teşekkür ederim. Haydi git, sinemayageç kalacaksın.
Karnendeki notlar böyle güzel olunca, geziye gitmek için sananasıl izin vermeyebiliriz.
Notlarını düşürmezsen elbette gitar dersi alabilirsin. Derslerini,çalışma saatlerini ve temponu sen daha iyi biliyorsun, karar sana ait, tarzında bir tutumla cezayı değil, ödülü öne çıkararak yönlendirmeliyizgençlerimizi. Onlara sorumluluklarını yani dersleri ve evdeki görevleriniyerine getirmelerini öğretirken, yapmazsan cezalandırırım yerineyaparsan ödülünü alırsın tavrını benimsersek her şey çok daha yumuşakbir akışla gerçekleşecektir.
Ödüllendirmek deyince yine aynı haşarı çocukla ilgili bir başkaöykü geldi aklıma.
İlkokul beşinci sınıftayken bir gün coğrafya dersine çalışmış veöğretmenleri sınıfta, Kim anlatacak? diye sorunca hevesle parmağınıkaldırmış. Öğretmeni sınıfa göz gezdirirken parmak kaldıranların arasındaonu görünce hayretler içinde, Durun çocuklar durun, bakın kim parmakkaldırıyor, diyerek hemen onu tahtaya davet etmiş.
Küçük yaramaz kalkıp, sular seller gibi o günün dersini anlatıncaöğretmeni şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmış. Onu kutlamış ve buçalışma hevesini bir biçimde devam ettirmek için onu ödüllendirmeyekarar vermiş.
Aferin çocuğum, demiş. Bu kadar güzel çalıştığın için seni haritamümessili yaptım. Bundan böyle, ders bittikten sonra haritalarıtoplayıp öğretmenler odasına sen götüreceksin.
Bu büyük onur karşısında geleceğin harita kolu neler hissetmiş dersiniz?
Başından aşağı kaynar sular inmiş! Çünkü onun için bu ödül değilcezanın dik alasıymış. Ders bitecek, herkes bahçeye oyuna koşacak, oise sınıfta kalıp haritaları toplayıp rufo yapacak, öğretmenler odasınagötürecek, defteri imzalatacak. Gitti teneffüs! Gitti oyun!
O günlerde öğretmeni de tıpkı babası gibi en iyi niyetlerle davranmıştıkuşkusuz. Ama bugün çocuğumuzu ödüllendirirken, bu ödülünhedefe varabilmesi için onun sesine de kulak vermemiz gerektiğini biliyoruz artık.
Bazı öğrenci için mümessil olup fazladan görev üstlenmek büyükbir onur. Ama bazısı için değil, onu mutlu edecek şeyler daha başka.Çocuklarımızı ödüllendirirken bizim için değil, onlar için ödül olanıbulup çıkarmalıyız.
Ödüllendirerek yönlendirmenin bir başka yararı da, bu ödülleringeri çekilme olasılığının onları etkileyerek, güzellikle eğitim kapısınıaçmış olmasıdır.
Evde üstüne düşeni yapmayınca, derslerine çalışmayıp toto gibikarne getirince kaybedecek bir şeyleri olmalı. Yalnız burada çok duyarlı ve dikkatli olmalıyız. O kırık not gerçekten dalga geçtiğiiçin mi alındı yoksa elinden geleni yapıyor da yine başarılı olamıyormu? Elinden geleni yapan ama yine de başarılı olamayan gence ceza vermek, paylamak, düşene bir darbe de bizden, gibime geliyor.
O çok sevdiği gezilere gidememek, bir pop konserine katılamamak,gönlünce bahçede oynayamamak, sevgili arkadaşına gidip saatlerce çeneçalıp müzik dinleyememek... Bunları yitirmemek, tam tersinekazanmak için evde katılımcı, okulda da sorumlu davranışlar sergileyecek,kendinden bekleneni yapacaktır.
İnandırıcı nedenleri olmadan, yaşına yaraşir zevklerine hak tanımazsak,çocukta da, gençte de ne çalışma zevki kalacaktır, ne de yapması gerekenebir istek.
Anneannem anlatırdı. Çok katı bir annesi varmış. Evlerinde dayakyaşamın doğal bir parçasıymış sanki. O daha küçücük bir kızken enufak yaramazlıkta pataklanırmış. Hatta annesi ondan şüphelendiğindebile poposuna iki şaplak atıp, Gene kimbilir neler yapmışsındır sen,dermiş.
Durum böyle olunca, diye anlatırdı anneannem. Ben de mademöyle de dayak yiyorum böyle de, bari canımın istediği tüm yaramazlıklarıyapayım, diye düşünür, her türlü muzırlığı yapardım.
Öyle ya da böyle ceza vermek gibi bir şey sosyal yaşam için yapmakistediği şeylere öyle ya da böyle izin vermemek.
Oysa bu sosyal istekleri görevleriyle bütünleştirerek verirsek herşeyden önce hep almanın bencillik olduğunu, insanların elde etmekistedikleri için çaba sarfetmeleri gerektiğini, her şeyin bir bedeli olduğunu, verileni hak etme kavramını ona öğretebilmiş olacağız.Hayatta başarılı olmaları için çok gerekli bir ders bu.
:::::::::::::::::::
Özgürlüğü hak etme fırsatı verilmeli
Uygar ülkelerin aklı başında gençlerine bakıyoruz. Yüzeysel açıdangözlenince son derece özgürler, istedikleri gibi giriyor çıkıyorlar. Ama işin bir de öbür yanı var. Bu özgürlükleri hak ediyorlar. Daha doğrusuhak etmelerine fırsat veriliyor.
O ülkelerin gençleri hiçbir işi yüksünmeden yapıyor, para kazanıyorlar.Çünkü çalışmalarına izin veriliyor, teşvik ediliyorlar. Yaz aylarındarestoranlarda, bürolarda, yazlıklarda çalışanların çoğu öğrenci.Kazandıkları parayı biriktirip ya başka bir ülkeye dil kursuna gidiyorlar,ya üniversite masraflarının büyük bölümünü karşılıyorlar ya da harçlıkyapıp gezip eğlenmek için kullanıyorlar.
Böylece para kazanmanın ne demek olduğunu öğreniyor, ozaman da tutumları ona göre oluyor. Ailelerine karşı daha anlayışlı,isteklerinde gerçekçi oluyorlar. Ama bütün bunlardan haberi olmayanbiri doğal olarak bencilce davranacaktır. Hiçbir emek vermeden, hiçbir katkıda bulunmadan sürekli her şeyi isteyecektir. Ve hayataatıldığında da fena halde tokadı yiyecektir.
Peki nasıl oluyor da o ülkelerin gençleri hem çalışıyor, hem okuyor,hem de gezip tozuyorlar?
Görev duygusu ve sorumluluk çok küçük yaşta veriliyor da ondan.Evde işbölümü yapılıyor. Herkesin bir görevi var. Katılımcılık ve paylaşmaöğretiliyor. Örneğin, çocuklar köpeğe bakıyor, bahçedeki yapraklarısüpürüyor, kendi odalarını topluyor, bulaşık yıkıyorlar.
Buna karşılık görevlerini tamamlayınca, istediklerini yapmaktaözgürler. Spor yapıyor, oyun oynuyor, sinemaya, arkadaşa rahatçagidiyorlar. Görevini yapmayan bu haklardan mahrum ediliyor. Böylece o küçücük yaşında, görevini yerine getirmek ve karşılığındaeğlenceyi hak etmek kavramı yerleşiyor.
Ödevin bittiyse ve köpeğin suyunu değiştirdiysen, arkadaşınagidebilirsin, deniyor ona.
Evi toplama sırası sendeydi. Bunu yapınca sinemaya gidebilirsin,diye uyarılıyor.
Ama bunları yaparken duyarlı davranılıyor. Amaç çocuğu eğitmek,ona angarya yüklemek değil.
Bir de tersini düşünelim. Ona hiçbir şey yaptırmaz, her şeyi bizyaparsak ve bu yıllarca böyle sürüp giderse, çalışmaya alışmadığı içinen ufak bir iş istendiğinde üşenip, Aman anneee... diye söylenecektir.
Ona keyif verecek yaşına uygun sosyal etkinliklere katılmasına izinvermezsek, evin içinde oflayıp poflayıp canının sıkıldığından söz ederekdolanıp duracaktır. Yaptığı işlerin karşılığında bir ödül alamayınca da,bir süre sonra bu yaptıkları ona anlamsız ve sıkıcı gelecektir. Her insan çabasının karşılığını almak ister. Emeğinin karşılığını alan, çalışmazevkinin ne olduğunu öğrenir.
Çalışma zevki ve boş zamanları değerlendirme ancak onların sosyalyaşamlarını zenginleştirmelerine izin vermekle gerçekleşebilir.Bir işde çalışmalarına, sanatla ilgilenmelerine, eğlenmelerine hak tanıyarak olur. Tüm bunlara bir de görevlerini yaparak, istediklerini hak etme koşulunu ekledik mi, bakın çocuğumuza ve gencimize, içgüç hanesineyazabilecekleri, neler kazandırmış olacağız.
Çalışma zevki,
görev bilinci,
sorumluluk duygusu,
sanat ve kültürle uğraşmanın getirdiği ruh zenginliği,
olumlu insan ilişkileri, insan sevgisi,
görgü, deneyim, kendine güven.
Küçük küçük dikkatler, duyarlılıklar; küçük küçük sözcükler, davranışlarnerelere kadar uzanabiliyor, değil mi?
Ve sözü yine gençlerimize bırakalım, bakalım neler diyorlar, nelerdüşünüyorlar.
:::::::::::::::::::
Benim de özel hayatım var!
Pek çok gençle aynı sorunu paylaştığımı sanıyorum. Ailembeni bir birey olarak kabul etmiyor! Benim de zevklerim, üzüntülerim,sevinçlerim, yaşam tarzım ve en önemlisi özel hayatımolduğunu kabul etmek istemiyorlar. Odamı bile kendi zevklerinegöre döşemek istiyorlar. Özel bir telefon istedim odama. (Paralelebile razıyım.) Ama onlar, Bizim yanımızda konuş, dediler. Benim deözel hayatım var, dedim. Babam, Annenle benim özel hayatımız olabilir,sizlerin olamaz, dedi.
Üstelik sosyal yaşamıma da karşı çıkıyorlar. Daha doğrusu homurdanahomurdana izin veriyorlar, insanda istek kalmıyor. Sinema, tiyatro gibiyerlereyse film biter bitmez eve gel, diye gönderiyorlar. Beş dakika geçkalsam yine homurtular başlıyor ve babamın en çok kullandığı kelimelerolan, o yok, bu yok gibi sözlerle devam ediyor.
Bir arkadaşımla buluşup sohbet edeceğiz, çay içeceğiz,annem sadece yarım saat, bir saat izin veriyor. Yol yirmi dakika,git gel kırk dakika, bana ne kaldı ki... Bir saat neyine yetmeyecek,ne konuşacaksınız bu kadar, zaten canın sıkılır senin, diyerek benion dakikalık bir ziyaret için yollara düşürüyor. Oysa verse şöyle bir üçsaat; iki saat doya doya arkadaşınla otur, dese... Senin iyiliğin içindeyip neredeyse elime ayağıma zincir vuracaklar.
Ben yay burcuyum. Maceracı, yenilikci, özgürlüğüne düşkün... Onlarayaranmak için ütü bile yaptım. (Ev işlerinden nefret ederim.) Amaisteklerimin cevabı hep HAYIR oldu. Neden, diyorum. Bir açıklama, birsebep istiyorum. Dönüp gidiyorlar. Ben nedenini biliyorum. Neden YOK.Sadece dizginleri bırakmak istemiyorlar. Özgürlüğün tadını alırsam hepisterim diye düşünüyorlar. Konuşmaya çalıştım. Babam fırsat bile vermedensavunmaya başladı. Benim düşüncelerim yanlıştı. (Oysa beni dinlememiştibile.) Ben küçüktüm, onun tecrübeleri vardı. Oysa ben kendi tecrübemikendim yaşamak isterim. Herhalde ilerde çocuklarıma,Bunlar benim babamın tecrübeleri, diyeceğim. Bana destekolsalar bir denesem, her düşüş bir deneyimdir. Düşmeme bileizin vermiyorlar.
Çalışmak, gerçek bir işde kendi paramı kazanmak istedim.Hamburgercide ya da turistik eşya satan bir yerde çalışacaktım.İmkanlar uygundu. Annemin tanıdığı bir yerdi. Ama babam karşıçıktı. Ona göre benim çalışabileceğim yegane yer onun dükkanıydı. Beninsanları, onlarla iletişim kurmayı seven biriyim. Babamın dükkanıysasiyah duvarları, sigara içen işçileri, yağlı makinalarıyla tam birzindan benim için. Güneşten ve insanlardan uzak bir siyah cehennem.
Annem benim ev işi yapmamı istiyor oysa ben ev işini sevmiyorum.Annem, onun deyişiyle, benim orada burada sürtmemi istemiyor. Oysa onunsürtmek dediği temiz hava almak ve başımı dinlemek amacıyla güzelvitrinlerle dolu bir yolda ufak bir yürüyüş yapmak...
Ben gülmeyi seven ve kendini neşelendirmek için hep iyişeyler düşünmeye çalışan biriyim (sayenizde) ve önerinize uyarak olumsuzdüşüncelerden kaçmaya çalışıyorum. Ama insanın ailesinden kaçması zor.Evet, sanırım tahmin ettiniz. Benim annem de babam da somurtkanın teki.Beni en çok üzen de bu. Çok seyrek gülüyorlar ve iyice hantallaştılar.Hiçbir yere gitmek istemiyorlar, hiçbir etkinliğe katılmıyorlar. Neyse ki,ben onların yanında bile neşemi korumayı başarabiliyorum (sayenizde).
Yine de onlar benim için dünyanın en iyi anne babası, çünkü en çokonları seviyorum.
Umarım bu kitabınız anne babaları üzmeden ve kızdırmadanuyarmayı başarır.
Ah sevgili gençler ah, ben de bütün kalbimle anne babaları üzmeden vekızdırmadan bu işi başarabilmeyi öyle çok istiyorum ki...
:::::::::::::::::::
Girişimlerine engel değil, destek olalım
Gelelim uzmanlarla gençlerin birleştiği üçüncü noktaya:
Gençlerimiz girişimlerde bulunmayı ve bağımsız davranmayı öğrenmekistiyorlar.
Uzmanlar girişimciliği desteklemediğimiz ve gençlere bağımsız davranmayıöğretmediğimizi söylüyorlar.
Ve böylece üçüncü kez uzmanların önerileriyle gençlerin dilekleribirleşiyor.
Gençlerimiz hayat hakkındaki bazı gerçekleri kendileri yaşayaraköğrenmek istiyorlar. Çalışmak, para kazanmak, insanları tanımak... Bunlarıkendi başlarına yapmak... Kendilerini denemek... Sıkıştıklarındabize ve deneyimlerimize başvurmak... Ve tüm bunların gerçekleşebilmesiiçin bizden hoşgörü bekliyorlar. Ve sanki bizlere seslenerek şöylediyorlar:
Bırak önce ben bir kendimi deneyeyim, yapabileceğimi yapayım.Bir noktada tıkanıp kalırsam, sana gelirim; sen bana o zaman yardımet. Ama ne olursun işi başından yasaklayıp önümü kesme ya da ilkhatamda bunu yüzüme vurup cesaretimi yitirmeme neden olma. Bırakyapabildiğimi yapayım ve bırak rahatça sana gelip, şunu şunu yanlışyaptım, bana doğrusunu göster, diyebileyim, diyorlar.
İşte yaptığı çalışma sonucu başarı elde eden, bunu kendi başınayapabilmenin kıvancını yaşayan bir genç. Aşama yaptığını hissedipgüçlenmiş bir genç insan.
Anne ve babama bir şey için teşekkür etmek istiyorum.İsterseniz şöyle anlatayım. Ben bir reklam şirketinde çalışıyorum.Bir ürünün tanıtımı vardı ve tatil yörelerini bir ay boyunca gezecektik.Önce annemle konuştum. İlk duyduğu an telaşlandı ama sonra kabul etti.Öyle sevindim ki anlatamam. Aslında annem hala çelişkiler içindeydi amabir kere izin vermişti, gidecektim. Annem izin verdiği için babam daburun kıvırarak kabul etti.
Ve yolculuğa Marmara'dan başladık. Ege ve Akdeniz'dekitatil yörelerini gezdik. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da tatilyapıyordum. Annem ve babam yoktu yanımda ve ben kendiayaklarım üstünde durmak zorundaydım. Bir yığın problem yaşadık, pekçok sorunla karşı karşıya geldik, bazen parasız bile kaldık ama aslayılmadık ve çareler ürettik. Ve gördük ki çareler tükenmiyor.
Bu bir aylık iş gezisinin kişiliğim üzerinde çok olumlu etkisioldu. Artık daha cesur, daha atılganım.
Sevgili anne babalar, çocuklarınızın biraz yalnız kalmalarınaizin verin. Bir fırsat çıkarsa, onlara izin verin. Çünkü sizler herzaman bizim başımızda olmayacaksınız. Bırakın çocuklarınızhayatın zorluklarını da yaşasınlar. Ve biliyor musunuz o zamanyaşamın güzel olduğunu da anlayacaklardır. Ben bunu yaşadım.Birçok zorlukla karşılaştık ama neyi keşfettim biliyor musunuz?Yaşamak çok güzel. Tüm zorluklara, sorunlara karşın yine degüzel. Belki de yaşama anlam katan bu sorunlardır, ne dersiniz?
İşte bu yüzden teşekkür etmek istiyorum annemle babama.Bana bu şansı tanıdıkları için binlerce teşekkürler.
Unutmadan bir şeyi daha yazmak istiyorum. Son gittiğimizyer Antalya'ydı. Antalya'dan İstanbul'a tek başıma geldim vegarajdan bir taksi tutup eve ulaştım. Annem ne dedi biliyor musunuz?Ben bu yaşımda o kadar uzun yolculuk yapmaya ve taksiye tek başımabinmeye çekinirim.
Aslında annem buna çok sevinmişti. Hissediyordum bunuama nedense dışa vurmuyordu.
Bizler çalışma konusunda nedense çekingeniz. Sanki çocuğumuzunçalışması, para kazanması ayıp. Oysa çalışmak güzel şey. Parakazanmak da öyle. Emeğin değerini, paranın nasıl kazanıldığını bilmekbir olgunluk veriyor insanlara. Dünyadan haberi olmayan prenseslerle, beyaz atlı prensler değil, ayakları yere basan gençlerolmalı bizim çocuklarımız.
Ve bu konuda bizler önderlik etmeliyiz. Ayıplamak, çalışmayıküçümsemek yerine, onları girişimlerinde desteklemeliyiz. Bağımsızdavranabilmeleri için fırsatlar yaratmalıyız.
Örneğin, hep düşünmüşümdür ortaokul ve lise çağlarındaki gençlerimiz,tabii eğer kendileri istiyorlarsa, ufak tefek işlerde çalışıp harçlıklarınıçıkarsalar, fena mı olur diye. Çarşıda alınacak öyle güzel şeyler varki... Rengarenk kazaklar, kotlar, spor ayakkabılar... Hele de o kırtasiye dükkanları sanki bir başka alem. Renkli dosyalar, çeşit çeşitkalemler, defterler, ilginç not defterleri, kalem kutuları...
Bugünkü ortamda bizler çocuklarımızın gerekli ihtiyaçlarını ancakkarşılayabiliyoruz. Onlarsa bu saydıklarıma bayılıyorlar. Gençlerimizeçalışma ve fazladan para kazanma ortamı hazırlasak bu yararlı bir girişim olmaz mı? Bir yandan para kazanmanın ne olduğunu öğrenseler,diğer yandan kendi paralarıyla canlarının istediği bir şeyi alabilmenin keyfini yaşasalar...
Üniversiteli gençlerimiz yeni yeni çalışmaya başladılar. Ders programınagöre kimi kışın, kimi de yazın, tatilde, tüm zorluklara karşın çalışıyorlar.Zorluk derken, öğrencinin çalışabilmesi için, özellikle bu konudüşünülerek hazırlanmış koşullar ne yazık ki, henüz yok bizde. Oysabaşka ülkelerde üniversite programları sanki lisenin uzantısıymış gibideğil, çok daha esnek hazırlanıyor. Ve böylece öğrenci ders saatlerinibir ölçüde kendi programına göre düzenleyebiliyor. Örneğin, derslerinisabah saatlerinde topluyor, böylece öğleden sonraya konmuş bir tekders için tüm gününü vermek zorunda kalmıyor. Part-time iş alabiliyor.Sabah üniversiteye, öğleden sonra işine gidebiliyor. Zor, ama zorubaşarmak isteyenlere bir olanak tanınıyor en azından.
İş arayanlar için üniversitenin belli bir yerine ilanlar asılıyor.Okul, öğrencilerin iş bulmasına yardımcı oluyor. Hoş, bizde de bazıüniversitelerde bu tür uygulamalar başladı ama yeterince yaygın değil.Gençlerimiz kapıları zorluyorlar. Kimi gece okula gidip gündüz çalışıyor;kimi bazı derslere girmeyip arkadaşlarından aldığı notlarla idare ederek part-time işini sürdürüyor. Dilediğimiz öğrencinin çalışmak isteyebileceğigözönüne alınıp daha esnek ders programlarının düzenlenmesi.
Ama benim değinmek istediğim orta, lise çağlarında da onlaraçalışma ve para kazanma olanaklarının yaratılması. Buradaki kazançdolgun bir harçlığın çok ötesinde. Onlara izin verip çalışma alanlarıyaratırsak çok daha genç yaşta bağımsız ve girişimci olmayı öğrenecek,olgunluk kazanacaklar. Aslında gençlerimiz bu konuda istekliler.Bu fikri kabullenmesi gereken onlar değil, bizleriz.
Hepimizin yaşamında yetişemediği ama yapılması gerekli işler var.Hemen aklıma geliveren; görmekte zorlanan dedeye günlük gazeteninokunması, seyahate çıkmış komşunun çiçeklerinin sulanması, varsakedisi ya da köpeğine bakılması, mektuplarının saklanması; yaşlı birininfaturalarının ödenmesi, evinde devamlı yardımcısı olmayan bir tanıdığınçay davetinde servis yapıp, bulaşıklarının yıkanması; bir çocuğa dersverilmesi, tozlu arabaların temizlenmesi, akşam yemeğine çıkan tanıdıkbir çiftin bebeğinin beklenmesi, daktilo bilenin yazılması gerekli mektup ya da yazıları daktiloya çekmesi, ehliyeti olanın havaalanına gidecek bir tanıdığı götürüp bırakması, sonra arabasını getirip evininönüne park etmesi, gezi sonunda da yine havaalanına giderek karşılaması. Bu çizgide düşünürsek neler var neler...
Ama biz ne yapıyoruz?
Aaa, Sabiha Teyzenin çiçeklerini suladın diye para alacak halinyok herhalde.
Senin fiziğin kuvvetli, arada sırada Ayten Teyzenin oğluna bir ikişey gösteriversen ne olur yani.
Bir de çocuğuna para teklif edilmesini kabul etmemenin yanısırabunu hakaret olarak alanlar var.
Bütün bu duygularla yetiştirilen çocuk da doğal olarak para kazanmakiçin çalışmayı istese bile çekindiği için girişimde bulunamıyor.
Bu durumu aşabilmek için biz büyükler aramızda anlaşıp çalışmayahevesli gençlerimize olanaklar yaratmalı ve onları desteklemeliyiz. İşiöneren kişi bedeli ödemekte ısrarlı olmalı. Gençlerimiz henüz, ben şuişi şu kadara yaparım, diyebilecek durumda değiller. Onun için bizleryardımcı olmalı, bu tür bir iş öneriyorsak kesin bir dille ödeme yapacağımızı bildirmeli, gencimize de emeğinin karşılığını almasında hiçbirsakınca olmadığını açıklamalıyız. Böylece küçük paralar karşılığındabizlerin yetişemediği işler görülecek, gençler de emeklerinin karşılığınıaldıklarından çalışmayı sevecek, deneyim kazanmış olacaklardır.
Herkes kendi çevresinde bir grup oluşturarak böyle bir karar alırsa,görün çocuklarımız boş zamanlarında nasıl çalışıyorlar.
Bakın bir gencimiz ne yazmış.
Ben yazı yazmayı çok seviyorum. Arkadaşlarımca güzel olaraknitelendirilen öykülerim ve şürlerim var. İngilizce bildiğim içinrahatlıkla çeviriler de yapabiliyorum. Ama bunların bana, en azındanparasal açıdan, bir yararı yok. Ailemin durumu çok iyi değilve ben hiç değilse kendi ufak ihtiyaçlarımı karşılayabilmek istiyorum.Bir işe girmemi ailem onaylamıyor. Para kazanmak içinelimde bulunan bu fırsatı değerlendirememek de beni kahrediyor. Buyüzden size danışıyorum. Ne olur bana bir yol gösterin.Hem okuluma devam etmek, hem de az da olsa bir şeyler kazanmak içinnereye başvurabilirim?
Annemle babama seslenmek istiyorum. Neden bir iş yerindeçalışmam sizlere bu kadar itici geliyor?
Bu arada sizin Bir Pırıltıdır Yaşamak adlı kitabınızda yazdığınızişlerden hiçbirini beğendiremedim onlara. Zaten komşularlasamimi olmadığımız ve sokağımız öyle candan insanlarla doluptaşmadığı için pek çoğunu elemiştim. Sanırım tek şansım kalemim. Başkayolla para kazanabileceğe benzemiyorum.
Böylesine olumlu şeyler yapmak isteyen pırıl pırıl bir gence ancaksaygı duyulur. Bütün istediği çalışmak, kendi yükünü bir ölçüdekaldırarak, aile bütçesine katkıda bulunmak.
Bazı aileler çocuklarının şımarıklığından, acımasızca her şeyiistemelerinden yakınırken, bu genç ne güzel bir şey yapmak istiyor. Amaçalışmasına izin verilmiyor. Kalemiyle para kazanabilmesiyse öyle zorki... Koca koca yazarlar bile evlerini geçindiremiyor, ek işlerde çalışıyorlar.
Okullarımızda, çalışmak isteyen gençlere yardımcı bürolar yok.Oysa bu o kadar da zor bir şey değil ki... Gelişmiş ülkelerin üniversitelerinde ve diğer okullarında öğrencilerin iş bulmalarına yardımcıolacak bürolar var. Çalıştıracak insan arayanlar gerekli vasıflarısıralayarak okula başvuruyorlar. Bu başvurular okul tahtasına asılıyor.İşler, çocuk bakıcılığından garsonluğa, daktilo yazmaktan bir butikteçalışmaya kadar uzanıyor. Bu arada okul, işyerinin saygınlığını kontrolediyor.
Öte yandan iş arayan genç aynı tahtaya yapabileceği işi belirterekiş aradığını duyuruyor; tahtadaki ilanlara bakıyor ve kendisine uygunolan varsa başvuruyor. Neden bizim üniversitelerimizde ve liselerimizde böyle bir uygulama yapılmaz?
Az önce okuduğunuz mektubun yazarı gibi daha nice genç çalışma isteği vegereksinimi duyduğu halde hem aile, hem de eğitim kuruluşları tarafındanadeta kıskaca alınıyor ve çaresizlik içinde çırpınıyor.
İnsan çok ama çok üzülüyor.
Belki de okulu aracılığıyla bir iş bulabilse o zaman bu gencimizailesinden izin alabilecekti. Arada okulu var, çalışacağı yer okul idaresi tarafından da onaylandı diye ailesi daha huzurlu olabilecek ve ona izin verecekti. Çünkü bu izin vermemelerin gerisinde hep o çocuğumuzukoruma arzusu yatıyor.
Bizlerin veliler olarak eğitim kuruluşlarını zorlamamız gerek. Okultoplantılarında bu önerileri dile getirmeli ve çareler aramaya yönelmeliyiz. Gençler için iş bulma bürolarının kurulabilmesi amacıyla yöneticilere başvurmalıyız.
Karşımıza uğraşmak istemediği, üşendiği için dudağının kenarında,Şu zibidilere bak, yeni yeni icatlar çıkarıyorlar; işimiz başımızdanaşmış zaten, dercesine alaycı bir kıvrımla, yönetmelikle başlayarak hertürlü engeli sayıp dökecek bir yönetici çıkabilir. İşin peşini bırakmayalımve daha başka yöneticiler, öğretmenleri bulup onlarla konuşalım.Öyle özveriyle çalışan, daha iyi bir şeyler yapmak, gençlere bir şeylerverebilmek için çırpınan yöneticiler ve öğretmenler var ki... Onlarlakonuyu tartışalım, onların programı yoğun olduğu ve zaman sıkıntısıçektikleri için yardım önerelim, gönüllü olarak görev almaya hazır olalım.Karşılıklı çareler üretmeye çalışalım. Bilinçli veliler ve anne babalarolarak her şeyi devletin ya da kuruluşların düşünmesini beklemek yerine,bizler ne yapabiliriz, sorusunu sorup sonra da kolları sıvayıpdüşündüklerimizi uygulayabilmek için çaba gösterelim.
Gelişmiş ülkelerde yapılabiliyorsa, neden bizde de yapılmasın?
Bunu başarabilirsek, bu mektubu yazan gencimizin ve onun gibinicelerinin yaşadıkları sıkıntılar boşa gitmeyecek, en azından onlardansonra gelecek gençlere bir ışık yakılmış olacak.
Gençleri dinleyince olumlu ne çok düşünceler ve öneriler çıkıyorortaya...
:::::::::::::::::::
Yetenek prrıltılarına sevgi kıvılcımıyla destek
Şimdi biraz da meslek seçimi hakkındaki düşüncelerine bakalım.
Derslerimde çok başarılıyım. Sürekli okul derecesine giriyorum vematematiği çok seviyorum. Ancak ilgi alanım, sanat.Özellikle de tiyatroya aşığım. Öyle ki, Sen,yeteneksizsin, tiyatrodane yapacaksın? gibi sözlere hiç tahammülüm yok. Bunlarıduyduğumda küplere biniyorum ve hırsım bir kat daha artıyor.Aslında bir ara konservatuvara girmeyi bile düşündüm fakatdaha sonra ya ikinci bir meslek ya da amatörce uğraşmayıuygun buldum.
Bir tiyatro eserini izlediğim sürece koltukta rahat oturamıyorum. Ve oeserin bir hafta etkisinde kalıyorum.
İşte bu nedenle anne babaların çocuklarının istediği yöndeilerlemesine destek olmalarını diliyorum. Herhangi bir aksi eleştiri -şakayla karışık iğneleyici bir söz- o kişiyi hırslandırıp,çevresinden soğutuyor. Onun için anne ve babalar size sesleniyorum.Evlatlarınıza arka çıkın ve destek verin.
Bunları anlatabilme fırsatını bize tanıdığınız için size çokteşekkür ediyorum.
Geleceği hakkında karar vermek, hele de hayat deneyimi yoksakolay bir iş değil. Gençlerimiz bunun bilincindeler, onun için de bu gerilimi yaşıyorlar. Kişinin sevdiği bir işde çok daha başarılı veverimli olacağını biliyorlar. Ama sadece o konuyu sevmenin yetmeyeceğininde farkındalar.
Acaba yetenekleri var mı?
Acaba geçimlerini sağlayabilirler mi?
Bunları da düşünüyor, sorguluyortar. Ve tüm bu bunalımlı düşüncesüreci içinde şaka yollu da olsa edilen bazı sözlere fena bozuluyorlar.
Bu dönemde çocuklarımıza en büyük yardım biçimi onları dinlemek, onlarlakonuşmaktır. Karşılıklı fikirler üretmek ya da bir fikrin değişik yönlerdenincelenmesi de yararlı olacaktır. Karşılıklı konuşurken düşünceler insanınzihninde berraklaşır ya, işte gençlerimize bu olanağı tanımalıyız.
İlgi duyduğu alanlar hakkında sorular sorup, yanıt alabüeceği kişilerletanıştırmalıyız onları. O konuyla ilgili yazıları kesip vermeliyiz, okusundiye.
Tüm bunlar gayret ister, yol göstermek için kafa yorup yöntemlerüretmek ister. İşte gençlerimiz için göstermemiz gereken çabalardanbir başkası daha...
Ve bu arada bir şeye çok dikkat etmeliyiz. Bizim ne istediğimizdeğil, onun ne istediği önemli. Hayat onun. Onun mutluluğu ve başarısıönemli, bizim içimizde kalmış hevesler değil.
Sırf babasını mutlu etmek için tıp eğitimi yapan bir genç kız tanıyorum.Üçüncü yıl müthiş bir bunalıma girdi ve sonunda okulu bırakmakzorunda kaldı.
Bizim kızımız için hayallerimiz olabilir, onu saygın bir doktor hanımolarak görmek istememiz çok doğal. Ama ne derece doğru ve sağlıklıbir istek bu? Bu noktada irademizi kullanıp kendi arzularımızla; onu mutlu edecek, yetenekleriyle doğru orantılı yönelişlerin arasındaki farkı görmeliyiz ve seçtiği yolda ona yardımcı olmalıyız.
Özel bir yeteneği varsa, bunu geliştirebilmesi için destek olmalıyız.Başarılı sanatçılara bir bakın; arkalarında hep ilgili ve özverili anne babalar görüyoruz. Çocuğunun yeteneğini küçücük yaşında farkeden, dikkatlive gözlemci, çocuğunun elinden tutup onun yetişmesi, yükselebilmesi içinona gerekli eğitimi veren, hocalar tutup, çalışmalarına destekolan ana babalar bunlar.
Bir Mozart, babası olmasa tüm dünyaya malolabilir miydi? Bir İdilBiret anne babasının özverisi olmasa Türkiye'nin dünya çapındaki gururuolabilir miydi?
İşi oluruna bırakmak yerine, çocuklarımızı gözleyelim ve onlardakipırıltıların ışıl ışıl yanabilmesi için elimizden geleni yapalım. Herçocuğun öne çıkarılması gereken bir yanı vardır, mutlaka vardır. Bunun içinille de dahi olması gerekmez. Kimi neşeli ve esprilidir; kiminde matematik kafası vardır. Kimi zevklidir; kimi sessizdir, çok okur. İşte bu ışıkları görelim, onları geliştirelim ve yeteneklerini, belirgin vasrflarınıortaya koyabilmeleri için onlara destek olalım.
Şimdi de bu konuyla ilgili iki mektuba göz atalım isterseniz.
On dokuz yaşında bir genç kızım. Su yıl ilk kez üniversitesınavlarına girdim ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dilive Edebiyatı bölümünü kazandım. Bu bölüm idealimdi.
Ama şöyle bir ortaokul ve öncesine bakınca şu yaşımda çoktan başka biryerde olabilirdim, diyorum. Neden mi? Çünkü spora çok büyük bir ilgim ve(söylendiğine göre) büyük bir yatkınlığım vardı. (Hala da var.)Hatırlıyorum, ortaokul birde okulda jimnastik seçmeleri olmuştu. Annebabama sormadan seçmelere katıldım. Sıra bana geldiğinde tüm becerimigöstermek üzere hazırlandım. Ancak hareketlerin yarısını yapmadan hocalarbeni durdurdular ve, Allahım sen büyük bir yeteneksin,' dediler. İnanın,harcandığımı bile söylediler.
Şimdi düşünüyorum da, eğer beni destekleyen ya da buyeteneğimle ilgilenen olsaydı her şey aynı olur muydu? Kısacasıannemle babam beni desteklemediler. Öğretmenler bana birkaçyeni hareket daha yapıp yapamayacağımı sordular. Öyle ki,daha gösterir göstermez aynını hiçbir ön çalışmam olmadığı halde yaptım.Ağızları açık kaldı. Biraz daha ileri gidip, belki dedisiplinli bir çalışmayla Türkiye'nin gururu olabilirdim, diyorum.Kendimde bu gücü hissettim ama onlar sırf özveride bulunmakistemedikleri için benim bu işi bırakmamı istediler. Hocalar onları,benim bu yeteneğim hakkında konuşmak için okula çağırdılar.Ne yazık ki, önemsemediler bile. Benim daha birçok dalda yeteneğim varaslında. Müzik ve voleybol bunlardan ikisi. Erılinim bukonularda da bir yere gelebilirdim ama olmadı. Çünkü sebephep aynı. İlgilenmediler ve destek olmadılar.
Anne babalar işte bunu yapmasınlar. Önümüze hep engellerçıkarıyorlar onları yok edeceklerine. Bu bana oldu, bari diğeranne babalar çocuklarının üstün yeteneklerine sahip çıksınlar.Onlara destek olup, ilgilensinler. Bilmiyorum ama bu bana birazbencillik gibi geliyor. Gamsızlık... Çünkü maddi olanak da vardı.E, öyleyse? Birazcık özveride bulunmak bu kadar zor muydu?Şu kısacık ömrümü binbir başarıyla doldurabilir, onun da ötesindeTürkiye'ye başarılar getirebilirdim. Ne olur engel olacaklarınadestek olsunlar! Birazcık özveri, birazcık destek...
Şunu da eklemek istiyorum. Logan Pearsall Smith,
Yaşamda hedeflenecek iki şey vardır. Birincisi, istediğinielde etmek, ikincisi ondan hoşlanmaktır, demiş. En azından üniversitedeidealimi kazandım ve bundan da çok memnunum.
Şimdi okuyacağınız mektubun yazarıysa kitapta Aile ve Sanatbaşlıklı bir bölümün olmasını önererek bakın neler anlatmış.
Ben İzmir Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi müzik bölümüöğrencilerindenim. Küçük yaştan beri müziğe olan ilgim ve ailemindesteğiyle eğitimimi müzik üzerine yapmaya karar verdim.Bu olayı size üzerinde durduğumuz konuya güzel bir örnek olarak anlatmakistiyorum.
Okulumuz, liseye girecek öğrencileri okulun açılmasındanbir ay önce yapılan yetenek sınavıyla seçer. Tabü ben de bu sınavaönceden hazırlık yaptım. Sınav günü anne ve babamın büyükdesteğiyle (onlar olmasa ne yapardım) sınava girdim. İki gün üstüste süren sınavlarda başarılı oldum. İşte artık ben de bir liseli,üstelik geleceğin müzisyen adayıydım. Okula başladıktan sonraailem daha anlayışlı ve bana daha yakın olmaya başladı. Bu benihem sevindiriyor, hem de şaşırtıyordu. Çünkü tam buna kesinizin vermezler diye düşündüğümde bana arka çıkıyorlardı. Amaben de çok değişmiştim. Ne yapmak istediğini bilen bir ben vardı artık.Yavaş yavaş gerçek hayatın farkına varıyordum.
Altını çizmek istediğim nokta, anne babamız bizi her şeydençok sever ama biz de onları mutlu etmek için elimizden geleniyapmalıyız. En başta önyargılı olmamalıyız. Eğer bunlar gerçekleşirsekeşkeler ortadan kalkacaktır.
Kendi açımdan şöyle diyebilirim: Anne ve babamın bendeböyle bir pırıltr gördüklerinde, bunu bir sevgi kıvılcımıyla hiçsönmeyecek hale getirmeleri öyle hoşuma gidiyor ki...
İki mektubun arasındaki farkı sizler de duyumsamışsınızdır. Birincimektupta mutluluk için bir savaş veriliyor. Seçtiği dalda mutlaka çokbaşarılı olacak bir genç. Ama kaç yaşına gelirse gelsin zihninin gerisinde hep o yapamadıkları kalacak. Öteki mektuptaysa mutluluktan uçanbir ifade insanı sarıp sarmalayıveriyor, okurken o gencin mutluluğu içini ısıtıyor. Yetenekli olduğu ve sevdiği bir dalda ilerleyebilmesi için bir de ailesinin desteğini alınca nasıl da sevinçli ve şükran dolu...
İşte biz anne babaların onların yaşamında ve mutluluğunda yarattığıfark...
Ve Cholmondeley'den güzel bir deyiş. Bir çocuğun mutluluğuöyle bir armağandır ki, onu ancak anne babalar verebilir.
Fazla söze ne hacet.
Bakın pek çoğumuzun, Ne var bunda yani, diyebileceğimiz sıradan birolay ve gencimize kazandırdıkları...
On yedi yaşındayım. Bu yıl Yıldız Teknik Üniversitesi ÇevreMühendisliğini kazandım. Çağrınızı okuyunca ailemin bir hatasının bananasıl yardımcı olduğunu anlatmak istedim.
Bir pazar günüydü. Fatih Ormanlarında pikniğe gitmiştik.Annem, babam, ablam, eniştem, ağabeyim, yengem ve ben.Bisikletimi de götürmüştük. Bisiklete binerken düştüm. Ciddi birkazaydı. Sol dirseğim ve sağ elimin içi parçalanmıştı. Düştüğümyer annemlerin yanına çok uzaktaydı. Yine bisikletime binerekannemlerin yanına geldim. Düştüğümü söyledim ve tabii nasıldüştüğümü anlattım. Hepsi gülmeye başladılar. Çok kızmıştım,ağlamaya başladım. Yaralarımın verdiği acıdan değil, onlarınbana bunca ilgisiz davranmalarına üzülmüştüm. Annem yaralarımıyıkamama yardım etti ve mendille sardık. Benimle ilgilenmeyip, banagüldükleri için hiç yanlarında durmadım. Tekrar bisiklete bile bindim,çünkü kızgınlığım acılarımı unutturmuştu. Eve geldiğimizde yaralarımçok ağrımaya başlamıştı. Orada benimle ilgilenmedikleri için evdeilgilenmelerinin gereksiz olduğunu söyledim. Bir yandan ağlıyor, biryandan da yaralarımı kendim sarmaya çalışıyordum. O akşam yapabileceğimher şeyi kendim yapmaya karar verdim. Saat sekize geliyordu.
Deniz kenarına indim ve kitap satanların sergilerini gezmeyebaşladım. Kitaplara bakarken birden hiç kitap okumadığım aklıma geldi.Utandım. Okuduğum kitap sayısı öyle azdı ki... Hemen iki tanekitap aldım. Bunlardan biri sizin Bir Pırıltıdır Yaşamak adlıkitabınızdı. Önce sizin kitabınızı okumaya başladım. Sanki benimhayatımı anlatıyordunuz. Bana, yapmak isteyip de yapamadığımpek çok şeyi hatırlattınız. Önceden kitap okumadığım için kendimekızmanın yersiz olduğunu anladım ve elime geçen parayı kitabayatırmaya, aldığım kitapları da okumaya başladım.
Gazetenin Kuponlarını biriktirip ansiklopedi almıştım. Buansiklopedileri de hiç karıştırmamıştım. Madem çevre mühendisiolacaksın, biraz bilgi edinmelisin, dedim kendi kendime ve ansiklopedideçevre konusunda bulabildiğim tüm yazıları okumayabaşladım. Öğrendiklerim beni hayrete düşürdü. Bunları öğrendiğim içino kadar sevindim ki... Kendimi çok sevdim, kucakladım.Öğrendiklerimi not alarak arkadaşlarıma da anlatmaya başladım.Bu beni daha da mutlu etti.
Ailemin bu ilgisizliği ya da benim öyle algılamam, beni böyledavranmaya itti. O gün üstüme düşüp, yaralarımı sarıp kımıldamamamıisteselerdi belki de bu kararları alamayacak, kitap okumanın eksikliğinianlayamayacak ve hepsinden önemlisi kendi başıma bir şeyler yapmamgerektiğini anlayamayacaktım.
Şimdi eminim, ilgi göstersen bir türlü, göstermesen bir türlü, diyemırıldananlarımız olacaktır. Dedik ya, ana babalık zor zanaat. Hem ilgi göstereceğiz, hem de bazı şeyleri kendi kendine bulup çıkarması yanibağımsız davranmayı öğrenebilmesi için ilgimizi geri çekeceğiz. Aradakifarkı, yani ne zaman ilgi gösterip, ne zaman ilgimizi kontrol altınaalmamız gerektiğiniyse duyarlılığımızı geliştirerek bilebileceğiz.
Ve bu bağlamda çocuk yetiştirme konusunda yaşadığımız çelişkileriesprili bir dille anlatan sözcüklerse John Wilmot'a ait.
Evlenmeden önce çocuk yetiştirme üzerine altı teorim vardı. Şimdiysealtı çocuğum var ama hiç teorim yok.
:::::::::::::::::::
Boşa gitmeyecek emekler ve dostluklar
Şimdi de insan ilişkilerinde kızına, yaşamını aile bireyleriylekısıtlamasının doğru olmadığı konusunda uyarıda bulunan, kendi dostçemberini oluşturarak güçlenmesini, daha bağımsız olmasını sağlayan biranne ve mesajı alıp uygulayan bir genç insanın yazdıkları...
Neden gerçek bir dostum yok, diye düşündüm kendi kendime. Galibasuç bendeydi. Çok arkadaşım vardı ama bir dostumyoktu. Bunu anneme anlattığımda, o da hatanın biraz da bendeolduğunu söyledi. Çok çabuk arkadaşlık kurup bu arkadaşlıklarıyine çok hıztı söküp attığımı, oysa arkadaşlığın ya da dostluğundaha zor oluşan ama kolay kolay yıkıtmaması gereken sağlambir ilişki olması gerektiğini söyledi. Ve yerden göğe kadar haklıydı.Bir de galiba insanları oldukları gibi kabullenmem gerektiğinianlamam lazımdı. Şimdi yavaş yavaş bunu anlıyorum ve kimleringerçek dostlarım' olduğunu buldum. Bir daha da bırakmayacağım. Gerçekdostluğun sadece iyi anlaşmaktan öte bir şey olduğunu, birbirinindeğerlerine saygılı ve güvenilir biri olmanın önemli olduğunudüşünüyorum. Şimdi bu temellere dayanan dostluklarımı iyicesağlamlaştırmak istiyorum.
Sonuç olarak aslında bunların belki sizin için bir önemi yoktur amadoğru ya da yanlış, içimde nedense sizin bunlarla ilgileneceğinize dairbir his var. Ve verdiğim karar doğru mu yanlış mıbilmiyorum ama, bana değer veren ve benim de verdiğim, içimdeki bütünsevgimi aktarabileceğim annemden başka dostlarımın da olması beni mutluediyor. Bunu sizinle paylaşmak da öyle... Bu ortamı yarattığınız içinteşekkürler!
Bu güzel duygularını benimle paylaştığın için çok teşekkür ederim.Ayrıca ilgilenebileceğim konusunda da hiç yanılmamışsın. İnan seniniçin çok mutlu oldum.
Girişimciliğin geliştirilmesi de, diğer içgüç öğeleri gibi, yine çokküçük yaşlarda başlayınca meyve veriyor.
Benim zamanımda (yine başladık değil mi) çocuklar pek yuvayagönderilmez, çocuk küçüktür, okulda ezilir, evde ne kadar uzun sürekalırsa o kadar iyi olur, diye düşünülürdü. Hele de evde başka kardeşleryoksa, okula başlayan çocuk insan ilişkileri açısından hiçbirdeneyime sahip olmadığından dehşete düşer, günlerce annesinin eteklerineyapışarak, yürek paralayıcı çığlıklar atarak ağlardı.
Oysa şimdi uzmanlar özellikle kardeşleri olmayan çocukların olabildiğinceerken yuvaya verilmelerini öneriyorlar. Okul öncesi bir eğitimoluyor bu. İnsan ilişkilerine bir giriş sanki. Evinin dışında da bir dünya ve o dünyada kendisi gibi çocuklar olduğunu görüyor. Onlarla birlikteoynamayı, yemek yemeyi kısaca yaşamı paylaşmayı öğrenmeye başlıyor. Böyleceilkokul dönemi gelip çattığında dehşete düşmüyor, tam tersine deneyimliolduğu için rahat bir geçiş dönemi yaşıyor.
Kuzinim dört yaşındaki oğlunu yuvaya verme konusunda kararsızmış.
Acaba beş yaşına gelince göndersem, daha iyi olmaz mı? Bir yıldaha benim yanımda, evde kalsa, diye yuva müdürüne danışınca,müdür, Şimdi tam yuvaya başlama zamanı. Bir yıl daha evde tutarsanız,bunun bedelini lise dönemine kadar öder, demiş.
Çocukta önyargılar ve çekingenlik gibi duygular oluşmadan veinsan ilişkilerine ne kadar erken girerse, ilerideki yıllarda bu konuda o denli rahat olurmuş. Aslında akla yakın bir tutum, çünkü birkalabalık aile çocuklarına bakırı, bir de tek çocuğa. Kalabalık ailedebüyüyen çocuk çok daha rahat davranan, konuşan, hakkırıı arayabilen kişiolarak ortaya çıkıyor. Bir oyuncak için yapılan kavgalar, küsmeler,barışmalar, birlikte oynamalar ona insan ilişkilerini öğretiyor,
Oysa tek çocuk büyükleri arasında hiçbir mücadele vermeden, inişler,çıkışlar yaşamadan büyüyor ve diğer yaşdaşlarıyla biraraya gelincedoğal olarak şaşırıp kalıyor. Hakkını savunamıyor, çekingen davranıyor,girişimci olamıyor.
İşte tüm bu bilgilerden çıkarak çocuğumuzun bağımsız ve girişimciolmasını istiyorsak, insan ilişkilerine olabildiğince erken girmesinisağlamalıyız.
Girişimcilik ve bağımsızlığını kazanma binbir yoldan oluyor demiştik.İşte birkaç örnek.
AİP diye adlandırılan bir proje bugünlerde gündemde. AİP (Acil İhtiyaçProjesi)ni düşünen, tasarlayan ve hayata geçiren Ebru Nurluoğluadında bir genç kız. İş büyüyüp geliştikçe kendisi gibi genç arkadaşlarındandestek alarak projeyi sürdürüyor. Bir kişi ne yapabilir ki...diyenlerin kulakları çınlasın.
Bir grup genç bu proje için harıl harıl çalışıyorlar. Ne mi yapıyorlar?İnsanların kullanmadıkları eşyalarını evlerinden alıyor, ihtiyaç sahiplerinedağıtıyorlar. Hiçbir parti, dernek ve örgütle bağlantısı olmayan buprojeyle, zor koşullarda yaşamını sürdüren pek çok kişiye hizmet verilmesihedefleniyor. Acil İhtiyaç Projesine katkıda bulunmak isteyenler,kullanılmış giysiden, okul malzemesine, oyuncağa, battaniyeden perdeye kadar her türlü eşyayı bağışlayabiliyorlar. Para yardımlarıysa aslakabul edilmiyor.
Projenin öyküsüne gelince... Ebru daha beşinci sınıftayken, kullanmadığıeşyaları ihtiyacı olanlara dağıtmaya başlıyor. Kendi eşyaları bitince ailebireylerinin kullanmadıklarını dağıtıyor. Bu da tükenince çemberigenişletip akrabalarından, aile dostlarından, tüm yakın çevresinden kullanılmayan eşyaları toplayıp, gereksinimi olanlara iletiyor. Onun buçalışmalarına arkadaşları da katılınca iş daha büyüyor ve giderekbugünkü halini alıyor.
İşte insanın gücünün farkında olan, bir tek kişinin bile isterse neleryapabileceğini kanıtlayan girişimci insan.
Ve şu yaşadığı dünyada fark yaratan, birilerine yardımı dokunarakiz bırakabilen değerli insan.
Bizim gençlerimiz böyle olmalılar ve öyleler de zaten.Alışılmış otoyolda gidenlerse, gevşek gevşek iç geçirerek, Eldenne gelir; diyecek ve hiçbir girişimde bulunmadan, hiçbir iz bırakamadarı, arkalarında yaşanmamış günlerle, boşuna geçmiş bir hayatbırakarak bu dünyadan geçip gidecekler.
Mükemmel biçimde hazırlanmış olan Kurtuluş dizisini soluksuzizlerken özellikle bir sahne beni çok etkilemişti.
Gencecik delikanlılardan oluşan iIk Harbiyeliler ertesi sabahdövüşeceklerdir. Kimisi çocuk denecek yaştadır. Giyimleri başta olmak üzerepek çok eksikleri vardır. Henüz çocukturlar ama ertesi sabahvatanlarını korumak için öleceklerdir.
Hava kararmıştır. Sabahı beklemektedirler. Böyle bir gecede Atatürkonları yalnız bırakmaz, yanlarına gelir ve kısa ama çok güzel birkonuşma yapar. Sözleri şu mealdedir.
Yarın vatan uğruna savaşacaksınız. Kiminiz ölecek, kiminiz yaralanacak.Sizler çocukluğunuzu ve gençliğinizi yaşayamadınız. Ama unutmayınız ki,bu emekler boşa gitmeyecek, çünkü sizin uğruna hayatınızıfeda ettiğiniz bu topraklarda yarın yeni nesiller yükselecektir.İşte bu boşa gitmeyecek emekler o kadar önemli ki... İnsanboşa gitmeyeceğini bildiği zaman hayatını bile verebiliyor. Bu paralelde düşünürsek, insan hayatında iyi bir şeyler yaptığını, bir şeylerbaşardığını kısaca yaşamının boşa gitmediğini bilirse, günü geldiğindeölümünü bile huzurla karşılayacaktır.
İyi bir şeyler başaran gençlerimizden bir örnek daha...
Çok hoşuma giden, okuyunca sizin de mutlu olacağınızainandığım bir şeyden söz etmek istiyorum.
Benim İzmirli, Dilek adında bir arkadaşım var. Bu yıl üniversiteyegirdi. Yatılı bir kız okulundan mezun. Çok sevdiği bir arkadaşının babasıMenemen Belediye Başkanı. Bunlar, bir grup arkadaş kafa kafaya vermişler,bir Menemen Gençlik Kültür ve Sanat Merkezi kuralım, demişler.
O korkunç lise son biter bitmez, o zamana kadar biriktirdikleriparaya, arkadaşlarının babasının -Belediye Başkanı- sağladığıdesteği de eklemişler. Bakmışlar, o da yetmiyor, yazın son aylarında birdinleti düzenlemişler. Gitar çalıp, şarkılar söylemişler.Haliyle çok eğlenilmiş ve bayağı da gelir elde edilmiş. Binayıfalan nasıl buldular bilemiyorum. (Ah Dilek ah! Daha ayrıntılı yazsa ölür!)
Dilek son mektubunda, binanın içini nasıl döşediklerini, hertarafı nasıl rengarenk boyadıklarını vb. anlatıyordu. Ne sevimlideğil mi? Keşke bunları size Bu Hayat Sizin basılmadan yazabilseydim.Güzellikler Diyarına Pencereler Açmak bölümünde söz edebilirdiniz.(Herhalde Dilek okur okumaz Ankara'ya gelir ve beni boğazlardı!!!)
Bana yazdığın için çok teşekkür ederim Nazlı'cığım. Yazdıklarınıno kitapta değil de, bu kitapta çıkması kısmetmiş demek ki. Bu arada,umarım Tanrı seni Dilek'in hışmından korur!
:::::::::::::::::::
Pastanedeki Kitaplık
Başka bir girişimcilik örneği... Gazetede gördüğüm bir fotoğraf...Yan yana oturmuş altı genç kız... Ve fotoğrafın altındaki yazıyı aynenaktarıyorum. Başlığı, Pastanedeki Kitaplık.
Ihlamurkuyu'da bir eczanede çalışan Filiz Özkan, civarda birkitapçı ve kitaplık bulamamanın acısını duymuş önce. Ardından, Böylebir kitaplığı neden biz kurmayalım, diye düşünmüş. Arkadaşlarıyla biryer aramışlar. Civardaki Ecem Pastanesinin sahibi destek olmuş kendilerine. Buyrun gelin pastanenin bir köşesini kitaplık yapın, yüceliğinde bulunmuş. Ve alelacele bulunan kitaplarla Ihlamurkuyu'ya ilk kütüphane Ecem Pastanesinin içinde kurulmuş.
Kutluyoruz Ihlamurkuyu'nun 21. yüzyıla layık gençlerini.
Sadece kendilerini değil, yaşadıkları toplumu da aydınlatan gençlerbunlar.
Bu bağiamda bir kitapçı dükkanından söz etmek istiyorum. Bildiğiniz gibiülkemizde kitapla uğraşmak Don Kişot'lukla eşdeğer tutuluyor,öylesine düşük bir okuma oranımız var. Hele de taşrada olanların işleriiyice zor. Arna kitaba gönül vermiş oianlar, bile bile bu işe girişiyor, savaşım veriyorlar. İşte sözünü etmek istediğim böylesi birkitabevi.
Mersin'de yıllardır uğurlu kalem ve kağıtlarımı aldığım bu kitabevininadı Bookstore. Sahipleriyse gencecik bir karı koca. Bülent ve NerminGülenler çifti. Bu kitabevini benim için özel kılan, tüm olumsuzluklarakarşın işlerine olan sevgileri ve gösterdikieri özen.
Ne yapalım, kitap satmıyor, diyerek kitapları tozlu kümeler halindeyığmak yerine, sermayelerini zorlayarak ellerinden geldiğince hoşbir ortam yaratmaya çalışıyorlar ve başarılı da oluyorlar.
Bir kere o küçük sevimli dükkanları için vitrin düzenlemesi yapıyorlar.Vitrinin alt kısmını dövme bakırla kaplamışlar, böylece ilk bakıştadeğişik ve düzgün bir güzellik sergileniyor. İçeri girdiğinizde, kitapların özel olarak ısmarlanmış ahşap raflara yerleştirilmiş olduğunugörüyorsunuz. Bir ticarethaneye değil de, bir evin özel kütüphanesine girdiğinizi sanıyorsunuz.
Dükkanın bir köşesinde kahve makinası var. Kitapları inceleyenlerekahve ikram ediliyor. Sürekli çalan hafif bir müzik size, hoşgeldiniz, diyor sanki. Müzik seti kasanın yanında. Genç karı koca DJ'lik yapıyorlar, kitap satışının yanısıra. Gelen kitapları okuyorlar. Bir kitabı sorduğunuzda, uzaydan gelmiş gibi yüzünüze bakakalmıyor, tersine size fikirveriyorlar.
Böylece o sevimli kitabevine girdiğinizde, ahşap rafların sıcak görünümü,bir fincan taze kahvenin kokusu ve yumuşak bir müziğin eşliğinde kitaplarıincelerken, işine saygısı olanların nerede olurlarsa olsunlarnasıl bir fark yarattıklarını ve girişimlerine nasıl bir renk kattıklarını düşünmeden edemiyorsunuz kendi kendinize.
Şimdi okuyacağınız mektuptaysa, arkadaşlarıyla yolları ayrılsa daamacına giden yolda kendi başına yürüyebilen, yani bağımsız olmayıöğrenmiş girişimci bir gencimizi bulacaksınız.
Ben hayatımın amacını keşvettiğimde henüz lise birdeydim.O sıralarda çok değer verdiğim bir kimsenin başına gelmiş olanüzücü bir olay beni çok sarsmıştı. Tam bir bunalımın eşiğindeydim.Üstelik bu bunalımdan nasıl kurtulacağımı da bilmiyordum.İşte böyle kendimi çok ümitsiz hissettiğim bir dönernde içimdekiinsan sevgisinin farkına vardım. Beni en çok mutlu eden insanlarıngüleryüzleriydi. Üstelik bu gülen yüzlerde benim de bir katkımolduğunu biliyorsam, mutluluğum iki kat artıyordu. Bu durumdakendimi unutmak için başkalarına yardım edebilirdim.
Önceleri bu fikir benim için biraz soyut bir kavramdı. Kimeyardım edecektim? Nasıl yardım edecektim? Bunun gibi birtakımsorular uzunca bir süre kafamı kurcalamaya devam etti. Sonrabir gün izlediğim bir televizyon programı kafamdaki soruları birdenbireaydınlatıverdi. Kimsesiz ve yardıma muhtaç çocuklar için çalışacaktım.
Artık kafamdaki düşünceler yerli yerine oturmuştu. İştehayatımın amacını bulmuştum. Birçok kişi bunun sadece birgençlik düşü olduğunu zannedebilirdi ama ben bunun doğruolmadığını çok iyi biliyordum ve bu da bana yeterdi.
Üniversiteye başlar başlamaz kafamdaki planı hayata geçirmek içinharekete geçtim. Ve Kasrmpaşa Çocuk Yuvasına gitmeye başladım.Başlangıçta bu işe girişen üç kişiydik. Ne var ki,çok güvendiğim iki arkadaşım yolun yarısında beni yalnız bıraktılar.Onlara göre bu bir zaman kaybıydı. Onlar kendileri için birşeyler yapmak istiyorlardı. Elbette önceleri çok sarsıldım amadaha sonra kendi kendime dedim ki, Hayatta her zaman yanındabirileri oJmayacak. Bırak herkes nasıl mutlu oluyorsa, öyleyaşasın. Onları da oldukları gibi kabul et ama sen asla hedefindeşaşma. Böylece yoluma yalnız başıma ama daha güçlü olarak devam ettimve hala da etmekteyim.
Amacım için çalışırken beni en çok üzen ne oldu biliyormusunuz? lnsanların başkalarının sorunlarına, mutsuzluğunaolan duyarsızlıkları... Yaptığım işi kime anlatsam, aldığım tepkihep aynıydı. Ne kadar güzel, seni kutlarım. Ama hepsi bukadar. Kimse bana, Ben de bir şeyler yapmak istiyorum. Gel birlikteçalışalım, demedi. Durum böyle olunca ben daha çok hırsladım. Vekimsenin, en azından benim çevremdeki insanların yapmadığını mutlakave ne pahasına olursa olsun yapmaya karar verdim.
Evet, işte benim amacım. Bugüne kadar amacımı böylesineaçık olarak kimseyle paylaşmamıştım. Ama sizi kendime çokyakın hissediyorum, bu nedenle yazdım.
Ne mutlu sana! Yıllar sonra geriye dönüp baktığında güldürdüğünyüzleri anımsayıp, Hayatım boşa geçmedi, diyebileceksin.
Ve bu bölümde konuştuklarımızı toparlamak gerekirse. çocuğumuza,
-onu içten güçlü kılacak öğeleri verebilmişsek,
-bunları görerek, deneyerek, yaşayarak özümsemesini sağlayabilmişsek,
-hayatına sosyal boyutu da katması için destek vermişsek, bağımsız vegirişimci olabilmesi için yüreklendirmişsek,
-ve tüm bu sayılanları çok kısa biçimde ifade etmek gerekirse,
-hayatın terazisinde nelere sahip olduğuyla değil, nasıl bir insanolduğuyla ölçüleceğini anlatabilmişsek,
işte o zaman gönül rahatlığıyla, değerli bir insan yetiştirme çabasıiçine girdim ve elimden geleni yaptım, diyebileceğiz.
:::::::::::::::::::
Gençliğimizi yaşamamızı engetlemeyin lütfen
Bu bölümü, şu ana kadar tartıştıklarımızı çok güzel biçimde toparlamışolan bir mektupla bağlamak istiyorum.
Canım annem ve babam,
Sizlere,
Önce bana hayat verdiğiniz ve bu yaşa getirdiğiniz için,
Büyük, küçük hertürlü ihtiyacımı karşılayıp, gerektiğinde
Kendi ihtiyaçlarınızdan fedakarlık ettiğiniz için,
On iki milyon ödeyip dersaneye gönderdiğiniz için,
Kitap almak istediğim vakit parayı esirgemediğiniz için,
Arada sırada yalanlarımı yakalasanız da, beni fazla bozmadığınız için,
Üzgün olduğumda beni teselliye çalıştığınız için,
Evde bas bas söylediğim şarkılara katlandığınız için,
Yaptığım ne idüğü balirsiz yemekleri ilkyardırıı ya da acilmüdahale aramadan ve yüzünüzü ekşitmeden yediğiniz için,Bulaşık yıkarken kırıp dökmeme, oıtalığı dağıtmama aldırmamayaçalıştığınız için,
çok çok teşekkür ediyorum.
Şimdi de aslında yazması ve anlatması zor ama gerekli alanşikayet listeme gelelim. Aşağıdakiler tüm gençliğin ve benimanne babalardan yakınma nedenlerimiz ve bulduğumuz kusurlar.Eğer biraz aşırıya kaçtıysam şimdiden özür dilerim.
Öncelikle, kitabınızda yazdığınız gibi elalem ne der, korkusu,
Çocuklarınızı şununla bununla kıyaslamanız,
Mükemmel olmamızı istemeniz,
Aslında en önemli ve üzücü olan, bize çocuk, toy, bilgisizgözüyle bakıp hem güvenmemeniz, hem de ciddiye almamanız,
Bir şey yapmak istediğimiz zaman bizim duygu ve düşüncelerimizihesaba bile katmadan, kendi görüşleriniz doğrultusundahareket etmemizi istemeniz,
Kendi ideal, görüş, düşünce ve adetlerinizi bize de zorlakabul ettirmek istemeniz,
Kararlarımıza saygı duymamanız,
Haberleri dinleyip, gazeteye iki dakika göz gezdirmektenbaşka bir okuma, öğrenme çabası içinde olmamanız,
Hem bize yapma deyip, hem de kendiniz, üstelik gözümüzün önünde yapma,dediklerinizi yapmanız (sigara gibi),
Arkadaşlara ne kadar gereksinimimiz olduğunu, içindebulunduğumuz dönemin ne kadar zor bir dönem olduğunu bilmediğinizgibi öğrenmeye de çalışmayıp, arkadaş okulda kalır, demeniz,
Bizim sizleri başkalarının yanında mahçup etmemeye özengöstermemize karşın sizlerin bizi herkesin yanında eleştirmeniz,
Hem ders çalış, diye ısrar edip, hem de iş yapmaktan, banayardım etmekten kaçmak için, ders çalışıyorsun, demeniz,
Sen ne anlarsın, demeniz,
Sporu sadece eğlence ve zaman kaybı olarak görmeniz,
Bizim de kendimize göre duygu, düşünce ve ayrı bir dünyamız,
Bir çevremiz olduğunu kabul etmemeniz, Tabuları kırmaktaki yüreksizliğiniz,
Arkadaşlarla birlikte olduğumuz ya da evden uzakta olduğumuzda, şusaatte git, şu saatte gel, oyalarıma,
Dikkatli ol (bu normal ama fazlası sıkıyor) ya da kiminle,nasıl, nereye, niçin gidiyorsun gibi sorularla dedektifçilik oynayarak hevesimizi kursağımızda bırakmanız,
Zamane gençliği ne olacak, bunlardan ne köy olur, ne kasaba; ay,bunlar mı ileride memleketi yönetecek, vb. gibi sözler söylemeniz,
Toplantı, çay, parti, gezme, konser, sinema, tiyatro, spormüsabakaları gibi etkinlikleri safsata olarak görmeniz ve oralarıtehlikeli yerler, ne olur, ne olmaz, evlenince kocanla gidersin; kız başına olmaz, ağabeyin gelirse olur; ben senin arkadaşlarınagüvenmem hepiniz aynısınız zaten, gibi gurur kırıcı ve sinir bozucusözler söylemeniz,
Ve son olarak da, arkadaş veya evlatlar arasında cinsiyetayrımı yapmanız yok mu, bir bilseniz bizi ne kadar üzüyor tümbunlar.
Tüm bunlara dayanarak ve sizleri kırmayacağımı umarakanne babalara sesleniyorum.
Sevgili anne ve babalar,
Biliyoruz, sizlere çok şey borçluyuz. Arasıra anlaşamayız,hatta birbirimizi üzebiliriz de, ama inanın sizleri çok seviyoruz.Onun için bazı isteklerimizi gözardı etmeyip, lütfen aşağıdakileriokuyun.
Önce babalar, lütfen şu otorite ve disiplin amacıyla sevginizigöstermeme alışkanlığınızdan vazgeçin. Başkası şöyle der, lafeder; öyle giyinme, o kız ya da o çocuklarla dolaşma: çok gülme, baksonra fena olur, demeyin, ne olur.
Bir düşünün bu kız ya da oğlan neden böyle davranıyor;
Bunlar hassas çağlar deyip neden bir kitap alıp okuyarak yada bir psikoloğa danışarak bizleri anlamaya çalışmıyorsunuz?
Neden ince de olsa bir kitap alıp, günde hiç olmazsa bir sayfaokumuyorsunuz? Televizyon bağımlılığından kurtulup çevre yada daha eğlenceli, daha ilginç konularla uğraşsanız fena mıolur?
Bizim de sizin gibi kendimize özgü kişiliklerimiz, planlarımız,duygu ve düşüncelerimiz olduğunu kabul edin artık. Bırakın birkonsere gittiğimizde veya ince giyindiğimizde sağlığımızı bizdüşünüp geleceğe hazırlanalım. Emin olun, ilk hastalanışımızdansonra hep kalın giyiniriz. Konser yerine vardığımızda, bunu sizehaber vermeyi, eve erken gelmeyi, izin verin, biz düşünelim.
Arkadaşa ya da kütüphaneye diye çıkıp sinemaya veya kafeye gitmekzorunda kalmayalım. Bu yalanlar aslında bizi öyle hırpalıyor, üzüyorki... Ama bizi yalana mahkum eden sizlersiniz.
Bırakın mesleğimizi kendimiz seçelim. Giysilerimizi, saç şeklimizi veaksesuvarlarımızı da. Düşünün, başarılı bir atlet olsak vemadalyalar alsak, siz bunu evin baş köşesine koymaz mısınız?Koyarsınız.
Anne, arkadaşımın doğumgününe gidebilir miyim, derkenşu sorulara yanıt vermek sizin hoşunuza gider mi? Ne zaman,kimin doğumgünü, ben tanıyor muyum, anası babası kim, nereli,kız mı oğlan mı, nerede oturuyorlar, ne zaman geleceksin, geçkalmak yok ha, bak sonra fena olur; telefonları var mı, erkeklerde gelecek mi? Nasıl ama. Ben bu panikle ne yapayım, ne söyleyeyim.
Sizler bizim her şeyimizsiniz. Bizden daha büyük ve deneyimlisiniz.Bunu biliyoruz ama bırakın da gerektiğinde kendi kararlarımızı kendimizverip geleceğe hazırlanalım. Bizimle ilişkilerinizde sizlerin de birzamanlar genç olduğunuzu ve neler hissettiğinizi anımsayın. Gençliğimizigüzel geçirmemizi engellemeyin lütfen. Unutmayın, sağlıklı gençlik sizinellerinizden çıkacak, sizler yetiştireceksiniz.
Sizleri çok seviyoruz ve bizi dinlediğiniz için teşekkür ediyoruz.
::::::::::::::::::: Ah, Şu İzin Meseleleri
Korkular, kuşkular, karabasanlar...
Bu saydıklarım bir anne babanın yaşamının doğal parçasıdır sanki.Bizler neler, neler kurarız, bir anlatsak dudağınız uçuklar. Hele deçocuklarımız uzaktaysa, gece yarısı birisi dürtmüşcesine uyanıverir,karanlıkta gözlerimizi tavana diker; eşimizi uyandırmamaya çalışarakbir yandan öbür yana döne döne sabahı sabah ederiz. Bunların ayrıntılarınagirmeyeceğim, çünkü şu anda daha düşünürken bile sinirim bozuluyor!
Ama bizler büyüklersek, bizler yol gösterici anne babalarsak, kendimizi frenlemeli, mantığımızı çalıştırarak bu tür kuşkulara esir olmamalı,kısaca söylemek gerekirse -panik yapmamalıyız. (Bu satırları okuyuncakızlarım kimbilir nasıl da kıs kıs gülecekler!)
Çocuklarırrız büyüdükçe işler ne kadar da zorlaşıyor. Onlar küçükkensonuçta sünden tutup parka, sirke götürürdük, olur biterdi. Oysaşimdi büyüdüler, kendi başlarına, kendi arkadaşlarıyla gezmek istiyorlar!
Gezilere, sinemaya, tiyatroya, akşam yemeğine gitmek istiyorlar!!!
Bizleri karabasanlarımızla başbaşa bırakıp gitmek istiyorlar!!!
Eğer bir evde izin tartışmaları başladıysa, bilin ki o evde gençlervar. O, çocukluktan gençliğe adım atınca, doğal olarak bazı şeyleriartık kendi başına yapmak isteyecektir; bizse onu hala lastik pabuçlarının bağlarını bağladığımız şirin ve tombik bebeğimiz olarak görürüz.Ve... çekişmeler başlar.
Geçen kış oynayan Gelinin Babası filmindeki bir sahne kanımcatüm öyküyü özetliyordu. Filmi görmüş olanlar anımsayacaklardır, eğitiminitamamlayıp evine dönen genç kız, evlenmek istediğini babasınayemeğe oturduklarında söyler. Baba önce duymaz, anlamaz ya daanlamak istemez ama kızı kesin biçimde evlenmek istediğini yineleyince yüzünde, eşi de dahil herkesi hayrete düşüren bir ifadebelirir. Bu sözleri söyleyen kızına dehşet içinde bakmaktadır.
Ve bu kez kamera genç kıza babasınırı gözleriyle bakar. Babanınbakış açısından gördüğümüz; sekiz yaşlarında, çilli, saçları örgülü,oturduğu yerden başı ancak masayı aşabilen bu küçük kızın bir yandanağzına lokmasını attığı, bir yandan da o çocuksu sesiyle, Babacığım,ben evlenmek istiyorum, deyişidir. Ve -baba işte bu sözleri söyleyensaçları örgülü küçücük kızına dehşet içinde bakmaktadır.
Güldürerek düşündüren ve azıcık da gözlerin dolarak izlendiği bugüzel filmin özünü oluşturuyordu sözünü ettiğim sahne.
Bazen o kendini seksen yaşında bir bilge kişi zanneder ve terazinintopuzunu kaçırır; bazen de biz onu hala sekiz yaşındaki çocuk olarakgörür, terazinin topuzunu kaçırırız.
Oysa ne seksen, ne de sekiz; on sekizlerinde genç bir insandır artık o.
İşte iki tarafın bu gerçeği görmesi, farkına varması ve kendini buduruma uyarlaması gerek. Anne babaların birincil içgüdüsü evlatlarınıkorumak, demiştik. Zaten tüm davranışlarımızı onlara olan sevgimiz veonları koruma arzumuz yönlendiriyor. Bütün iyi anne babalar böyledir.Ama bir yerde gün geliyor, nasıl onu küçüklüğünde koruyup kollayacakkadar çok sevdiysek, bu kez de onu özgür bırakacak kadar çoksevmemiz gerekiyor.
Gençlik dönemi, çocuğumuzun kendi ayakları üstünde durabilmesi içinyoğun bir hazırlık ve eğitim dörıemi. Bu eğitimi ancak onu bilgilendiripsonra bu öğrendiklerini denemesine izin vererek, bir ölçüdeözgür bırakarak gerçekleştirebiliriz. Onu koruyorum diye dizimizin dibinden ayırmazsak, bu, kuşun, yavrusu düşer diye yuvadan çıkarmaması,ona uçma öğretmemesiyle eşdeğer olmuyor mu?
Bu zor dönemi atiatabilmek için üç büyük adım atmamız gerek.
:::::::::::::::::::
Onları nasıl korkutmuşuz ki...
Gencimiz için en iyisini yapmak istiyorsak önce çocukluğununküçük yaşlarından başlayarak bize güvenmesini sağlamalıyız. Bizlergeri planda kalıp onu uzaktan dikkatle izlemeli, ona öğrettiklerimizi deneme fırsatı tanımalıyız. Sendelediğinde destekvermek için hazır olmalıyız. Gençlik dönemine girdiğindeyse, biz arkadakalıp ona özgürlük ve sorumiuluk vermeliyiz ama bir sorun olduğundabizim onun yanıbaşında olacağımızı bilmeli. Her zaman bize gelebileceğineinanmalı.
Ona bu güvenceyi vermeliyiz.
Sorunlar çıktığında bunlarla önce kendi başetmeye çalışmalı, takıldığınoktada rahatlıkla bize gelebilmeli. Onun karşısında değil yanındaolduğumuzu bilmeli.
Hata yaptığında da yine bize gelebilmeli.
Uyarılarımızı onu suçlarcasına, hatalarını yüzüne vurup, bize geldiğinepişman edercesine değil; yine onun yanında olduğumuzu sözlerimiz vedavranışlarımızla da kanıtlarcasına yapmalıyız.
Özellikle de, babalar duymasın diye neler neler saklanır, bir düşünün.Gazetelerde de okuyoruz. Polis kılığına girmiş adamlar genç kızlarıerkek arkadaşlarının yanında, Evine, babana haber vermemizgerek, diye korkutuyorlar. Değişik olaylardaki genç kızların tümü aynı tepkiyi gösteriyor.
Aman babam duymasın! Ailem duymasın! ve polis kılığına girmişadamın peşine takılıp, karakola diye bir meçhule gitmeyi yeğliyorlar.
Burada bir an durup işin dehşetinin farkına varalım.
Bu nasıl bir terbiye sistemidir ki, kendi ailesi varken, kendiailesine sığınmak varken, çocuklarımız gidip tamamen yabancı birini yeğliyorve o kişi tarafından kaçırılıyor. Bu, o gencecik yüreğe nasıl bir korku salmaktır ki, biz duymayalım, biz bilmeyelim diye her şeyi göze alabiliyor.
Bizlerin açısından ne büyük bir başarısızlık! Demek ki, dayanışmave güven ortamı sağlayamıyoruz ailemizin içinde. Çocuklarımız bizdenbu kadar korkuyorlarsa, bir yerlerde çok yanlış bir şey var demektir.
Neydi az önce sözünü ettiğimiz kızlarımızın suçu? Gazeteden okuduğumkadar, erkek arkadaşlarıyla arabada gezintiye çıkmışlardı. Vearabanın içinde konuşurlarken, kendini ahlak zabıtası diye tanıtan tipler gelmişti. Aslında pek çok genç kız, erkek arkadaşlarının arabasınabiniyor, bazen de tersi oluyor ve birlikte okula, gezmeye gidiyor ya da bir yerde durup, çay içip konuşuyorlar. Bunlar, hele de büyükkentlerde sıkça gördüğümüz arkadaşça manzaralar. Diyelim ki, onlar sevgili.Düzeysiz davranmadıkça, yine söylenecek bir şey yok. Konuşuyor,anlaşıyor, birbirlerini tanıyorlar bir yerde. Hemen damgayı vurmadanönce işin aslını öğrenmek gerek. Önce dinleyip anlamak, olayı yerli yerine oturtmak gerek.
Hepimizin ailelerimizde uyulmasını beklediğimiz kurallar var. Heraile kendince bazı şeyleri hoş karşılar, bazılarıysa karşılamaz. Bu o ailenin özel işidir, kimseye söz söylemek düşmez.
Burada önemli olan kuralları uygularken, bunu çocuklarımızı, gençlerimizikorkutarak yapmamamızdır. Onları dehşete düşürecek biçimde olmamalıdırkurallara uyma. Ailesi tarafından hata olarak algılanacak birdurumda bile bu yanlışını herkesten önce ailesiyle paylaşabileceği birortam yaratabilmeliyiz. Gencin ailesinden korkması çok kötü bir şey.Onun en büyük dayanağını elinden aldınız demektir.
Kendi ailemde yaşadığım iki olay, bundan on beş yıl kadar önceolmuş olsa da, hala hem eşimin, hem benim yüreğime batar.
Kızım ilkokul çağlarındaydı. Yazlık bir yerde kalıyorduk. Hiç unutmuyorum,günlerden pazardı. Birden arkadaşımın telaşlı adımlarlabana doğru geldiğini gördüm. Eğilip kulağıma fısıldayarak, İstersenaşağıya gel. Nilgün düştü, bacağını incitti, deyince hemen yerimdenfırladım.
O devam etti, Babasının ve senin bilmeni istemiyor. Annemebabama söylemeyin, diye ağlıyor ama ben yine de haber vermeye geldim.
Öyle şaşırmıştım ki... Demek kızım canı yandığında, kendince dikkatsizliketmiş olduğunu düşünse bile, Annemi, babamı isterim, diyeceğine, Onlarduymasın, diye ağlıyordu.
Hemen yanına koştuk. O güzel gözlerinden yaşlar boşanıyor, kuşku dolubakışlarla bizi izliyordu. Tabii ki ne bağıran oldu, ne çağıran.Onu teselli edip, sakinleşmesini sağladık. Koşarken çadırları tutan bir kazığa takılmış, kazık bacağına batmıştı. Babası onu kucağına aldı veyukarı taşıdı. O sırada ailesiyfe yemeğini yemekte olan bir doktor dostumuz, eksik olmasın, yemeğini bırakıp Nilgün'e gerekli müdaheleninyapılması için onu kente götürmeyi önerdi. Hep birlikte Mersin'e gittiler.
Yarası temizlenir ve dikiş atılırken, babası yanıbaşındaydı. Döndüklerindesararmış küçük yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Fırtına atlatılmış, olanher zaman olduğu gibi, yemeğinden, uykusundan vazgeçip hastaları içinkoşuşturan gerçek hekim, dostumuz Özcan Özçürümez'in ailesiyle yediğipazar yemeğine olmuştu.
Fırtına atlatılmasına atlatılmıştı ama kızımızın, Onlar duymasın,diyerek ağlaması bizleri derin derin düşündürmüştü. Geçen zaman içindebelki o bizi bağışlamıştır ama biz kendimizi bağışlayamadık ve buolayı anımsamak içimizde hep bir burukluk yaratır.
İkinci olay. Yatılı bir kız okulunda eğitim gördüğünden kızımın pekfazla sayıda erkek arkadaşı yoktu. Bu nedenle onu genelde kız arkadaşları arardı. Bir gün yine telefonda konuştuğunda, babası, Arayankimdi? diye sorunca panikleyip, Işıl, deyivermiş. Oysa konuştuğu yineaynı okulun erkek bölümünde okuyan bir erkek arkadaşı. Meğer babasıtesadüfen paralel telefonu açıp, erkek sesini duymuş da ondan sorarmış.
Böylece evde bir süre için hava gerginleşti.
Kızımla konuyu konuştuğumda üzüntüden değil, hırsından gözleridolmuştu. Babamın sesini duyunca öyle bir korktum ki, hiç düşünmedenyalan söyledim, oysa bilirsin ben yalan söylemem, diye öfkesinidile getiriyordu. Üstüne üstlük yalan söylemesine hiç gerek yoktu, çünkütelefonda konuştuğu nihayet bir okul arkadaşıydı.
Demek ki, biz kızımıza bunu rahatlıkla bize söyleme güvencesinide verememiştik. Hata onun değil, bizimdi. Kimbilir farkında olmadan yaptığımız daha nice hatalar var. Ben bunları günah çıkarmak içinyazmıyorum. Bizim bundan on, on beş yıl önceki kafamızla yaptığımızhataları, yapılmaması gereken örnekler olarak ortaya koyup yinelenmemesiiçin yazıyorum. Geleceğin anne babalarının çocuklarını boşu hoşunaüzmemeleri için anlatıyorum. Çünkü inanın bunları itiraf etmek, yıllarsonra bile olsa, insana acı veriyor.
:::::::::::::::::::
Çocuklarımız da bizi eğitir
Zaman içinde kızlarımız bizi eğittiler. Küçük kızımız karışık eğitimyapan bir okulda okudu. Bu nedenle, kız arkadaşlarının yanısıra erkekarkadaşları da arıyordu onu. Ödev alıp vermek için evimize geliyorlardı.Üniversite sınavlarına hazırlanırken karışık gruplar halindeçalıştıklarından kah bizim evde, kah başka bir arkadaşın evinde toplanıpçalışıyorlardı. Böylece biz de giderek erkek çocukların varlığına alışırolduk. Onları tanıdık. Akıllı, dürüst, efendi çocuklardı hepsi. Şimdi herbiri eğitimini başarıyla tamamlayıp, hayata atılmış genç insanlar.
Kızlarımızın hem kız, hem erkek arkadaşları, onlara şöyle bir baktığınızdagöğsünüzü kabartacak ve, Müthiş bir gençlik geliyor, dedirtecek cinstengençler. Tıpkı bu kitaba mektup yazanlar ve daha niceleri gibi.
Ve... yıllar önce bir telefon için kıyametleri koparan bizler, şimdionları yakalayınca bırakmak istemiyor, Eee, daha daha nasılsın, anlatbakalım, diye lafı uzatıyıor da uzatıyoruz. Nereden nereye...
Bizim çocuklarımızı eğittiğimiz gibi, onların da bizi eğittiğini kanıtlayanbir başka telefon olayını buraya eklemeden edemeyeceğim.
Bir akşam yemeğinde, rahatlıkla aydın insan ve iyi baba olarakniteleyebileceğim dostumuz, birkaç gün önce oğluyla arasında geçen birkonuşmayı bize aktarıyordu.
Bugünün gençleri bir başka. Bakın geçen gün ne oldu. Bizimoğlanı kızlar sık sık arıyorlar. Bir ikisi de bana denk düştü. Akşam evegeldiğinde, Seni falanca aradı, hadi gene iyisin, diye bu işlerden anladığımı ima edince, bana bir kızdı, bir kızdı. Ne biçimkonuşuyorsun baba, onlar benim arkadaşlarım, diyerek bana böyle imalıkonuşmamam gerektiği konusunda bir de konferans çekti. Baktım söylediklerinde çok ciddi; bir utandım azizim, bir utandım.
Arkadaşlar gülüştüler, Desene senin oğlan sana ders verdi, dediler.
Hem de nasıl, diye mahçup mahçup gülümsedi. Bizim zamanımızdaböyle arkadaşlıklar yoktu. Onun için bizi bir kız arasa, nelereyorardık nelere. Bugünkülerin arasındaysa gerçekten güzel dostluklarvar. Aralarında birbirlerini beğenenler yok mu, elbette var ama kızerkek arkadaşlığını saygın bir çizgiye oturtmuş oldukları da bir gerçek,dedi ve ekledi. Baksana bu yaştan sonra bizi bile eğitiyorlar. Azizim, çok güzel bir gençlik yetişiyor.
Ve yine aynı babanın kızıyla ilgili bir öyküsü. Kızı ehliyetini aldıktanbirkaç ay sonra bir gün nasıl olduysa önünde giden arabaya fena haldeçarpmış. İşin kötü tarafı, çarptığı otomobilde kabadayı tipler varmış.Hep birlikte karakola gidilmiş. Arkadaşımız da olayı bu kabadayılardangelen bir telefonla öğrenmiş. Telefon görüşmesiyse şöyle gerçekleşmiş:
Abi, ben filan filan. (Arkadaşımız hemen kim olduklarını tanımış.)Küçük bir kaza oldu. Senin kızınla çarpıştık. Merak etme ama karakolakadar gelsen iyi olur. Yalnız, geldiğinde bacıma kızma, çünkü o şimdiburada babama nasıl söyleyeceğim, diye ağlayıp duruyor. Gel de şu işihalledelim, bacım daha fazla üzülmesin.
İşin komik yanı, genç kızın kabadayılarla başının derde girebileceğiniumursamaması, buna karşın babama ne diyeceğim, diye ağlamasıydı. O kadarki, kabadayılar kıza acımışlar ve babasıyla arasına girerekonu kollamışlardı. Demek ki, hani o efendi kabadayı denenler vardır ya, bu kişiler öyle birileri olmalıydı. Nitekim dostumuz hemen karakola gitmiş, sorunu aralarında çözümlemişler ve tabii ki o da kızına bağırıpçağırmamıştı.
Hem dostlarımızın, hem de bizim örneklerimizden ders alarak;daha işin başında çocuklarımızın bize güvenmesini sağlayabilseydik,onları korkutmasaydık, bir sorun olduğunda çekinmeden bize gelmelerinisağlayacak ortamı yaratabilseydik, arkadaşlarını tanımak için esneklikgösterebilseydik, bugünkü noktaya tüm bunları yaşamadan da gelebilecektik.Bütün anlatmak istediğim bundan ibaret.
Bunları yazıyorum da şimdi mükemmel miyiz? Ne yazık ki, yine devarmak istediğimiz yerde değiliz. Hala hatalar yapıyoruz, hala eksiklerimiz var. Bunu görebiliyor, daha doğrusu hissediyorum. Ama enazından gayret ediyor, öğrenmeye çalışıyoruz.
Kendi hesabıma bu kanıya varmamın nedenini de söyleyeyim.Geçenlerde kızımızdan, Canlarım benim! diye başlayan bir kart aldık.On yıl önceki kafamızla herhalde bu hitap şeklini laubali bulur, hemenbir konferans çekerek onu uyarırdık. Ama şimdi bunun uzaklardangelen özlem dolu, sevgi ve yakınlık dolu bir sesleniş olduğunu ayırıedebiliyoruz.
Kalın çizgilerde değil, daha ince çizgilerde; duygularımızı,sezilerimizi de işin içine sokarak, duyarlılığımızı geliştirerek, tekboyutta değil, çeşitli boyutlarda düşünebiliyoruz.
Ve işte o zaman, onları anlamaya başlıyoruz.
Bize özgü o engebeli patikada düşe kalka ilerlemeye çalışıyoruz.Önemli olan düşmek değil, yeniden ayağa kalkıp devam edebilmek.
Anne babalar olarak çocuklarımıza karşı en önemli ödevimiz, onları iyive değerli insanlar olarak yetiştirebilmek, onları mutlu edebilmekiçin, önce kendimizi eğitmek ve yetiştirmek olmalı. Hatalar yapabilirizama yanlışlarımızdan ders alıp yine denemeli, eleştirilere, yeniliklereaçık olmalı ve çocuklarımıza kulak vermeliyiz. Ancak böyle aşama yapabiliriz.
Evet, ne diyorduk, cezalandırılacağını bilse bile bize gelebileceğibir güven ortamı yaratmalıyız. Gencimizi her türlü tehlikeye karşı ancakona bu güven duygusunu vererek koruyabiliriz. Eğer ceza verilmesigerekiyorsa, bunun mantıklı, akılcı ve suçuyla orantılı olmasına özengöstermeliyiz. Bu konuyla ilgili olarak yine dönüp uzmanlar ne diyorlar,bir bakalım.
Uzmanların gözlemlerine göre, bizler sevgiyle disiplinidengeleyemiyormuşuz. Oysa sevgiyle örülmüş, sevgiyle dengelenmiş disiplin nekadar önemli...
Çocuklarımız, gençlerimiz elbette hatalar yapacaklardır. Öğrenmenin,büyümenin bir parçasıdır yanlışlar. Sanki bizler, şu yaşımızda hatayapmıyor muyuz? Onlardan bizim yaşımızın davranışlarını bekleyemeyiz.Henüz öğrenme sürecindeler. Yanlış şeyler yapacaklar ve belki debu hataları öylesine yineleyecekler ki, cezalandırılmaları bile gerekecek ama burada önemli olan, bizim bu hatalar karşısındaki tutumumuz vetavrımız.
Yapmaması gereken bir şey yaptığında tavrımız dünyanın sonu gelmiş gibigürüldeyerek üstlerine yürümek ve abartılı cezalar vermek şeklinde olmamalı.Bu olaydan ders alarak yoluna devam etmesini; neyindoğru, neyin yanlış olduğunu anlamasını sağlamak olmalı. Uyguladığımızdisiplin sevgiyle örülmüş, sevgiyle dengelenmiş olmalı.
:::::::::::::::::::
Dinleyip anlamadan Hayır dememeliyiz
Birinci adımımız sevgiyle dengelenmiş disiplin vererek güveninikazanmaksa, ikinci adımımız onu eğitmek ve çeşitli konularda uyarmakoluyor. Bunun yolu da karşılıklı konuşmaktan geçiyor. Yine uzmanlarakulak verelim.
Uzmanlar, çocuklarımızın bizimle rahatça konuşmalarını engellediğimizisöylüyorlar.
Gençlerimizse, bizimle rahatça konuşabilmek istediklerini yazıp duruyorlar.
Ve artık, kaçıncı kez bilemeyeceğim, uzmanlarımızla gençlerimiz aynıyerde buluşuyorlar.
Şimdi hepimizin başlıca korkusu, Ya çocuğum yanlış yollarasaparsa... dır, öyle değil mi? Uzmaların içimize sular serpecek bir gözlemi var bu noktada.
Çocuk, doğru düzgün, belli ahlak kurallarına uyulan bir aile ortamındayaşıyorsa, örnek olarak alabileceği bir ana babası ya da tek ebeveyni ya daona yakın olan bir büyüğü varsa, evde huzurlu bir ortam hakimse (ufak tefekatışmalar bunun dışında tabü ki), çocuk sevildiğini, ailesi için değerliolduğunu bilirse;
kendine saygısı olan, iyi ve kötü kavramları kafasının içinde gelişmişbir birey olarak yetişecek; kendine saygısını yitirebileceği yollarasapmayacak, uygunsuz arkadaşlar seçmeyecektir,
diyor uzmanlar. Ve ekliyor William Lyon Pheps. Çocuklar gününbirinde ana babaları gibi olmak istiyorlarsa, o ailede fazla bir sorun yok, demektir.
Ama tüm bunların altını çizebilmek, ayrıntılarına girebilmek için birhoşgörü ortamı yaratmalı, çocuğumuzlu aramızdaki iletişim kanallarınıaçık tutmalıyız. Onun bizimle her konuda konuşabilmesini sağlamalıyız.Ve anlattıklarını dinlemeli, hayatındaki olaylara, duygularına, düşüncelerine duyarlı olmalıyız.
Ve o bize böylesine açılınca, biz de ona kendi düşüncelerimizi,öğretmek istediklerimizi aktarmak, yol göstermek fırsatını yakalayabileceğiz. Kısaca, kaleyi içten fethetmemiz gerekiyor. Gencimizbize ne denli yakın olursa, bizimle ne denli rahat konuşabilirse, biz de ona o oranda yakın olabilecek, onu koruyabileceğiz.
Üçüncü adımsa, ona özgürlük tanımaktır. Yaşına uygun isteklerineizin vermeliyiz. Vermeliyiz ki, ona öğrettiklerimizi yaşayarak, deneyerek özümlesin.
Sorumluluk alarak kendi ayakları üstünde durmayı öğrensin. Bunlarıbizim yanımızdayken, bizim denetimimiz altındayken öğrenirse, uzaklara,diyelim üniversite eğitimi için başka bir kente gittiği zaman kendiniidare edebilecek, koruyacak, kendi ayakları üstünde duracaktır. Gençlerimiz bunun farkında. Daha önceki bölümlerde okuduğunuz mektuplarda daşimdiden sorumluluk alarak, kendilerini geleceğe hazırlama arzusu sıkçadile getiriliyordu.
Uzmanlar, gençlerimize sorumluluk vererek, bir ölçüde özgür bırakarakhayata hazırlamamız gerektiğini söylüyorlar.
Gençlerimiz hayata hazırlıklı olabilmek için sorumluluk almak, belliölçüler içinde özgür olmak istiyorlar.
Böylece, bu konuda da gençlerimiz ve uzmanlarımız birleşiyorlar.Ve aynı konuyu vurgulayan bir mektup ve gözlemler...Problemim tümüyle anlayışsızlık. Annemle babamın benisevdiğine eminim ama bunu özellikle düşüncelerime, amaçlarıma, fikirlerimeyansıtacakları hoşgörüde göstermelerini bekliyorum. Olaylara bir antık dabenim gözümden baksalar, ne olur?
Kimi zaman geliyor ki, yapmayı düşündüğüm bir şey hakkındafikirlerini almak istememe rağmen önyargılı tutum içinegiriveriyorlar. Ben de tepkileri karşısında şaşırıyorum ne yapacağımı.Kabul! Eğer bir hatam varsa (ki bu çok doğaldır) bunu benimgörmeme ve kararımı verip kendi doğrularımla yön vermeme fırsattanısınlar. Kestirme yoldan onların dediklerini kabullenmeden,ama her görüşü, her öneriyi gözönünde tutarak daha sağlıklı adımatmamda yardımcı olabilirler.
Bir de onların da hataları olabileceğini kabul etmeleri gerek.Ve önemli olan, bunu ben söylediğim zaman farkedebilmeleri.Yanlış da olsa, doğru da olsa beni dinlemeliler. Dinlemeliler ki,değişen huylarımı, fikirlerimi, beni daha iyi tanıyabilsinler. Böylecesıkıntılı ruh hali içinde bunalmaz, oflamadan, terslemeden birbirimizekatlanabiliriz. Öyle değil mi?
Bu konu üzerinde daha fazla ilerlemeden sıkça yaptığımız bizeözgü hatalar üzerinde biraz duralım isterseniz. Gençlerimiz bizden alışılmışın dışında bir şey istediklerinde eğilimimiz çoğu kez; Hayır,deyip izin vermemektir. Hadi, hadi itiraf edelim, çoğumuz böyle yapıyor.
Neden acaba?
:::::::::::::::::::
Kestirmeden Hayırların ardındaki bahaneler
Gerçekten geçerli nedenleri bir kenara koyup, aslında pekala daizin verilebilir durumlara bir göz atalım. O meşhur korkularımız nedeniyle sırf izin vermemek için bahaneler arkasına saklanıyoruz gibime geliyor. Bu bahaneleri üç grupta toplamak mümkün.
Biz böyle gördük, böyle terbiye aldık. Bizim zamanımızda gençlerbüyüklerinin karşısına geçip, sen de sen, ben de ben, konuşmazlardı.Bizim zamanımızda...
Sen böyle habire sokakta gezersen, işimiz iş. Ne der alem? Adınçıkar, kimse almaz seni.
Orası kalabalık, çok tehlikeli. Hem konserlerde insanlar eziliyor.Bomba momba da atılır maazallah. Otur oturduğun yerde...
Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım ve düşünelim. Biz bu izinleri bugerekçelerle vermezken, gerçekten böyle mi olması gerekiyor, yoksakoşullandırıldığımız biçimde davranmak mı daha kolayımıza geliyor?Benim zamanımda böyle şeyler yoktu, diyoruz ama durup düşünürsek,zaman değişti. Geçmişte yaşayamayız. Günümüze ve günümüz koşullarınave diğer gençlere tanınan haklara bakıp, bunu akıl süzgecindengeçirerek, çocuğumuza zarar gelmeyecekse, izin vermek zorundayız.Zamanla uyum sağlamak istemiyoruz diye bunun bedelini çocuğumuzaödetmeye hakkımız yok.
Bir okul çayında gördüklerim hiç aklımdan çıkmaz. Sene sonuyduve okul çayı düzenlenmişti. Öğretmenler öğrencilerle beraber okuluntoplantı salonunu süslemişler, yiyecek içecekleri hazırlamışlardı. Okulunorkestrası çalacak, gençler dans edeceklerdi. Biz velilere degörev verilmişti. Herkes kendi mahallesindeki çocukları toplayıp okula bırakacak, sonra da gelip alacaktı.
Öğrenciler gülüşe konuşa geliyor, biletlerini alıp salona giriyorlardı.Müzik sesi bahçeye kadar taşıyordu. Görevimi tamamlayıp, tam çıkmaküzereydim ki, bahçedeki ağacın altında tek başına oturan bir gençkız gördüm. Arada bir arkadaşları yanına geliyor, biraz oturuyor, sonra tekrar dans etmeye içeri gidiyorlardı. Bu arada başka bir arkadaş beliriyor, sanki nöbeti devralıyordu.
Daha sonra öğrendiğime göre babası okul çayına, orada dans ediliyordiye izin vermemişti. Daha da garibi, okula gidebilirsin ama içerigirip dans etmek yok, demiş ve gelip kontrol edebileceği tehditini desavurmuştu. Bunun üzerine genç kız da çaya gitmekten, doğal olarak,vazgeçmiş. Ama arkadaşları onsuz bir okul çayı olmayacağını söyleyerekçok ısrar edince, gelmiş ağacın altına oturmuştu. Sınıf arkadaşlarıda bir dayanışma sergileyerek onu yalnız bırakmamaya özen gösteriyorlardı.
Ve, bu kız sınıf birincisiydi!
Belki babasının zamanında okul çayları yoktu ve o hiç gitmemişti.Ama bugün her okul, her sınıf böyle çaylar düzenliyor; gençler eğleniyor,dans ediyor, hatta öğretmenlerini bile dansa kaldırıyorlar. Hiç kimseyezararı olmayan bir eğlence. Herkes izin alıp gelebilirken, bu babanın dagünün koşullarına uyup izin vermesi gerekmez mi? Hele de böyle aklıbaşında ve çalışkan bir öğrenciye... Kafasını yormadan, gününkoşullarını incelemeden, kestirme bir Hayır, deyip işin içinden çıkmakkolaycılık olmuyor mu?
Akıllı bir arkadaşım var. Kızı yeni ehliyet almıştı. Pratik yapmak içinarabayı alıp çıkıyordu. Otomobille her çıkışında, o eve dönünceye kadarneler çekiyorum, bir bilsen. Öyle merak ediyorum ki... diye dertyandı ve ekledi. Ama bu duygularımdan ona söz etmiyorum, çünkübu benim sorunum, onun değil.
Merak ederim diye izin vermemezlik yapmıyor. Merak etse de, izinveriyor ve kuşkularını da, bunlar benim sorunum, diye kızına aktarmıyor,kendine saklıyor. Çünkü biliyor ki, izin vermese ya da vır vırsöylense, kızı araba kullanmasını öğrenemeyecek.
Bu benim sorunum, diyen sesi kulaklarımdan gitmez.
Kızım Adana'daki basket maçlarına gitmek ister, bense Hayırıyapıştırırdım. İzin vermememin gerekçesi, Adana-Mersin yolunda çokkaza oluyor diye korkmamdı. Bir iki kez sorduktan sonra artık izin istemez oldu ama içinin gittiğini, maça giden arkadaşlarının dönüşteanlattıklarını bana aktarışından anlamamak mümkün değildi.
Bir gün kendi kendime sordum, Ben neden izin vermiyorum?
Yol tehlikeli de ondan, diye yanıtladı içimdeki ses.
İyi ama, diye sürdürdüm kendi kendimle konuşmayı. Bu kız hergün okula gitmek için Tarsus'a gidip gelmiyor mu?
Gidiyor.
O yol da aynı yol değil mi?
Evet.
E öyleyse, yılda birkaç kez de maç için gitse ne olur? Bana öylegeliyor ki, bunu sen kendin merak etmeyesin, diye yapıyorsun.
Haklı olabilirsin, dedim. Bu konuşmadan sonra da kızımın maçlaragitmesine izin verdim. Ve hele de ilk zamanlarda, o eve dönenekadar bir gözüm saatte, Bu benim sorunum, diye kendi kendimi terbiye etmeye çalıştım.
Daha sonraki yıllarda kızımla, diğer ülke gençleri hakkında konuşuyorduk.Onların yaşamlarındaki sosyal boyutun ne kadar geniş ve çeşitli olduğundansöz ediyorduk. Küçük yaşlardan başlayarak her türlü sporu yapıyor, kurslara,kamplara katılıyorlar, gezilere çıkıyor, ülkeler geziyorlar, kendilerini heralanda deniyorlar, diye anlatıyordu kızım. Sonra içini çekti ve, Ben deyapmak istediklerimin bazılarını gerçekleştirdim. Bunun yanısıra denemekistediğim daha pek çok şey vardı ama nasıl olsa izin verilmez diye dilegetirmedim, dedi. Sesinde sitem yoktu; bir gerçeği olduğu gibi aktarıyordu,o kadar.
Olurdu, olmazdı ama dile bile getirememîşti!
İçim yine cız etti.
Bizler izin verip vermeme konumunda olduğumuzda durup iyicedüşünmeliyiz. Bu izni gerçekten böyle olması gerektiği için mi vermiyoruz,yoksa alışagelinmiş bir yol izlediğimiz ya da kendi kafamızınrahat olması için mi vermiyoruz? Bu soruyu dürüstçe yanıtlayalım ve onagöre davranalım.
Unutmayalım ki, bugün bizim için pek de önemli olmayan bir maç,on dört yaşında bir genç için çok çok önemlidir. Bizim için sonuçtakafa şişiren bir gürültü olan pop konseri, onun genç yaşamında unutulmazbir müzik şölenidir. Kendimizin de bir zamanlar genç olduğunuanımsayıp, isteklerine biraz da kendi geçmişimizin penceresinderı bakmayı deneyelim.
Yıllar, yıllar önce J.J. Rousseau, Hakkı ve kendisine yaraşan zevklerielinden alınan gençler, onların yerine daha gizli ve tehlikeli olanlarınıkoyarlar, demiş.
Yapmak istediklerini gelip bize söyleme cesaretini verelim. Buisteklerin arasında izin verilmesi mümkün olmayanlar varsa, bunu onu korkutmadarı, kırmadan söyleyelim. Çok saçma olanı varsa, onunlaalay etmeden, neden olamayacağını anlataiım. Gerçekleşebileceklervarsa, o zaman da bırakalım yapsın. Böyle özgür bir ortam yaratabilirsek,kimbilir ne ilginç öneriler, yaratıcı fikirler ve girişimcilik arzusudoğacaktır. Baskıcı bir tutumla. bu güzellikleri engellemeyelim. İşte tüm bunları düşünelim ve şu izin meselelerini ona göre ayarlayalım.
:::::::::::::::::::
Delikanlı Bunları Söylemez
Bu arada çocuklarımız ve gençlerimizle ilişkilerimizde gözönünealmamız gereken bir diğer etken, ne onların, ne de bizim mükemmelolduğumuzdur.
Mükemmel iyinin düşmanıdır, diye bir söz vardır.
Çocuklarımızdan kusursuzluk beklememeliyiz. Onları güzellikleriolduğu kadar kusurları ve eksik yanlarıyla sevmeli, kabullenmeliyiz.Hele de yetişirlerken...
Gazeteden kesip sakladığım çok şirin bir yazıyı burada sizlerle paylaşmakistiyorum. Yazının başlığı, Delikanlı Bunları Söylemez.Dün kucağınızda taşıdığınız mini mini oğlunuz, artık bir delikanlıadayı. Onu çok seviyorsunuz, o da size kendi ölçüleri içinde çok bağlı.Oğlunuzun günlük yaşam içinde bazı sözleri ve davranışlarıyla gönlünüzdengeçenleri okumasını istiyorsunuz... Yoo, fazla umutlanmayın.Oğlunuz, size duymak istediğiniz şu sözleri asla söylemeyecektir:
-Anneciğim babacığım sağolun, harçlığımı arttırmanız gereksiz.Zaten siz de zorlanıyorsunuz, ben elimdekiyle idare ederim.
-Pop müzik kasetlerimi ve CD'lerimi arkadaşlarıma dağıttım.Haklıymışsınız, o parçaların gerçek müzikle ilgisi yok.
-Anneciğim bu pazar mutfağa hiç girme. Bırak da ben bir şeylerhazırlayıp önünüze koyayım.
-Doğumgünü partimi bu yıl arkadaşlarımla değil, babamla veseninle kutlamak ve ikinizi dans ederken görmek istiyorum.
-Bu akşam yemekten sonra çıkacağım. Kaan, Şermin ve Mert'lebuluşup klasik müzik konserine gideceğiz. En geç 11:30'da evdeyim.
-Gömleklerimi, pantolonlarımı ütüledim, dolaba yerleştirdim.Çoraplarımı da yıkayıp astım...
-Sınıfın yarısı fast food'cuya gitti ama ben eve döndüm. Sıkı dersçalışmam lazım. Yarınki sınavdan da en yüksek notu almak niyetindeyim.
-Ben odamı derleyip toplarken, istersen sen de günlüğüme birgöz atabilirsin.
-İnsan ayağını yorganına göre uzatmalı. O yüzden bundan böylearkadaşlarımdan borç almaktan vazgeçtim.
Aah, ah, hayal etmesi bile ne güzel, değil mi? Ama biz ayaklarıyere basan, gerçekçi ana babalar olduğumuzdan bu tür beklentiler içinde olmamalıyız. Onu kendinin en iyileriyle değerlendirmeli, şakayla karışık da olsa, böylesi bir mükemmellik listesini ölçüt olarak alıp da, hayatı hem ona, hem de kendimize zindan etmemeliyiz. Tabii bu demek değilki, gençlerimizden beklentilerimiz olmayacak. Onlardan duyarlılıklar,zarif davranışlar bekleyeceğiz. Onları yetiştirmenin bir amacı da bugibi giazel beklentilerden doğuyor. Öğreteceğiz, eğiteceğiz ve bununsonucunu da görmek isteyeceğiz. Ama bunu, onun hemen mükemmeloluvermesini, her an ve her dakika doğru biçimde davranmasını yüksekölçütler koyarak bir mutsuzluk kaynağı haline getirmeden, esnek birtutum izleyerek gerçekleştireceğiz.
Kendimize gelince, evet bizler de mükemmel değiliz ama elimizdengeleni yapıyoruz en azından.
Bir arkadaşım kızıyla tartışıyormuş. Kızı bir şey için izin istemiş, oise düşünüyor, bir türlü cevap veremiyormuş. Sonunda kızı, Haydianne, bir karar ver artık, diye çıkışınca arkadaşım, Üstüme varma!Düşünmem gerek. Sonuçta ben de on beş yaşındaki bir gence ilk kezannelik yapıyorum, diye isyan etmiş.
İşte bizlcr de bu çok içten itirafta görüldüğü gibi ilk kez anne babalarolduğumuzdan, hatalar yapabiliyoruz. Bizler de etten, sinirden yapılmışinsanlarız nihayetinde. İyi günlerimiz olduğu gibi kötü günlerimizde oluyor. Sinirli, sabırsız, beceriksiz, dikkatsiz davrandığımız zamanlar oluyor.
Kısaca, çok çok istememize karşın, sizlere mükemmel örnek anababalar olamıyoruz. Mükemmellik çok uzaklarda bir yerde, bizlerseiyi olabilme savaşımını veriyoruz. Ve sizleri çok ama pek çok; her şeyden çok seviyoruz. Çocuklarımız hayatımızın odak noktasını oluşturuyor.Yaşamımızın ışığı onlar.
Hoş, onlar da bunu biliyorlar. Biliyorlar, çünkü gelen mektuplarıntümünde, beğendikleri, beğenmediklerini sıraladıktan sonra, annemi,babamı çok seviyorum, diye bağlıyorlar yazılarını. Tümünde amatümünde bu sevgi mesajı var. Eh, bu da bize yetiyor.
:::::::::::::::::::
Anababa maskesiyle değil, insan yüzümüzle...
Çocuklarımızın, gençlerimizin kusursuz olmalarını beklemek yerine,onları kendilerinin en iyileriyle kıyaslayalım, kusurları,eksik yanlarıyla da sevelim; bu arada kendimizin de süper anne baba olmamızı beklemeyelim demiştik. Bu konuyu hatalarımızı kabul ederek gençlerimizleböylece konuşalım. Onlar bizden hoşgörülüler. Gençlerimize hatalarımızınsevgisizlikten değil, bilgisizlikten kaynaklandığını itiraf edebilirsek,aramızda çok hoş bir uzlaşma ortamı doğacaktır. Bizler's kayalar gibisert, putlar gibi erişilmez değif; insan yanımızla, insanca zaaflarımız, kusurlarımız ve meziyetlerimizle tanırlarsa, daha doğrusubiz onların bizi olduğumuz gibi görmelerine izin verirsek, birbirimize çok yakınlaşabileceğiz.
Bu onların bize olan saygısını asla eksiltmez, aksine çoğaltır ve aramızdainsandan insanae bir dayanrşma doğar. Onun iyiliğini bu dünyada en çokisteyen ve yaşam deneyimi daha fazla olan kişi olarak bizleronun yaşam boyu sığınacağı bir liman olarak düşünmeliyiz kendimizi.Yelkenlerini rüzgârla şişirip denizlere açılacak, dev dalgalarla kendibaşına boğuşacak, başedemeyeceği bir fırtınayla karşılaştığındaysa hiçduraksamadan sığınabileceği dost bir liman...
Bunu da ancak bildik annelik babalık maskesini bir kenara bırakıp,ona gerçek kimliğimizi, insan yüzümüzü göstererek, üzüntülerimizi,sevinçlerimizi, hatafarımızı, başarılarımızı onunla payfaşarak başarabiliriz.Aramızda gereksiz yere örülmüş kalın duvariar varsa, bunları yıkalım.Gerçek anlamda saygının olması için bu kalın ve sağır duvarlara,sert maskelere aslında hiç gerek yok. Sevgi ve saygıya dayalı bir dostluk ilişkisiyle bağlı olmalıyız birbirimize.
Phyllis McGinley'in annelik konusundaki bir gözlemini nakletmek istiyorum.
Tanrı bilir ya, bir annenin güçfü ve yürekli ve hoşgörülü ve duyarlıve sabırlı ve otoriter ve insanoğlunda olması beklenen tüm diğer yüksekdeğerleri benliğinde toplamış olması gereği vardır! Ama ben tümbuniarın yanısıra esneklik taraftarıyım. Kanımca, gerçekten ender rastlanan niteliklerdendir esneklik. Çocuklarımız küçükken esrıek olmakyararlıdır.
Ama gençliğe adım attıklarında bu tutumun önemi büyük ölçüde,neredeyse şart dedirtecek kadar artıyor. Yetişkinliğe doğru yol alangerıçlerin en büyük isteği özel yaşamlarında rahat bırakılmaktır. Hemruhsal, hem bedensel olarak kendi başlarına olmayı yeğlerler. Üstlerine varılmasından, duygularının ortaya dökülmesinden nefret ederler.Gençlerin özel yaşamlarını didiklemeyen, sürekli sorular sorup her şeyi bilmeye kalkışmayan; onların bazı fırtınaları kendi başlarına atlatabilmeleriiçin konuşmama iradesini gösterebilen ve hepsinden önemlisi verilensırları saklamasını bilen ama bunların anlatılmasını beklemeyen anneler,gençlerin tüm bunları gelip kendiliklerinden anlattıklarını göreceklerdir. Ve onların çocukları bu tutum nedeniyle daha güçlü insanlarolarak ortaya çıkacaklardır. Ya da en azından böyle olmasını umuyor insan!
Ve tüm bu önerileri yansıtırcasına yazılmış üç mektup.
Ben üniversite birinci sınıfta ve hayatı doya doya yaşamayıseven genç bir insanım. Sizi gözümde diğer yetişkinlerden birhayli farklı yapan özelliğiniz, üslubunuzun biz gençlere çok yakınolması; bu da sizin gençliğinizi unutmadığınız, yani ruh olarakyaşlanmadığınız anlamına gelir.
Buna en iyi örnek de, Bir Genç Kızın Gizli Defteri adlı kitabınızayazdığınız önsözdür. İhtiyacınız olduğunda nasıl günlüğünüzebaşvurduğunuz ve o günlüğün özel bir parçanız haline gelişi,ilk okuduğumda beni çok etkilemişti.
Ben dört yıldır, lise birden beri, günlük tutarım. Şimdiyekadar iki ayrı defterim oldu. İlki bir şanssızlık eseri annemin eline geçti ve iki hafta boyunca kavgalarımız oldu. Şimdiki günlüğümböyle bir saldırıya maruz kalmasın diye içinden anneme bölümlerokumama, resimler göstermeme ve gizli saklım olmadığınıima etmeme rağmen, günlüğümün okunduğunu kardeşimdenöğrendim. Artık günlük tutmayacağım. Günlüklerimi saklasındiye, çok güvenilir bir arkadaşıma verdim. Böyle olmasını istemezdim...Ama eğer annem gençliğini unuttuysa ve bu alay kendi başına gelseydi neolurdu, sorusunu sormuyorsa; onu günlüğümü okumamaya ikna etmek faydasızsanıyorum. Bunu annemi suçlamak için yazmıyorum, sadece defterimi okumasıiçin başka neden bulamıyarum.
Günlük tutmanın gerçek olmasa bile o çok güzel hayalinibenim için bir kitabınızda ölümsüzleştirdiğiniz için size minnetborçlu olduğumu düşünüyorum. Benim hayalimde bir Serra'mvar ve o benim için bir günlük tutuyor.
Yine günlük konusunda aynı genç tarafından peş peşe yazılmış iki mektup.
Bir de ailemizin özellikle annelerimizin yaptığı bir yanlış var.O da onca para biriktirip aldığımız ya da hediye edilen cicili bicili defterlere yazdığımız anılarımızın okunması. Size bir anımı yazayım.
Ben yattıktan sonra en az yarım saat yatakta dönüp dururum. Yine öylebir gecede yatağımda uyumaya çalışıyordum ki annem geldi. (Uyuduğumusanıyordu galiba.) Günlüğümü açtı ve okudu. Evet, evet, müthiş güvenkaynağım günlüğümü okuyordu. Oysa ben ona her şeyi söylediğimi sanıyordum.Hem söylemese bile insanın diğer kişilerle paylaşmak istemediği şeyleriolması doğal. (Doğal değil mi?) Annem gittikten sonra günlüğümü aldım veşu satırları yazdım. Aynen aktarıyorum.
Anneciğim,
Bu yazr (sayende) bu günlüğe yazdığım son yazr. Niye mi?Çünkü bu akşam yani ocağın ilk pazartesi günü saat 22:40'daodama geldin ve günlüğümü okudun. Tabü o sırada bendenizuyumuyordum.
İnsanların annelerinden sakladığı binlerce şey vardır, şükretbenim o kadar değil. Belki ileride olur ama sana söylemeyeceğim,çünkü güvenimi yitirdin. Belki bugün karıştırmamışsındırama şimdi okuyorsun.
Vay be! Nasıl da rol yapmışsın! Ben de sana arkadaşımınannesini anlatıyordum. Meğer benim annem de öyleymiş. Kendimeyeni bir günlük alacağım. Öyle bir yere saklayacağım kiimkansız bulamayacaksın. Bulsan bile açamayacaksın, çünküanahtarı bende olacak.
Neyse, bu kadar suçlama yeter. Umarım Allah seni de, benide affeder. Yalnız şunu bil, senin bana yaptığını asla unutmayacağım.
Sevgiler, Kızın
Tabii bu yazıyı yazdıktan sonra içimde acı bir pişmanlık.Yukarıda yazdığım hiçbir şeyi yapmadım. Sorıra da günlüğümeSevgili Günlükcüm diye başlayacağım yerde, Canım Anneciğim diyebaşlayan yazılar yazdım.
Sizden ricam özellikle anneleri bu konuda bilinçlendirin. Böylecene gençlerin, ne de annelerin kalpleri kırılır.
Her iki mektupta da dilekler ve yakınmalar ne kadar zarif birüslupla ele alınmış, değil mi? Şimdi de son mektubu yazan gencin bu kezşakacı bir dille kaleme aldığı ikinci mektubunu okuyun ve bakın nelerolmuş.
Merhaba, merhaba;
Çok sevindim, çok sevindim. Hala inanamıyorum. Şoktayım,mutluyum. Bana kuzenim bile mektup yazmazken siz (ablam, sırdaşım, dertortağım, kahramanım ve artık mektup arkadaşım)yazdınız. Hayatımın en mutlu gününde olmalıyım. Kime sizinbana mektup yazdığınızı söylesem, ya hadi ordan, dediler ya dabirkaç çığlık üst üste attılar. Hele babam akşam telefonla konuşuyordu.Zarfı gösterince yüzünün halini görmeliydiniz. Gözlerinive ağzını öyle bir açtı ki, Alaaddin'in devine benzedi. Ne benzetmeama!
Anı defterim konusunda size bir olay anlatacağım (tabii anlatamam,yazacağım): Bir gün, (sanırım size mektup yazdıktan birkaç günsonra) annemle konuşuyorduk. Annem, Sana bir şey itiraf edeceğim. dedi.Tabii çocukluk içgüdülerimle(!) hemen ne olduğunu anladım. Annemeorada karabasanlar gelirken, ben gülüyordum. En sonunda anı defterimiokuduğunu söyledi. Bunu söyler söylemez, Biliyorum, dedim ve hemenarkasından olayı anlattım. Annem de oldu Alaaddin'in devinin karısı...Şokta olduğunu sezdim ve hemen onurı boynuna sarıldım. Canım annemçok utanmış, Bir daha yapmam, deyip durdu bütün gün.
THE END
Bu mektup az önce konuştuklarımızı ne kadar da doğruluyor...
Buradaki akıllı anne, alışılmışın dışına çıkıp hatasını kabul ediyor,itiraf ediyor, bir daha yapmam, diyerek özür diliyor. Ya genç nasıldavranıyor? Teselli etmek istercesine annesinin boynuna sarılırken, bir yandan da canım annem, diyerek ona olan sevgisini dile getiriyor. Ve yaşanan bu küçük ama insancıl olay onları sanki birbirine daha dayakınlaştırıyor.
:::::::::::::::::::
Yeni bir yöntem: Kazan-kazan formülü
Doğan Cüceloğlu'nun İçimizdeki Çocuk adlı kitabı çok ama çokyararlı bir kitap. Bu eserde İçimizdeki Çatışmaların Yansıması diye birbölüm var ki, biz anne babalar bunu çocuğumuzla tüm ilişkilerimizdeuygularsak hayat hepimiz için daha kolay olacaktır. Hele de şu izinmeselelerinde...
Şimdi Cüceloğlu'nun anlattıklarını kendi koşullarımıza uyarlayarakbir düşünelim. Diyelim, gencimiz arkadaşlarıyla bir yere gitmek istiyor ve bizden izin istedi.
Eğer araştırıp, soruşturmadan, kestirmeden bir Hayır, dersek;biz kazanırız, o kaybeder. Yani çocuğumuz sağsalim dizimizin dibindediye biz huzurlu oluruz ama o, hakkı olan masum bir eğlenceden menedildiği için kendini haksızlığa uğramış ve mutsuz hissedecektir.Kazan-kaybet. (Yani biz kazandık, o kaybetti.)
Eğer gerekli bilgileri almadan izin verirsek, biz kaybederiz, okazanır. O arkadaşlarıyla eğleniyordur eğlenmesine ama bu arada biz de oeve gelene kadar tırnaklarımızı yiyerek, saati gözleyeceğiz.
Kaybet-kazan. (Yani biz kaybettik, o kazandı.)
Oysa arkadaşlarını bize tanıştırmasını sağlarsak, en önce gencimizkimlerle birlikte, bunu bileceğiz. Nereye gidecekler, saat kaçta eve dönecekler, bunları sorup öğrenip, gidi; dönüşü için birliktekarar alırsak, nerededir, ne zaman gelecektir, bunu da bilebileceğiz. Ve tüm bu koşullarda bir sakınca görmeyince (ki normal koşullar aitında çoğukız durum budur) izin verereceğiz.
Ve böylece hem biz kazanacağız, hem gencimiz. Çünkü biz artıkonun Ayşe, Fatma, Murat ve Suat'la, Rumelihisarı'ndaki Sezen Aksukonserine gideceğini, konserin saat dokuzda başlayıp on ikiye doğrubiteceğini biliyoruz. Biz huzurluyuz. O ise, bizim onayımızı aldığındaniçi rahat olacak ve arkadaşlarıyla konserin doyasıya tadını çıkarabilecektir.
İşte kazan-kazan formülü. (Hem biz kazandık, hem o.)
Sadece izin konusunda değil, her konuda uygulayabileceğimiz veuygulamamız gereken bir yöntem.
Ve sıcağı sıcağına bir mektup.
Değinmenizi istediğim en önemli konu izin konusu. Ankara'da oturanon dokuz yaşında (bence on dokuz yeterince büyük) aklı başında bir gençkız olmama rağmen babam hala gece gezmeye gitmeme karşı. Bütünarkadaşlarım çıkabiliyor. Babam bunu korktuğu ve bana zarar gelmesiniistemediği için yapıyor, biliyorum ama bana da yazık değil mi? Zaten bukonuda neredeyse hiç tartışmıyoruz. Babamın her, hayır deyişindetek yaptığım ona yaşımı hatırlatmak ve kötü şeylerin gündüz debaşıma gelebileceğini söylemek oluyor. Tabü ki bir işe yaramıyorama yine de bilsin istiyorum.
İşte kazan-kazan formülünün uygulanabileceği bir durum.
Gençlerimiz tiyatroya, konsere, akşam yemeğine ya da sırf gençlerintoplanıp müzik dinlediği kulüplere gitmek istiyorlar. Aslındabunlar yararlı şeyler. Görgüsünü, bilgisini, yaşama kültürünügeliştiren yaşantılar. Ayrıca o ev-okul-dersler kıskacından kurtulup,kendi arkadaşlarıyla eğlenmek onların da hakkı. Daha önce sözünüettiğimiz yaşamlarına katmak istedikleri sosyal boyuta giriyor tüm buistekler.
Burada bizler gencimize bakacağız. Aklı başında mı? Ona evdeiyiyle kötüyü anlattık. öğrettik mi? Hele de üniversite çağındaysa,büyük kentte yaşıyorsa, tüm akranları çıkıyorlarsa ve yanında onukoruyacak, kavalyelik yapacak erkek arkadaşların da bulunduğu bir grubuvarsa, bağrımıza taş basıp izin vermek zorundayız.
Tabii ki herkes kendini denize atıyor diye biz de kendimizi kaldırıpdenize atmayacağız ama zamanla gelişen bir çizgi var. Her toplumunkendine özgü kaba hatlarıyla beliren çizgileri bunlar. Küçük bir Anadolu kentinde böyle izinler istemek bile abes ama büyük kentlerde artık üniversiteliler geceleri birlikte yemeğe çıkıyorlar, müzik dinliyorlar, konserlere, piyeslere gidiyorlar. Gençliğin çoğunun yaşam biçimi buçizgideyse, gencimiz de artık bu yaşta neyin doğru, neyin eğri olduğunu biliyorsa ve de aklı başındaysa, hiç çaremiz yok, izin vereceğiz.
Ama -önce ondan beklentilerimizi sıralayacağız!
Ve akıllı gençler bu istekleri çocuksu öfleyip, pöflemelerle değil,büyük bir anlayış ve olgunlukla karşılayıp bize hak vererek, bizi tatmin edecek bir tavır içine girecekler.
Önce arkadaşlarını tanımalıyız, kimlerle olduğunu bilmeliyiz.
Ama bu bilgileri edinebilmek için önce biz evimizde hoşgörü ortamıyaratarak, arkadaşlarının bize rahatça gelebilmelerini sağlamalıyız.Surat ederek, gençleri korkutup kaçıracağımıza; güleryüzlü ve sevecenbir yaklaşımla onlarla konuşup, sohbet ederek, bu gençleri tanımayaçalışmalıyız. Böylece bir yere gidecekleri zaman gelip gencimizi evdenalabilmeliler; onlarla nereye, nasıl gidecekleri ve dönecekleri hakkında da konuştuktan sonra içimiz rahat olarak onlara, İyi eğlenceler, dileyebileceğiz, bir başka deyişle kazan-kazanı uygulayacağız.
Gittikleri yeri bileceğiz. Eğer bir ev davetiyse adresi ve telefonnumarasını yazıp bize vermesini isteyeceğiz.
Dönüş saatini birlikte saptayacağız.
Gençlerimize, bunun dedektifçilik oynamak hevesinden doğmadığını; herşeyden önce onun güvenliği için gerekli olduğunu, sonra da birlikteyaşayan insanların bir diğerine karşı sorumlulukları olduğu, busorumluluklardan birinin de aile bireylerinin nerede olduklarını ve ne yaptıklarından bir diğerini haberdar etmek olduğunu anlatmalıyız.Evin babası akşam eve geç kalacaksa, bunu ve nedenini eşine bildirmiyormu? Evin annesi bir işi çıktıysa çocuklarının görebileceği yere bir notbırakarak, nerede oiduğunu ve ne zaman döneceğine dair bilgi vermiyormu? İşte gençlerden de istenen aynı şey.
Bazı haklar istenirken, bu hakların yanısıra gelen sorumlulukları daomuzlayabilmek gerek. Haklar ve sorumluluklar el ele yürüdüğü süreceolgunluk getirir. Sadece hak isteyip sorumluluktan kaçansa daha algunlaşmamış demektir.
Sorularımızı işine burnumuzu sokmak için değil, bilgilenmek ve yardımcıolabilmek için sorduğumuzu onlara sakin sakin anlatmalıyız. Ve yinesözlerimizi davranışlarımızla desteklemeli ve sorularımızı gerçekten buamaç için sormalıyız. Bunu anladıkları an, soru sormamız sinirlerinedokunmayacak ve bizimle işbirliğine gireceklerdir.
Tavrımızın esnek olması, çok önemli. Şu izin meselelerine hafifdokunuşlarla, sakirı bir ses tonuyla, ona köstek değil destek olmakamacıyla değinmeliyiz. Gencimizin üstüne üstüne giderek, onubunaltmamalıyız. Dostça bir üslupla gerekli bilgileri alıp, işi oradabırakmalıyız.
Ondan beklediğimiz olgun davranışa, biz de aynı olgunlukla yaklaşmalıyız.Daha üst düzeyde buluşmalı ilişkilerimiz.
:::::::::::::::::::
İzin konusunda bazı genel kurallar
Gittikleri yeri ya da oradaki insanları gözü tutmazsa derhal orayıterketmesini; dönüşü sorun olacaksa eve telefon etmesini öğütleyeceğiz.
Alkollü bir sürücünün arabasına, en aziz arkadaşı bile olsa binmemesinitembih edeceğiz. Yüzü tutmamak gibi azıcık zeka düzeyi düşük birnedenin ona nelere malolabileceğini hatırlatacağız. Ve yinebizi arayabileceğini söyleyeceğiz.
Alkol, uyuşturucu ve cinsellik hakkında onu çok önceden bilgilendirmişolduğumuzdan bu konuda tekrarlanacak bir şey yok. Tüm bu önlemlerin birpoliscilik oynama hevesi değil, onun güvenliği açısından gerekli olduğunuanlatıp, alınmamasını sağlayacağız; güleryüzle onu kendisine emanetettiğimizi ve aklına güvendiğimizi belirttikten sonra, İyi eğlenceler,diyerek ilk gece iznini vereceğiz. (Laf aramızda, şu halimize bir bakın.Sanki eğlenceye değil de, Somali'ye asker gönderiyoruz. Neylersiniz, anababalık zor zanaat. Bizim gibi çocuklarına düşkün olanlara evlat olmaksa,daha da zor zanaat.)
Biz anlayışlı ve destekçi bir tavır içinde olursak, genç de bu kurallarauyarsa, kısa bir süre sonra kuralları sıralamaya hiç gerek kalmayacak. O,kendiliğinden gelip bize kiminle, nereye gideceğini, ne zaman döneceğinisöyleyecek ve dikkatli davranacaktır.
Bir de üniversite eğitimi için uzaklara gittiğini düşünelim. O zamanda gencimiz evden ayrılmadan onu karşımıza alıp, gerekli uyarılarıyapacağız. Eğitimi boyunca mektupla, telefonla, imkan buldukça dagidip onu görerek bu diyaloğu sürdüreceğiz ve yine o genel çizgiyiaraştırıp, gencimizi arkadaşlarının yanında incitecek yasaklar koymayacağız.
Toparlamak gerekirse, gece izinleri için önce gencimizle karşılıklıiyi niyet havası içinde konuşmalıyız. Onun güvenliği için gerekli uyarılarda bulunmalıyız. Uymasını istediğimiz koşulları yine karşılıklıkonuşarak saptamalıyız. Ve korkularımıza ket vurmasını öğrenmeliyiz.
Tanrı korusun, kazalar gündüz de olabiliyor; uygunsuz insanlargündüz de laf atabiliyor. Bu tür korkularımız nedeniyle bir büyük kentyaşamındaki üniversitelilerin gruplar halinde, kendi temiz arkadaşlarıyla bir yerde bir şeyler yemeleri, eğlenmeleri ya da kültürel bir gösteriye katılmak istemelerini engellememeliyiz.
Herkesin koşulları değişik demiştik. Bazı Anadolu kentlerinde butür izinleri düşünmek bile abesken yine bir Anadolu kenti oian Mersin'dede artık gece izinleri veriliyor. Operada, tiyatroda gençleri görüyoruz,arkadaşlarıyla geliyorlar. Çeşitli lokantalarda doğumgünlerikutluyorlar; gruplar halinde yemek yemeğe, müzik dinlemeye ve dans etmeye gidiyorlar.
Oysa on sene önce bir delikanlıyla bir genç kız çarşıda yan yanayürüseler, tüm dedikoducular tam tamlarını çalmaya başlarlardı. Şimdiysehep birlikte geziyor, eğleniyorlar. Bugünün genç anne babalarızamanın getirdiği değişime uyarak izin veriyorlar. Buna bir de küçükyer olmanın ve ailelerin birbirlerini en az ismen tanımalarının getirdiği rahatlığı da eklersek, günümüz Mersin'inin gençleri on yılöncekilere kıyasla çok, çok şanslılar.
Bir de yaşı daha küçükler; liseliler hatta ortaokuldakiler var. Bukesimin yaşı küçük olduğundan gece izinleri pek o kadar sorun olmuyor;buna karşın gündüz gezmeleri için izinler gündemde.
Ve bu kez de gündüz izinleriyle ilgili yazılmış bir mektup.
Ben on dört yaşında, orta son sınıf öğrencisi bir kızım.Benim sorunum annemle ilgili. Annemi dünyadaki her şeydenhatta bebeğim Tombulavs'dan bile üstün tutuyorum. Fakatbazen onu hiç sevmiyorum. Benim annem hiçbir şeye izin vermiyor.Bir Genç Kızın Gizli Defteri'ni okuduktan sonra gözlüklü deolduğumdan lens kullanmak istedim. Ama annem küçük olduğumusöyledi... On yaşındakilerin bile kullanmasına rağmen benufakmışım.
İkincisi, arkadaşlarım hep birlikte gezmeye pizzacılaragidiyorlar. Pazartesi gelip de hafta sonu neler yaptıklarınıanlattıklarında, gözlerim doluyor. Duygu sömürüsü yaptığımı sanmayınsakın. Bu hele de benim yaşımdaki biri için çok zor. Bazen bana,Sen de gelsene, ya da, Cumartesi bir yerlere gidelim,dediklerinde Hayır gelemem, demek; Neden? diye sorduklarındaysaAnnem izin vermiyor, yanıtını vermek öyle güç geliyor ki...
Arkadaşlarım aralarında konuşuyorlar, Hadi cumartesi günücaddeye çıkalım, yemek de yeriz. Ona da söyleyelim. İçlerindenbirisi, Aaa, ama onun annesi izin vermez ki... Bunları duymakbana büyük acı veriyor.
Anneme göre koca İstanbul'da cumartesi saat ikide benimbaşıma bela gelecek, araba çarpacak, kaçıracaklar kızını. Offf,bunalıyorum.
Bu yaşlarda da bizim dikkat edeceğimiz gitmek istediği yerlerinyaşına uygun olup olmadığıdır. Okul çayları, okul yemekleri, bir arkadaşındoğumgünü, bir piyes, konser, maç, bir cumartesi hep birlikte sinemayagitmek ya da yakında bir yerde yemek yemek, bir pastanede sohbet etmekizin verebileceğimiz yerler. Yaşlarını kendi başlarınagitmek için küçük buluyorsak, gidilecek yer uzaksa o zaman anne babalardanbiri ya da başka bir büyük götürmeyi, bir diğeri getirmeyi üstlenebilir. Böylece nasıl gidip dönecekler sorunu hem onlar, hembizim için ortadan kalkmış olur. Birazcık zahmetli ama madem onlar bizim kıymetlilerimiz diyoruz. bunu sözlerle değil bu tür davranışlarlakanıtlamalıyız.
Kızımın dedesiyle ilgili unutamadığı anılarından biri... Okul çıkışıdört arkadaş eve gelmişler. Önemli bir sınav varmış, birlikte çalışmışlar.Derken annem onlara yemek hazırlamış ve kalıp birlikte yemelerini önermiş.
Onca saat çalıştıktan sonra birlikte şöyle güle konuşa yenecek biryemek doğrusu hepsinin hoşuna gitmiş. Ama yemeğe kalırlarsa, geceevlerine nasıl dönecekler ve bunun için de nasıl izin alacaklar soruları yüzlerinin asılmasına neden olmuş. Onların bu keyifsiz hali,fısır fısır konuşmaları dedenin dikkatini çekmiş.
Ne o? Karadeniz'de gemileriniz mi battı? diye sormuş.
Kızım sorunları sıralarken, o saatte eve dönmelerine, haklı olarak,izin verilmeyecek olan arkadaşları da çantalarını toplamaya başlamışlarbile. Dede anlatılanları dikkatle dinledikten sonra, Haydi bakayım geç şu telefonun başına ve ara herkesi. Onları evlerine ben bırakacağım,demiş.
Bu sözler evde bayram havası estirmiş. Teker teker anne babalararanmış, aileler birbirlerini okuldaki toplantılardan ve çocukların arkadaşlıkları nedeniyle tanıdıkları için izinler verilmiş. Ve bizim kızlar bol eğlenceli, bol şamatalı bir akşam yemeği yemişler, sonra da bir süreçene çalmışlar. Gece yarısına doğru dedeye haber verilmiş. O saatekadar televizyonun karşısında uyuklayarak bekleyen dede, sessizce iç geçirerek pijamasının üstüne pantolonunu çekmiş ve konuklarını(!)teker teker evlerine bırakmış.
Belki küçük bir olay ama şimdi her biri genç birer iş kadını olan buarkadaş grubunun üyeleri, biraraya geldiklerinde dedenin bu özverili davranışını anmadan edemezler.
Diyelim, yavrumuz bir doğumgününe gitmek istiyor ve aksilik buya, biz de aileyi tanımıyoruz. Yavrumuz krizler geçirmekte, arkadaşıdünyanın en iyi insanı olduğuna göre ailesinin de dünyanın en iyi insanları olmasının doğal olduğunu, sınıfta herkesin ama herkesin davetliolduğunu ve herkesin ama herkesin gideceğini söylemekte ve bizim budavranışımızın onu tek kelimeyle rezil ettiğini çok açık bir biçimde ifadeetmekte...
Tanımadığımız insanların, bilmediğimiz evine gitmesine izin vermekolasılığı da, özellikle de yaşının küçük olması nedeniyle, bizi krizlergeçirtmekte...
İkimizin de kazanabilmesi için yapmamız gereken, o davete gidecekolan herkeslerin içinden bir tanıdık bulup, onu arayıp davet sahiplerive davet hakkında bilgi almak ve mümkünse çocuklarımızı birliktegötürmemizi önermektir. Böylece onu kendi elimizle götürmenin yanısırao çok sevgili arkadaşının ailesiyle de tanışma fırsatını yakalamışolabileceğiz.
Yok böyle bir ortak tanıdık bulamazsak o zaman davet sahibininevini arayıp annesiyle görüşebiliriz. Kendimizi tanıtıp, davet için yardım önerebiliriz ve adresi alıp çocuğumuzu kendimiz götürüp, o aileyletanışmış oluruz.
Bu örnek şöylece akla geliverenlerden bir tanesi. Önemli olan, heranne babanın çocuğunun yaşına uygun olabilecek isteklerini kolayakaçıp, kestirip atmadan, çareler arayarak ve kazan-kazan formülünüuygulayarak onun gencecik yüzüne bir gülümseme oturtabilmesi, yüreğininsevinçle atmasını sağlamasıdır. Eğer bu çabayı gösterirsek, gençlerinbüyük çoğunluğunun olmayacak şeyleri zaten istemediklerini, olabilecekleridile getirdiklerini göreceğiz.
Ayrıca biz anlayışlı, esnek ve makul davranabilirsek, onlara güvenlikleriaçısından hayır dediğimizde, azıcık homurdansalar bile bunukabulleneceklerdir. Ama her şeye kestirmeden gidip, hayır, dediğimiz takdirde, gün gelip de gerçekten izin verilmemesi ve bunauyulması gereken bir durum, diğer ufak tefeklerin arasında kaynayıp gidecek,çocuğumuz konunun ciddiyetini algılayamayacaktır. Bu nedenle de izinverirken olabileceklerle, olmaması gerekeni birbirinden ayırt edelim. Olabilecekleri gerçekleştirmek için çareler arayalım, yollarbulalım, kafamızı ve bedenimizi yoralım yani gencimize hizmet verelinı.Böylelikle hem o mutlu olsun, hem biz.
İzin verilemeyecek durumları da kesin ve net bir biçimde ona anlatalım,açıklayalım, tartışalım. Bu noktada kuşkularımızı, korkularımızıonlara anlatalım. Karabasanlarımızı da onlarla paylaşalım ki, çocuklarımızbizim neler düşündüğümüzü, nelerden korktuğumuzu bilsinler. Katıbir, Hayır, olmaz, yetmiyor; onlara içimizi açalım.
:::::::::::::::::::
Şu keyifli gece yatısı konukluğu... ya izin?
Geçen yıl televizyonda, Leyla İsmier'in Balıncak adlı programındagenç kızlarla ilgili bir söyleşi yapıyorduk. Leyla İsmier o kadarsıcak, neşeli ve cıvıl cıvıldı ki, sanki kameralar karşısında değil,onun evinde sabah kahvemizi içiyorduk. Programa üç genç kız katılmıştı.Leyla Hanım herkesi büyük bir ustalıkla konuşturuyor, çok güzel sorularsoruyor, sonra da geri çekilip yanıtları hiç kesmeden dinliyordu. Demek istediğim, eline mikrofon aldığı için son derece mutlu olan ve sürekli kendisi konuşup sonra da zavallı konuğuna, Sanırım siz de böyledüşünüyordunuz, değil mi? ya da, Siz de bunu anlatmak istediniz,yanılıyor muyum? şeklinde konuğunun laflarını ağzına tıkmayan bir programyöneticisiydi.
Genç kızlarsa tek kelimeyle harikaydılar. Hepsi de kendi fikirlerini,görüşlerini büyük bir rahatlıkla anlattılar. (Oysa kamera karşısına çıkmadanönce heyecandan neredeyse öleceklerdi.) İsimleri Gonca, Esra veBurcu'ydu, yaşları on sekiz, on altı ve on dörttü.
Açık renk gözlü, sarı saçlı Gonca, güzelliğinin yanısıra çok da aklıbaşında ve o gencecik yaşına karşın, ne istediğini bilen, sevecen vesakin bir genç kızdı. O programda beni en çok Gonca güldürdü, diyebilirim.Burcu ve Esra'nın çıkışları karşısında, Onların yanında kendimiçok yaşlı hissediyorum, demez mi...
Gülümsedikçe beliren gamzelerinin ona ayrı bir sevimlilik kazandırdığıkumral güzeli Esra, yaptığı konuşmalarla her annenin isteyeceğigenç kızı çizdi. Onun arkadaşlarıyla bazen bebek gibi konuştuklarınıanlatması herkesi güldürdü.
Burcu'ysa bir ateş parçası... Kocaman kocaman gözleri ve kızılkestane ışıltıların yanıp söndüğü upuzun saçlarıyla, o da bir başkagüzeldi. İlk aşkı anlatan şiiriyse gerçekten insanın yüreğine dokunuyordu.Besteler yapıp, org çaldığını da öğrendik. Kabına sığamayan, cıvılcıvıl bir genç kız.
Sohbetimiz güzel güzel gidiyordu. Müzik, giyim ve daha başkakonularda anlaşa anlaşa giderken, söz dönüp dolaşıp bir arkadaşagece yatısına gitmeye geldi. Gece yatısına izin verilmeli miydi, yoksa verilmemeli miydi? Leyla ismier yapacağını yapmış, sonunda busoruyla aramız; açmayı başarmıştı. Gençlerle ters düşmüştüm.
Ailelerinin tanımadığı kişilerin evlerine gidilmesini doğru bulmadığımısöyleyince onların gözünde ilk kez puan kayhettiğimi hissettim.Burcu o kocaman gözleriyle, Sen de mi Brutus, dercesine bakıyordu.Meğer annesinden izin isteyince o da benim gibi ahret soruları soruyormuş.
Aileyi tanıyor muyuz?
İsimleri ne?
Soyadları ne?
Nerede oturuyorlar?
Herhalde kötü biriyle arkadaş olacak değilim, ailesi de ona göredir,dedi Burcu başını sinirli sinirli sallayarak.
Ama ailen bunu bilmiyor ki... dedik Leyla Hanımla aynı anda.Sürekli düşen puanlarımı kurtarmak için son bir hamle yaptım.
Aileleri tanıştırsanız...
Ohoo, dedi Burcu bir eliyle o güzelim saçlarını yüzünden iterek.Annem de, babam da çalışıyorlar. Koskoca bir kentte yaşıyoruz, nasıltanıştıralım?
Neyse ki, araya Leyla Hanım girdi ve bu kararların onların güvenlikleriaçısından alındığını söyleyerek konuyu bağladı. Yine de Leyla Hanımın da,benim de puanlarımızı yükseltmeyi başarabildiğimizi pek sanmıyorum.
Gece yatısına bir arkadaşa gitmek ya da bir arkadaşı evinde ağırlamakkadar zevkli bir şey olamaz. Pijamaları giyip, yatakların üstündebağdaş kurarak gecenin geç saatlerine kadar kıkırdaşarak konuşmayıhangi genç istemez ki... Öte yandan hiç tanımadığımız kişilerin evinegöndermek, çocuğunu bir boşluğa atmak gibi bir duygu bizler için.
Tek çözüm bir biçimde ailelerin ya da annelerin tanışması. Ailelerbirbirini tanıdıktan sonra çok daha küçük yaşlarda da izin verilebiliraslında. Çocuğunun yaşına uygun eğlenceleri yaşayabilmesi için duyarlıdavranan genç kuşak annelerden bir örnek vermek istiyorum.
Defne Kent dokuz yaşındaki kızı Selin'in arkadaşlarını hafta sonundayatıya davet etmişti. Program müthişti. Genç konuklar uyku tulumlarınısürüyerek geimişlerdi, çünkü oybirliğiyle alınmış karar gereği, ogece yerde yatacaklardı. (Biz de çocukluğumuzda yer yatağına bayılırdık.Demek ki bazı şeyler değişnıiyor.) Selin'in odasına eşyalarınıyerleştirdikten sorıra bahçeye çıkılmış ve hava kararana dek oyunlaroynanmıştı.
Yemek hazır, çağrısı üzerine düzgün bir sıra oluşturarak, banyodaeller yıkanmış ve sofraya koşulmuştu. Aman Tanrım o ne güzel sofraydıöyle. Neşeli bir örtünün üzerindeki rengarenk su bardaklarının içinekağıt peçeteler özel şekiller verilerek yerleştirilmişti. Beyaztabakların içindeyse her konuk için küçücük bir armağan duruyordu. Şıkambalaj kağıtlarıyla paketlenen minik hediyelerin her birinin üstünde kendi kağıdına uygun renkte bir de fiyonk atılmıştı.
Yiyeceklere gelince... İri, mavi gözlerinde yanıp sönen pırıltılarla,Onlara öyle bir muzır mönü hazırladım ki... diyordu genç anne, en azçocuklar kadar keyifli. Servis tabaklarının içinde hamurgerler, sosisli sandviçler ve patates kızartması başköşedeydi. Hemen yanıbaşındakikocaman kasede mısır patlağı duruyordu. Pasta ve dondurmaysa sırasınıbekliyordu.
Genç konuklar muzır mönüye bayılmışlar, bu en sevdikleri yiyeceklereadeta balıklama dalmışlardı. Yemekten sonra tabaklarınapastalarını alarak Selin'in odasına doluştular. Yerde yan yana serilmişuyku tulumlarıyla tam bir yatakhane görünümündeydi Selin'in odası. Kimbiliro gece kaçlara kadar kıkırdaştılar, konuştular, gülüştüler...
Ertesi günün programı, bahçede piknikti. Yiyecekler bu kez çimenlerinüzerine serilmiş kırmızılı beyazlı kareli bir örtünün üzerineelbirliğiyle taşınmıştı. Anneler ufukta görünene kadar bahçede çeşitlioyunlar oynandı. Hava kararırken evlerinin yolunu tutan konuklar yorgun ama mutluydular. Selin ve arkadaşları çok güzel bir hafta sonu geçirmişlerdi.
İşte çocuğumuza, gencimize hizmet vermeliyiz derken, bunu anlatmakistiyorum. Olaylara onun açısından bakabilmeli, zevklerineduyarlı olmalıyız. Yaşamın sosyal boyutunu da yaşayabilmesi için öncedendüşünmeli ve zemin hazırlamalıyız.
Nedir gençlerimizin istedikleri? Arkadaşlarıyla birarada olmak.
Nedir bizim istediğimiz? Kimlerle olduğunu bilmek, arkadaşlarınıtanımak.
Nedir bunun çaresi? Çarelerden bir tanesi, bizlerin azıcık zahmetederek okul toplantılarına katılmamızdır. Bir kere, özellikle de büyükkentlerde biraraya gelmek zor olduğundan, okul toplantıları çocuklarımızınarkadaşlarını ve ailelerini tanıyabilmek için mükemmel bir fırsat.Ailelerle birlikte olabilecek, onlarla konuşup çocuğumuzun can arkadaşınınailesini yakından tanıyabilecek ve daha da güzeli ileriye dönük işbirliği içine girebileceğiz. Çalışıyor olabiliriz ya da evde attıçocuğumuz ve dünya kadar işimiz olabilir ama çocuğumuz konusunda heraçıdan önemli olan okul toplantılarına zaman ayırıp mutlaka gitmeliyiz. Sadece dersleri ve notları hakkında bilgi edinmek için değil, o çok sevdiği arkadaşlarını ve ailelerini tanımak için de gitmeliyiz. Ve şu izinmeselelerinde, izin verebilmemiz için bunca önemli olan tanıma ve tanışma işlerini, onun omuzlarına yıkıp sonra da bir sürü bahanelerle işi yokuşavurmak yerine; bunu bizim önceden düşünerek üstlenmemiz ve ailelerle bufırsatlardan yararlanarak tanışıp, dostluğumuzu geliştirerek, gelebilecekizin isteklerine hazırlıklı olmamız gerek.
Eğer gencimiz bizim için her şeyden önemliyse bunu lütfen sözcüklerdebırakmayalım. O mu önemli, işlerimiz mi? Unutmayalım ki işlerimizbekleyebilir, ayrıca işlerimiz hiç bitmeyecektir, oysaçocuğumuzun bugünleri yıldırım gibi geçip gidecektir. Zaman ayıralım, zamanyaratalım ve çocuğumuz, gencimiz için bu sosyal boyutun ön hazırlıklarınıyapalım.
Genç anne Defne, işte bu ön hazırlığı okuldaki diğer annelerle,özellikte de kızının arkadaşlarının aileleriyle tanışarak gerçekleştirmişti.Ailelerin birbirlerini tanımaları, okul etkinliklerinde bir arada bulunmaları, çocukların birbirlerine çıidip gelebilmelerine olanak tanımıştı.
Kızı arkadaşlarını yatıya davet etmek istediğini söylediğindeysehomurdanmamış, tam tersine oturup onunla bir program yapmış, sonra datelefonun başına geçip diğer ailelerin iznini almıştı. Daha öncedenhazırlanmış bir dostluk zemini olduğundan, hiçbir zorluk çıkmamış,tüm davetliler daveti büyük bir memnuniyetle kabui etmişlerdi.
Sonra kızıyla çarşıya çıkıp, birlikte hazırladıkları liste doğrultusundaalışverişlerini yapmışlar; Selin'in odasını yine beraberce hazırlamışlardı.Bunları yaparken genç anne, kızına konuk ağırlama konusunda ilk dersleriveriyordu. Küçük kıza, Sen anlamazsın, diyerek onu dışlamıyor;aksine yiyecek listesinden alışverişe, odanın düzenlenmesinden küçükarmağanlara kadar her ayrıntıyı ona danışarak, onunla birliktegerçekleştiriyordu. Ve... işte bu da yaşayarak öğrenmek oluyordu.
Son bir duyarlılık göstergesi. Olaya çocuğun gözünden bakabilip;yerde yataklar, muzır mönü ve bahçede piknik gibi ayrıntılarıngerçekleşmesini sağlayarak, tam anlamıyla eğlendikleri, zevk aldıkları birzaman dilimi yaşatmıştı onlara.
İşte baştan sona çocuğa hizmet verme örneği... Çocuğun zevk alacağıolayları, onun gözünden görme ve bunu gerçekleştirme çabası...
Şu izin meselelerine biraz da bu açıdan, yani çocuğa hizmet açısından dabakmamızda yarar var gibime geliyor.
:::::::::::::::::::
Erkek kız arkadaşlıklarının yaşamsal önemi
İzin meselelerinin bir başka önemli konusu erkek kız arkadaşlıkları...Yine uzmanlara dönelim bakalım bu konudaki gözlemlerini nasıldile getiriyorlar.
Bizler cinsel eğitim vermiyormuşuz. Yapay bir kız erkek ayırımıyaratıyormuşuz.
Bu kez Bir Prrıltıdır Yaşamak adlı kitabımın Flört başlıklı bölümününbir kısmını, kendi davranışlarımızdan yana yana yakındığımdan vekonuyla ilgili olduğundan burada yinelemek istiyorum.
Biz anne babalar garip mahluklarızdır. Flört ederken yakalarsak,dünyayı size dar edeceğimizi iyi bilin. Yok eğer bizim haberimiz olmadan anlaştıysanız ve ciddi kararınızı alıp biz sizi yakalayamadan öncekarşımıza çıkmayı becerirseniz, hele de sözkönusu kişi efendi ve okumuşbir delikanlı veya iyi bir ailenin cici kızıysa, kısaca karşıdurmak için bir neden yoksa, bu kez yüzümüzde güller açarak, sizleribağrımıza basıp, çeyiz hazırlıkları için çarşılara koşarız.
Oysa eylem aynı eylem. Tanışma, bir diğerinden hoşlanma veAcaba beğeninin yanısıra kafalarımız da anlaşıyor mu? dercesine birbirini tanımaya çalışma ve sonuçta karar dönemi...
Çocuklarımızın, gençlerimizin başarıları sözkonusu olunca, içimizimemnun memnun çekip, Aaaah, ah, bahtı güzel olsun bahtı, deriz.Karşısına helal süt emmiş, onun kıymetini bilecek biri çıksın, mutlu biryuvası olsun. Yoksa sadece okul başarısı, iş başarısı yetmez insana...
Pek güzel sözler bıanlar, pek de doğru. Yalnız unutulan bir şey var.Okulda ve iş hayatında başarılı olması için onlara elimizden gelen herolanağı veriyoruz. Kitaplar alıp okumasını sağlıyoruz. Kurslara gönderipeğitilmelerini öngörüyoruz.
Düşün oğlum, kararını vermeden önce iyi düşün, diyoruz. O meslekhakkında araştırmalar yap, sor soruştur. İlgi duyduğun konu hakkındabilgi edinmeye çalış ki, sonra düşkırıklığı olmasın, diyoruz.
Kısaca, gelecekte seçmek istediği meslek konusunda önce düşünüp kararvermesi için, sonra da o konuda eğitilmesi için tüm olanaklarımızıseferber ediyoruz. Ve kararı ona bırakıyoruz.
Öte yandan, Aah, ah, diye başlayıp, meslek başarısının hayattatam anlamıyla miatlu olmak için yeterli olmadığını; birlikte mutlu olabileceği, sevebileceği bir hayat arkadaşını bulabilmesinin asıl önemli etken olduğunu vurguluyoruz.
Peki böyle düşünüyoruz da, mesleği için ona onca desteği verirken,daha da önemli olan hayatını, tüm hayatını paylaşacağı hayat arkadaşınıseçerken, neden köstek oluyoruz?
Neden onları bu konuda da eğitmiyoruz, onlarla konuşmuyoruz,bizlerle konuşabilmeleri için fırsat vermiyoruz? Neden üstlerine yürüyeceğimize, Düşün, iyi düşün oğlum. Tanımaya çalış, kararını öyle ver,kızım, diyemiyoruz?
Hepsinden öte neden birbirlerini tanımalarına, arkadaşlık etmelerineengel oluyoruz. Birbirlerini tanımazlarsa, huylarını bilmezlerse, eğergerçekleşecekse, bu nasıl bir evlilik olacaktır? Neden böyleyiz?Kimler bizleri böylesine mantıksızca düşünmeye, davranmaya koşullandırmış?
Okulda erkek kız birlikte, yıllarca aynı sıraları paylaşarak okuyor.Sesimiz çıkmıyor.
Birlikte spor yapıyorlar, piyesler hazırlıyorlar, okul gezilerinegidiyorlar. Sesimiz çıkmıyor.
İş hayatına atılıyorlar, aynı bürolarda omuz omza çalışıyorlar. Sesimizçıkmıyor.
Birlikte sinemaya, pastahaneye gidiyorlar. Kıyametleri koparıyoruz.
Neden? Çünkü ufukta flört tehlikesi belirmiştir de ondan.
Uzmanlar, yapay bir kız erkek ayrımı yarattığımızı belirlerlerken herhaldebizlerin bu tür davranışlarımızdan yola çıkmış olsalar gerek.
Oysa kız erkek arkadaşlıklarının yaşamsal önemi var. Özellikle deiki konuda... Bunlardan birincisi iki cinsin bir diğerini tanıması... Onlararahatça ark.adaşfık etme olanağı tanınırsa, kızlar erkeklerin, erkekler de kızların neler düşündükleri, çeşitli durumlarda nasıl davrandıklarını,konulara nasıl baktıklarını öğrenecekler. Birbirlerini tanıdıkları için de, ilişkilerinde tutuk ve şaşkın değil, rahat ve güvenli olacaklar. Zaten karışık okulların en büyük yararı, iki cinsin bir diğerini tanımasınısağlamasıdır. Sadece erkek ya da kızların devam ettiği liseleri bitirip üniversiteye giden gençler, kendi çevrelerinde de karşı cinsle arkadaşlıklaryaşamamışlarsa, çok zorlanıyorlar. Kızarıp bozarıp konuşamıyorlar, çekingenve tutuk oluyorlar. Ötekilerin rahat tavırlarını yanlış algılıyorlar. Karşı cinsle rahat bir arkadaşlık kurabilmek yıllarını alıyor.
İkinci önemli konu, evliliğe giden yolda daha sağlıklı adımtaratabilmeleri... Şöyle bir düşünelim. Gençlerimiz ayaklarına bir pabuçalacakları zaman dükkan dükkan gezip deniyorlar. Ayaklarına uydu mu, rahatmı, şık mı, yakıştı mı diye bakıyor, düşünüyor, tartıyor, kıyaslıyorlar veondan sonra bir karara varıyorlar. Zaten biz de bunun böyle olmasını istiyoruz.
Öte yandan, bir ömür birlikte yaşayacağı, iyi ve kötü günlerinipaylaşacağı, birlikte bir çocuk yetiştireceği kişiyi tanımasına, seçmesine,bu konuda düşünmesine izin vermiyoruz.
Ne büyük bir çelişki.
Ve akıllı bir gencimizin öyküsü... Bu genç kız bir delikanlıyla çıkıyordu.Birbirlerini seviyorlardı ve giderek ciddileşen bir ilişki içindeydiler.Evlenmeyi düşünmeye başlamışlardı. Ama yine de genç kızın zihniningerisinde tüm aşkına karşın, onu rahatsız eden bazı soru işaretleri vardı.Bu soruları çözebilmesi için delikanlıyı daha iyi tanıması gerekiyordu.Oysa böyle bir olanağı yoktu. Ailesi kız erkek arkadaşlıklarına pekde sıcak bakmıyordu. O da gizli gizli buluşuyor ve bu telaşlı, korkudolu beraberliklerinde sevdiği delikanlının, hayatını paylaşabileceğierkek olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.
Yine burada durup düşünelim. Bunca önemli, tüm yaşamını etkileyecekbir karar arifesinde kızımızın yanında olup, düşünmesine olanaksağlayarak yardımcı olmamız gerekmez mi?
Şimdi bazılarımız, Madem ilişkisi ciddi, neden gelip söylemedi?diye düşünmüş olabilir.
İyi ama bu işler küçük flörtler şeklinde başlıyor. Daha ilk yüzünebakışta, Ben bu delikanlıyla evleneceğim, diyemez ki. Henüz kendibile bilmiyor bu beğeninin devam edip etmeyeceğini, eh, bizler de flörte izin vermediğimize göre, doğal olarak bu aşamada bize gelemeyecektir.Kesin olarak bilebilse, belki de gelip söyleyecektir ama konununcan alıcı noktası henüz onun da bilememesi ve karar verebilmesi içindüşünmeye, tartmaya gereksinimi olmasıdır. Bunu yapabilmesi içinsedelikanlıyla buluşup, onu daha iyi tanıyabilmek için konuşmasıgerekmektedir.
İşte bizim yardımcı olmamız gereken ama destek vermediğimiznokta; bu dönemeçte ortaya çıkıyor.
Akıllı kızımızsa yine bir gizli buluşmada delikanlının ailesiyle tanışıyor.Aslında bu buluşmayı genç kız istiyor. Evlenmeyi düşündüğü kişihakkında, onun yetiştirilişi hakkında bilgi edinmek istiyor. (Oysa bunları bizlerin düşünmesi ve istemesi gerekir, değil mi?) Belki de bu ayrıntılarda kararımı etkileyecek bir şeyler bulurum, diye düşünüyor.Nitekim buluyor da. Ve bu bulgular ışığında kafasında beliren sorularayanıtlar geliyor. Birkaç ay daha düşünüp tarttıktan sonra bazı durumlardaaşkın yeterli olmayacağını, aşkın yerini sevginin alabilmesi için, dünyagörüşü de dahil olmak üzere pek çok konuda uyum olması gereğinin farkınavararak kararını veriyor.
İnsanlar birbirine aşık olabilir, hem de çok sevebilir ama bu sevginindevamlı ve kalıcı olması, bir ömür boyu çoğalarak devam etmesiiçin başka öğeler de gerekli. Bu, ille bir tarafın kötü olması demekdeğil, hem de hiç değil. Ama uyum için iki insanın arasında bazı konulardagörüş birliği olması gerek. İşte bu genç kız, ailesinden hiçbir destekgörmeden bunu kendi başına çözüyor ve gençlik aşkını kalbine gömereksağlıklı kararı alıp, ilişkisine bir son veriyor. Çok da acı çekiyor amaen azından hem kendisinin, hem de delikanlının yaşamı için doğru olduğunainandığı kararı verebiliyor.
Böyle önemli bir konuda ailesinin ona destek olması gerekmez miydi?
Bu destekse anlayışlı davranarak, kız erkek arkadaşlıklarına,romantik ilişkilere izin vererek olur. Gelip her şeyi bizimle konuşma ve danışmasına olanak sağlayacak bir hoşgörü ortamı yaratarak olur.
İşte kız erkek arkadaşlıkları ve romantik ilişkilerle ilgili izinmeselelerine artık böyle bir açıdan bakmamız gerek. Hayatıyla ilgili enönemli kararı alırken, akıllıca vereceğimiz izinlerle ona bu desteğisağlamamız çok, çok önemli.
Bir de tersini düşünelim. Kızımızı koruyoruz diye erkek arkadaşlarınınolmasına, flört etmesine izin vermiyoruz. Ve böyle davrandığımıziçin kızımızın karşısına iki büyük tehlike çıkıyor.
Birincisi; diyelim kızımız söz dinleyen bir genç. Hiç arkadaşı olmuyor,bizimle oturuyor, bizimle kalkıyor ve yıllar böylece geçip gidiyor.Kendisinin istemesine karşın evlenemiyor, bir yuvası, çocukları olmuyor.Yaşlı annesi ve babasıyla yaşanmamış hayatını sürdürüyor, onlargöçüp gittikten sonra da yalnız bir kadın olarak kalıyor.
Şimdi soruyorum, bunu yapmaya hakkımız var mı?
Aile kurbanı diyebileceğim öyle çok tanıdığım var ki... Örneğin, birtanıdığımın babası çok sıkıydı. Kızını yalnız başına hiçbir yere göndermez,okula bile eliyle götürür, eliyle gelip alırdı. Sonra ne oldu?
Arkadaşları giderek teker teker evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar.O ise hala babasının denetiminde yaşıyordu. Kimseyle tanışma fırsatıolmadı. Belki ailesi görücü usulüyle birileriyle tanıştırmak istemiştir ama sonuçta bu kadın hiç evlenemedi. Sinir hastası oldu, uzun yıllar tedavi gördü.
Burada önemli olan, evlenememiş olması değil, çünkü kendi seçimiyleevlenmemiş, yalnız yaşamayı yeğleyen kadınlar da var. Onlarınçok sevdikleri işleri ya da bozmak istemedikleri bir düzenleri var. Böyle yaşamayı seviyorlar; bu onların tercihi. Karar kendininolunca iş değişiyor. Ama sözünü ettiğim tanıdığım evlenmek ve bir yuvasahibi olmayı çok istiyordu. Ve onun bu tercihini yaşamasına izinverilmemişti. Kötülüklerden koruyorum, diye tüm yaşamını ezip geçmişlerdisanki.
Nice sıkr babalar var, evlenen yine de evleniyor, diye düşünenlerolabilir.
Herkes bir değildir. Kimi daha güçlüdür, baskılara başkaldırabilirya da gizlice kendi bildiğini yapar. Ama kimileri de yumuşak başlıdır, kavga gürültü sevmez ve atılım yapabilmek için destek ister. Bir insanın kişiliği daha yumuşak diye, niye şansını yitirsin; niye hayatında gerçekleştirmek istediklerine ket vurulsun? Adaletsizlik olmuyor mu bu?
Kendi egomuzu tatmin etmek için, Bak nasıl akıllı, uslu kızı var,desinler diye, gençlere mutluluğu çok görmeyelim; tersine onun mutluluğuna gidecek yolda ona verebileceğimiz her türlü desteği verelim.
İkinci tehlikeyse, konuşup anlaşmasına, arkadaşlık edip insanlarıtanımasına izin vermediğimiz zaman Rus ruleti oynar gibi evlilik yapmasıdır. Doğru dürüst tanımadan, ölçüp biçmeden yapılmış evlilikler pekçok kadında ruhsal bozukluklara yol açıyor.
Kimi ailesinin baskısından bezip, bir an önce kendimi bu evden atayım,diye ilk isteyenle evleniyor. Uyumlu olmayan ve çok genç yaştayapılan evlilikler deşildiğinde evdeki baskılı ortamdan kaçma arzusuçıkıyor ortaya. Oysa evinde rahat olan bir genç acele etmeyecek veancak evindeki sıcak ortamı sağlayabileceğine inandığı biri varsa evliliği düşünecektir.
Kimi de ilk flörtüyle, Aman duyulmasın, ya da, Eyvah, duyuldu.Evleneyim de laf olmasın bari, diye düşünerek, evliliğin gerçek anlamıylauzaktan yakından ilgisi olmayan çok yüzeysel nedenlerle evlenecektir.Oysa uygar toplumlarda gençlere, ister kız olsun ister erkek,önce karşı cinsle arkadaşlık etmeleri, onları tanımaları, kıyaslayabilmeleri için fırsat tanınıyor. Toplumun çizdiği ahlakkurallarına uyulduğu sürece bu tür arkadaşlıklara olumlu bakılıyor.
Çünkü amaç, o genç insanın doğru kararı verip, mutlu olması. Bukararı verebilmesi içinse, düşünmesine, tartmasına izin vermek gerek.Kısaca, amaçları bulanık değil, net. Amaca varış yolu da bulanık değil,açık. İşte artık bizlerin de amaçlarımızı ve amaca giden yolları doğru veaçık bir biçimde görmemiz gerek.
Amacımız gencimizin doğru kararı verip, mutlu olması,
Amaca giden yolsa, bu konuda düşünmesine, tartmasına izin vererek onadestek olmak,
şeklinde belirlenmeli.
:::::::::::::::::::
Ateşle Barut... Tehlikeli İlişkiler
Kız erkek arkadaşlıklarında biz anne babaları en çok korkutan, yanlışadımlar atılması, ileride pişman olunacak olayların yaşanmasıdır. İyide, ya böyle arkadaşlık ederken başına bir iş gelirse. Malum ya, ateşlebarut biraraya gelince...
Bir yerde haklı bir korkuyu dile getiriyor bu sözler. Atılan yanlışbir adımın hayatını karartması, ona pahalıya malolacak ilişkilere girmesi,tehlikeli arkadaşlıklar yapması, onların etkisinde hatalı bir yola sapması da bizlerin karabasanlarından. Ama bu korkulan olayları engelleyebiliriz. Hem de o yasakçı tutumdan çok daha etkili bir yöntemle başarabiliriz bunu. Gençlerimizle yakın, sıcak ve hoşgörülü bir ilişki, korktuklarımızı önleyecektir.
Onlarla arkadaş olacak, her şeyi ama her şeyi konuşacağız. Doğruları,eğrileri, ahlaki değerleri, cinselliği gençlerimizle dostça tartışacağız,anlatacağız. Alkol ve uyuşturucu hakkında onları bilgilendireceğiz.Hayatta her şeyin bir bedeli olduğunu, doğru yolda yürürse bununsemeresini yine kendisinin toplayacağını; yanlış yola saparsa üzüntülerve acılarla bedelini ödeyeceğini ona sevgiyle, onun yaşlı ama gerçekdostu kimliğimizle anlatacak, aydınlatacağız.
Bu arada da, hakkı olan yaşına uygun ve yaşına özgü isteklerinekarşı durmayacağız, ona özgürlük tanıyacağız. Ve bu hoşgörü ortamındafikir alışverişinde bulunup her şeyi konuşup tartışacağız. İşte böylesibir atmosfer yaratmayı başarabilirsek, gencimiz gelip yaşamında olupbitenleri bize anlatıp danışacaktır. O zaman bizler de onu doğru düşünmeyeyönlendireceğiz. Bu çok değerli fırsatı ancak böyle bir ortamyaratırsak yakalayabiliriz.
Onun için kız erkek arkadaşlıklarından korkmayalım. Gencimiziönce sevgi, güven ve bilgiyle donatalım, sonra ona güvenelim.
Bizleri korkutan bir diğer konu tehlikeli arkadaşlar ve onlarıngençlerimizin üstündeki olumsuz etkileri. Ülkemizde pek fazla olmamakla birlikte bazı küçük grupların aşırı alkol, aşırı hızlı arabakullanma, uyuşturucu kullanma, hiçbir kural tanımama gibi davranışlar içine girdiklerini duyuyoruz. Aslında geneline vurulduğunda bunlar bir avuç genç.Çoğu da sorunlu. Ama yine de gencimiz böyle bir gruba çatarsa, ya onun da aklını çelerlerse, ya arkadaşlık uğruna onlara uyarsa, gibi kuşkulardanda uzak duramıyoruz.
Diyelim, bir arkadaşı var ve onu çok seviyor. Arkadaşıysa böyle birgruba dahil ve gencimizi de bu grubun içine çekmeye çalışıyor, yaptıklarınaonu da ortak etmek istiyor. Gencimiz bir ikilem içinde.Bir yandan arkadaşını yitirmek istemiyor, öbür yandan grubu ve davranışlarınıpek de onaylamıyor. Ve belki de bu iç çatışmasını bize aktaramıyor.
Böyle bir olasılığı düşünüp, sadece böyle bir durum için değil, tümhayatı boyunca bir ikilem karşısında kaldığında kendi kendine şu sorularısormasını öğütlemeliyiz ona.
-Benden yapılmasını isteneni yaptıktan sonra da kendimi iyihissedebilecek miyim?
-Yapmayı düşündüğüm şey kendim hakkındaki olumlu düşünceve duygularımı arttıracak mı, yoksa azaltacak mı?
-Alacağım bu kararın bana yararı mı olacak, zararı mı?
-Alacağım bu kararın beni sevenlere yararı mı olacak, zararı mı?Onları sevindirecek mi yoksa üzecek mi?
-Bu dünyada en çok saygı duyduğum ve beğendiğim insanı düşünüyorum.Onu gözümün önüne getiriyorum. O kişinin benim şu yaptığımı ya da yapmayıdüşündüğümü görmesini ister miydim?
Bu soruları sormayı benimserse, sadece ilk gençliğinde değil, ileridekiyıllarda da herhangi bir durumda kendi kendini kontrol edebilmeyeteneğini geliştirecektir.
Genç insana herhangi bir karar aşamasında yardımcı olabilecekbaşka bir yöntemse yazmaktır. İçinden çıkamadığı durumlarda bir kağıtalıp yukarıdan aşağıya bir çizgi çekerek, bir tarafa konunun iyi yanlarını,öbür tarafına da kötü yanlarını yazmasını önerebiliriz. Ama bunuyaparken gerçekten dürüst davranacak, duygularının etkisinde kalmayacak.Böylece bir karar arifesinde kafasının içindeki karmaşıklığı obeyaz kâğıdın üstüne döktüğünde, her şey daha açık, daha net görünecektir.
Bizim sevgiyle bakan gözlerimiz onun sinirli ya da sıkıntılı halininhemen farkına varacaktır. Üstüne varmadan, bir sıkıntın varsa yardımcıolmak isterim, diyerek kapıları açık tutarsak, bir süre sonra gelip derdini açacaktır.
İşte bunlar da sorunlu zamanlarda yapabileceklerimizden birkaçörnek.
Ve gelelim esnek olmamız gereken diğer konulara:
:::::::::::::::::::
Gençlerin giyimini eleştirmeden önce eski resimlerimize bir göz atalım
Her kuşak bir sonrakini beğenmez, eleştirir, çünkü kendine benzemiyordur.Oysa her kuşak kendi hayatını, kendi zevkine, kendi ölçülerine göre yaşar.Giyim konusunda da bu böyle.
Gençler çocukluktan gençliğe adım atarlarken bir değişimden geçiyorlar.Kendi düşünceleri doğrultusunda hareket ederek kişiliklerini bulmasavaşımı veriyorlar. Giyinişieri de bu davranışın bir yansıması olarakortaya çıkıyor.
Bu nedenle kızımız cici rugan ayakkabılarını atıp lastiklerle dolaşıyordiye paniklemeyelim. Oğlumuz saçlarını at kuyruğu yapıp ortalardadolanıyor diye yerin dibine geçmeyelim. Birkaç yüzyıl öncesini birdüşünürsek, soyluların buklelerini hoplata hoplata at bindiklerinianımsayacağız. Eski Türk akıncılarının saçları omuzlarından aşağıyadökülürdü. Kaldı ki, bugünlerde de asker traşı moda. Bunların hepsi birkendini deneme, kendini kanıtlama arzusundan doğuyor.
Hiç merak etmeyin, okulu bitirip hayata atılınca bizden de tutucuolacaklar ve, Anne, bu pembe eşofmanla sokağa çıkmayı düşünmüyorsundurumarım, gibi uyarılarda bulunacaklardır. Onun için bırakalım bu dönemikendi zevkleri doğrultusunda, delidolu da olsa kendi modalarını uygulayarakyaşasınlar. Bayram ziyaretlerinde büyüklerin elini öpmeye giderken bizimistediğimize yakın giyinsinler, yeter.
Ayrıca bu sıradışı giyimleri, saç biçimleri, takıları yaşama renk katıyor.İlginç bir giysi en azından dikkatimizi çekiyor, bizi şaşırtıyorve tekdüze yaşamın akışı içinde gülümsememize yol açıyor. Bırakalımgençliklerini yaşasınlar, daha sonraki yıllarda giyemeyeceklerinigiysinler, takamayacaklarını taksınlar.
Ve Belma Aksun'un bir yazısı. Kızınızı eleştirmek kolay elbet diyebaşlıyor bu yazı ve şöyie devam ediyor:
Kızınızı eleştirmek kolay elbet. Kötü, zevksiz giyiniyor, doğrudürüst davranmasını bilmiyor, saçma sapan konuşuyor.
Peki ya biz, otuz yıl önce, onların yaşındayken nasıldık? Hiç düşündünüzmü? Gelin zaman tünelinden o günlere gidelim. Saçlar krepeedilmiş, yün yumağı gibi içi dolaşık, dışı balon gibi düzgün ve kabarık.Dalgalı saçlılarımız her banyodan sonra saçlarımızı ütü masasına seripütülüyorduk; dümdüz, pırasa gibi olsun diye. Düz, süpürge saçlılarımızsa,teneke bigudilerle sarıyordu saçlarını ve gece kafalarında oteneke parçalarıyla yatıyorlardı. Sabahleyin dalgalı bir görünüşleriolsun diye.
Okul çıkışı alelacele sedefli rujlar dudaklarda dolaştırılıyordu.
Ya yirmi yıl önce nasıldık? Saçlarımızı sanki güneştenmiş gibiAlman papatyalarıyla sarartıyor ya da kınayla kızıl ışıklar kazanmasınısağlıyorduk. Moda diye kış ortasında palto yerine şallara sarınıp sokaklaravuruyorduk kendimizi. Ve de kimi kaldırım yüksekliğinde apartmantopukların tepesinde, geniş paçalı blucinlerimizle bir cambaz ustalığıyla omurgamızı, sağlığımızı hiçe sayarak dolaşıp duruyorduk.Bikini mayolarla bele takılan altın zincirler pek çok genç kızın rüyalarını süslüyordu. Bir bakın o günkü resimlerimize. Az mı komikti halimiz a canım?
Şimdiki gençler belki biraz fazlaca paspal giyiniyorlar ama, enazından daha rahat, kendilerine güven dolu ve dünkEi bizlerden hiç şüphesizdaha tabü, çok daha gerçekçiler.
:::::::::::::::::::
Gençlerin kendilerine özgü dili
Gençlerimizin dili, Türkçesi eleştiriliyor. Gerçekten de onların kendiaralarında geliştirdikleri deyişler, uydurdukları sözcükler ve özellikle deyanlış kullandıkları kelimeler var. Kendilerine özgü bir dil geliştirmişler,argo da kullanıyorlar. Ve kendilerini çok az sözcüklerle ifade ediyorlar.Bunların hepsi doğru. Ama bizler de zamanında argo kutlanır, kendimizeözgü sözcüklerle konuşurduk. Ama bunu büyüklerimizin yanındayapmazdık. Bugünün gençleri de yapmıyorlar, yerine göre konuşuyorlar.
Doğal olarak genel çizgiden söz ediyoruz burada. Yoksa bin kişilikbir okulda biri çıkıp da öğretmenine böyle bir dille hitap etmişse, gençlerimizin deyişiyle söylemek gerekirse, bu tüm gençliği bağlamaz.Her zaman uç örnekler, sivri köşelerde gezinenler vardır. Ama bu, bukitabın konusu değil. Biz genel çizgiyi izliyor, genel çizgide yaşayan gençlerimizi ve ailelerini tartışıyoruz.
Gençliğin giyimde olduğu gibi, dilde de kendi kendini denemearzusu vardır. Kendi aralarındaki konuşmalarında ve şarkılarındagörebiliriz bunu. Ayrıca bazı sözcükler gülmek için çarpıtılıyor. Sadecegülmek için, yoksa Türk diline karşı savaş açmış değiller.
Kaldı ki, dilimizi korumak onların değil, bizim görevimiz. Eğer onlardertlerini bir avuç sözcükle anlatmaya çalışıyorlarsa, bu onların değilbizim suçumuz. Gençlerimiz bizim eserimiz, bizim aynadan yansıyangörüntümüz. Eğer o görüntüyü beğenmiyorsak, asıl kendimizin beğenilecekyanı yok demektir.
Eskilerin deyişiyle eğri oturup doğru konuşalım. Eğer bir evde onamasallar okuyarak işe başlamıyorsak, onu kitaplarla, sözcüklerletanıştırmıyorsak, kendimiz okumuyor, ufkumuzu ve sözcük dağarcığımızıgeliştirmiyor, üç beş sözcükle idare ediyorsak, kısaca evde böyleyetişiyorsa; okulda ders kitabı diye önüne konan kitaplar sıkıcıysa veüstüne üstlük bir türlü kabullenemediği nedenlerle bu kitapların bir de ezberlenmesi gereği varsa, kısaca kitaptan soğutuluyorsa;
yaşamlarında önemli bir yeri olan televizyon yayınlarında haberleriverenlerin, sunucuların hatalı vurgulamalarını, sözcükleri yanlış kullanmalarını sürekli dinliyorlarsa,
daha fazla ne bekleyebiliriz ki?
Gençler şöyle konuşuyor, böyle konuşuyor. Popcular, radyocularöyle demiş, böyle konuşmuş. Bunlar hep gençliğin cıvıl cıvıllığının, kabınasığamamasının ve yeni kalıplar denemesinin göstergesi. Kalem efendisi gibiağır ve tumturaklı olacak halleri yok ya...
Ama dilimiz ciddi bir konu ve bu önemli konuda görev, toplumundirekleri olması gerekenlere düşer. Toplumun direkleri, pek çok konuda olduğu gibi dil konusunda da; aile, eğitim kuruluşları ve medya olarak ortaya çıkıyor. Bu direklerin sağlam ve güçlü olması gerek. Her biri ayrı telden çalmak yerine, bir diğeriyle uyumlu, bir diğerinden haberdar olarak dimdik ayakta durmalı. Biri uzun, biri kısa olursa, o bina çökmez mi?
Dil konusunda da bu üçlü arasında bir bütünlük sağlayarak onlarındoğru örnekleri duymalarını, okumalarını ve dinlemelerini sağlamalıyız.Önce bizler, yani toplumun direkleri tutarlı ve sağlam bir örnek koymalıyız gençlerin önüne. Onlar gençliklerini yaşar, kendi dildenemelerini yaparken, model olarak doğru olanı görüp duyduklarında bu,onlar farkında bile olmadan zihinlerinin gerisine yerleşecektir. Ve gün gelince, gençlerimiz kendilerinden de bir şeyler katarak toplumu ayakta tutan güçlü sütunlar olarak yerlerini alabilecek, doğru ve temiz bir dille konuşabileceklerdir.
Önemli olan gençliğin denemeleri değil, sorumlu kuruluşların,temel direklerin güzel ve zengin bir Türkçe için neler yaptığı, ona nasıl sahip çıktığıdır. Dilimizin yozlaşmasını istemiyorsak, önce bizlerüstümüze düşeni yapmalıyız. Nasıl mı?
İlgilenerek, sahiplenerek, çaba göstererek ve hepsinden önemlisibirilerinin bu hataları düzeltmesini bekleyerek değil, kendimiz neyapabiliriz, diye sorup, harekete geçerek...
Evde çocuğumuzu kitapla tanıştırıp, okuma alışkanlığı verip, sözcükdağarcığını genişleterek; sonra okulda okuduklarını inceleyip, okulidaresi ve öğretmenlerle görüşüp daha aydınlık ve akıcı bir Türkçeyleyazılmış, sıkmayan, kendini okutan kitapların yazılması için gerekli yerlere başvurulmasını sağlayarak; ve televizyon kanallarına mektuplaryağdırarak gençlerimize olumlu örnekler sunmaları konusunda bir toplumbaskısı oluşturarak gerçekleştirebiliriz bunu.
Tüm bu gerçekler ortadayken, gençlik dilimizi yozlaştırıyor demek,işin kolayına kaçmak olmuyor mu?
:::::::::::::::::::
Neden telefonda bu kadar çok konuşurlar?
Gencimiz okula sevgili arkadaşıyla aynı serviste gider, gelir.Sınıfta yan yana oturur böylelikle tüm günü birlikte geçirirler. Oysa eve gelir gelmez telefonun başına geçer ve sanki arkadaşıyla yıllardırgörüşmemişler gibi uzun mu uzun bir sohbete dalar. Eh, bu arada faturada kabardıkça kabarır.
Bizim, Kızım-oğlum daha yeni arkadaşından ayrıldın. Ne var bukadar konuşacak. Yeter artık, feryatlarımıza ya aldırmadan konuşmasınısürdürür ya da, Üff anne, rahat bir telefon konuşması bile yapamıyorumbu evde, diye söylenir. Faturalar kötü kader gibi kapımızı çaldığındaysa,babanın haklı öfkesini göğüslemek, o cici cici odasında otururken, yinebiz annelere düşer.
Gençler niye bu kadar çok telefonda konuşurlar, hiç merak ettinizmi?
Ben ettim ve araştırdım. Efendim, çocuklarımız gençlik dönemineadım atarken bir kimlik arayışı içine giriyorlarmış. Ve bu nedenle sürekli kendilerini, arkadaşlarını, içinde yaşadıkları ortamı sorguluyor ve fikirler üreterek işin doğrusunu bulmaya çalışıyorlarmış. Bunu yaparken dekendi yaşdaşlarının neler düşündüğünü merak ediyor, kendi fikirlerinionlarınkiyle kıyaslamak istiyorlarmış.
Bence coğrafyacı sınıfta Füsun'a öyle bağırmamalıydı. Neymiş:dalga geçiyormuş. Sonuçta herkesin başına gelebilir böyle bir şey,öyle değil mi?
Karşı taraftan ilginç bir gözlem...
Bence bugün aşırı sinirliydi. Okula gelmeden önce belki de kocasıylakavga etti.
Karşılıklı kıkırdaşmalar...
Füsun da havalara girdi bugünlerde. Farkında mısın?
Canım anlasana. Serhat'la çıkmaya başladı ya... Hem biliyormusun geçen gün Rana'ya ne demiş?
Ne demiş?
Serhat'ı tanıdıktan sonra hayatım anlam kazandı, demiş.
Atıyorsun!
Valla! Rana yalan mı söyleyecek?
Ne demiş, ne demiş?
Serhat'ı tanıdıktan sonra yaşamım anlam kazandı, demiş.
Ay, inanmıyorum!
Ve karşılıklı aygın baygın sesler...
Bence bu kızın hayatı numara.
Bence de...
İşte bu, Bence... sence...lerle çeşitli konularda fikir yürütüyor,kendilerinin ve arkadaşlarının düşüncelerini kıyaslıyorlarmış. Aslındaböyle fikir cimnastiği(!) yapmaları, azıcık dedikodu koksa da kıvanç verici. Ah, bir de o faturaları ödeyen bizler olmasak...
İşin kökünde kendini tanımak, çevresinde olup bitenleri sorgulamak,düşünmek ve yanıtlar aramak yatıyormuş. Öbür yandan, bu telefonbaşıkimlik arayışlarının aile bütçesine okkalı darbeler indirmesininyanısıra, akşama eve önemli bir konuk getireceğini bildirmek isteyenbabanın, sürekli meşgul sinyaliyle karşılaşması işin boyutunun daha daciddileşmesine neden oluyor.
Bu durumda yapmamız gereken gencimizi karşımıza alıp, evdekitelefonu kullanmanın bir anayasal hak olmadığını, sadece ve sadecebabasının ter dökerek ona sağladığı bir ayrıcalık olduğunu; ayrıcaİnsan Hakları Evrensel Bildirisi'ne göre bu dünyada herkes eşit kabuledildiğinden, telefon kullanma hakkının da eşit olması gerektiğini, buna uymadığı takdirde düzeni altüst eden bir anarşist konumundamütalaa edileceğini; böyle bir durumda da çoğunluk bizde olduğundan adilbir oylama sonucunda ona rahatlıkla ambargo uygulayabileceğimizidiplomasi diliyle tatlı tatlı anlatmalıyız.
Gencimize çalışma olanakları sağlayabilmiş olsak, bir çözüm dahavar. Ayrıntılı fatura isteyip, ay sonunda bunu onun önüne koyarak çokdaha etkin bir yöntem uygulayabilmiş olurduk. Ama böyle bir olasılıkbizler için henüz geçerli olmadığından, diplomasi dilini kullanmak tekçıkar yol gibi görünüyor.
Bu uygulamanın dışında makul ölçüde yapılan konuşmalar vesınav öncesi gibi kritik günler için biraz daha anlayışlı davranmamızgerektiğini bilmem hatırlatmaya gerek var mı?
:::::::::::::::::::
Müzik patlaması...
Farkındaysanız son yıllarda adeta bir patlama yapan radyolarla,genç popçularla ve diğer alandaki şarkıcılarla bol bol müzik dinleyenbir toplum olduk. Bu da güzel bir gelişme. Müziğimizde bir kendini arayış, Doğu Batı kültürü arasında bir sentez kurma çabası var. Başıçeken de yine gençler. Radyolarda müzik; canlı, tempo sohbetlerle sürdürülüyor ve bazıları da gençlerden gençlere yararlı mesajlar gönderiyor.
Diğer ülkelerde pek çok konu müzik aracılığıyla iletiliyor gençliğe.Çevrecilik, yağmur ormanlarının korunması, sevgi, dünya barışı, dostlukgibi konular işleniyor bu hareketli parçalarda. Operacılarlapopçular, yardım dernekleri için biraraya geliyor, dev konserler veriyorlar. Kimi Pavarotti için, kimi Sting için gidiyor ve böylece ikideğişik müziğin değişik kitlelerce tanınması sağlanıyor. Olimpiyatlarda veDünya Futbol Kupasında en ünlü operacılar birlikte özel konserler veriyorlar. Sporla müziğin birleştiği ortamda, bir zamanlar küçük bir grubundinlediği ve sevdiği operayı artık gençler de tanıyor ve severek dinliyor.
Müziğin dili evrensel olduğundan, böylesi bir gelişimden bizler deetkileniyoruz. Gençlerin sevgilisi Burak Kut'a en beğendiği sesler sorulduğunda, Dışarıda en beğendiğim Pavarotti, içerideyse Hakan Peker,diye yanıtlıyor. Fahir Atakoğlu'nun besteleri yepyeni bir boyut getirdi müziğimize. Zülfü Livaneli, Yeni Türkü grubu ve Sezen Aksu'nun başıçektiği akım, Batı çalgılarıyla bizimkileri kaynaştırıyor. Gençlerin çoksevdiği şarkıların melodilerine bazen kanunun yağmur damlalarını andırankristalimsi sesi, bazen de derinden gelen bir ud sesi karışıyor veortaya gerçekten büyük bir zevkle dinlenen parçalar çıkıyor.
Gençlerimizin bir arayış içine girmeleri sonunda ortaya çıkan başarılarbunlar. Bu kişileri ünlü yapan, o kasetleri alıp dinleyen, konserleregiden ve bu tür gelişmelere bir zemin hazırlayan yine gençler. Müzikte inanılmaz bir zenginlik yaşıyoruz bugünlerde. Bir bakıyorsunuz, koskoca bir festival Bilkent Gençlik Orkestrasıyla açılışını yapıyor. Bir bakıyorsunuz Sting'in müziğiyle coşuyor, sonra da koca stadyumda hep birlikte çevre yemini ediyorlar. Bir bakıyorsunuz, dedelerinin gözlerini yaşartacak biçimde Muazzez Abacı'yla eski şarkıları söyleyebiliyorlar. Bazen de heavy metal'le kafa şişiriyorlar! Eh, ne yapalım, o kadar kusur kadı kızında da olur. Hoş, bu bizim fikrimiz, onların değil. Kimbilir, gün gelir, belki biz olgunlar, bu tür müziğe de alışırız.
Aramızdaki tek sorun, müziğin ses ayarı. Bizler müziğin uygarcadinlenmesinden yanayız. Saygıdan yanayız. Ses kirlenmesini oluşturantüp gaz, sebze meyve satıcılarının, reklam kamyonetlerinin, seçimaraçlarının gürültüsüne karşıyız. Gençlerimizin müziklerini dinlerken,başkalarını rahatsız ederek aynı paralele düşmelerini istemiyoruz. Saygılıolmalarını bekliyoruz.
Aynı ailede iki genç vardı. Ailenin büyük teyzesine ayrı ayrı ziyaretegitmişler, ikisi de bir süre kalmışlardı. Daha sonraki yıllarda aynı teyzegençlerden birini sürekfi ağırlamış, gezdirmiş; diğeriniyse bir dahadavet etmemişti.
Davet edilen genç saygılı biriydi. Yatıda kaldığı evin bireylerine,yoluna yordamına uyuyor; kendi odasını topluyor, ev işlerine yardımcıoluyor ve teşekkür etmesini biliyordu. Demek ki, evinde iyi eğitilmişti.
Diğerindeyse ne yazık ki bu saygı yoktu. Yatağını toplamıyor, odasınıdarmadağınık bırakıyordu. Yemek saatinde bir türlü sofraya gelmiyor,herkesi bekletiyordu. Yardım etmek şöyle dursun, kendi dağıntısınıortada bırakıyordu. Ve, teşekkür etmesini bilmiyordu. Demek ki, eğitilememişti ve bunun bedelini de hiçbir yere istemeyerek ödüyordu.Hiç kimse saygısız birini çekmek zorunda değil. İşte bizler çocuklarımızasaygılı olmayı öğretirken, onları böyle bir duruma düşmektenkoruyoruz. Sevimsiz ve saygısız bir insan olarak değerlendirilmeleriniönlüyoruz. Her gittiği yerde sevinçle kabul görmelerini sağlayacakkadar seviyoruz onları.
Müziğini dinlerken bile etrafındakilere saygılı olmasını öğretmek deböylesi bir kişiliği oluşturan ayrıntılardan sadece bir tanesi. Konuyu bu çerçevede açıklarsak, eminim bize hak vereceklerdir. Kendibaşınayken dilediği gibi dinlemekte özgür ama başkaları varsa, ait kattabir hasta, yan tarafta uyuyan bir bebek ya da geç saatlere kadar çalışan biri varsa, onları da düşünmek zorunda. Saygılı, bunun karşılığında da sevgive saygı gören biri oimalı gencimiz. Bu da sert uyarılarla değil,konuya o açıdan bakmasını sağlayıp, başkalarına saygı kavramını özümleterekolur.
:::::::::::::::::::
Dev bilmecenin mucizesi...
Bu bölümü toparlarken, gençlerimizin yetişmesi sırasında, şu izinmeseleleri az mı zorlu günler yaşattı bize, diye düşünmeden edemiyorinsan.
Kah tartışılan, kah bağrışılan, kah küsüşülen günler,
Aman Tanrım, yine o acayip kılığa girmiş, diye sessiz çığlıklarınatıldığı günler,
Gece yolunu beklerken, İzin vermese miydim acaba? diye kendikendimizi yediğimiz günler,
Her yanından zincirler sallanan yaratığı can arkadaşım diyetanıştırdığında dehşete düştüğümüz günler,
İlk aşkı için gözyaşı dökerken, elimize sopayı alıp onu üzeni birgüzel pataklamamak için kendimizi zor tuttuğumuz günler,
Taraftarı olduğu takım maçı kaybetti diye akşam yemeğini kesinlikleyemeyeceğini söylemesini, lahavle çekerek dinlediğimiz günler...
Derken bir gün her şey değişiveriyor. Sanki yerde karmakarışıkduran dev bilmecenin parçaları mucizevi biçimde havalanıp yerli yerine oturuveriyor. Tartışmaların yerini dostça konuşmalar alıyor.Çocuğuyla değil de sanki bir arkadaşıyla konuşuyor insan. Hem de herkonuda. Güçlü bir sevginin biraraya getirdiği yepyeni bir beraberlikyaşıyoruz.
Ve... uzun bir kıştan sonra baharda açan ilk beyaz lalenin naringüzelliğini seyredermişcesine hayranlık ve gururla bakıyoruz bu yeni ve genç dostumuza.
Şimdi okuyacağınız şiir bu değişimi öyle güzel anlatıyor ki...
İŞTE GELDİK
İnsan yirmiye geldi mi
Kendine biraz dur demeli
Hayatı bir düzene girmeli
Sevgililerini elemeli
Aşkla işi karıştırıp
Her şeyi kördüğüm etmemeli.


İnsan yirmiye geldi mi
Hayatı daha çok sevmeli
Daha çok gülmeli
Gözyaşlarını bırakıp
Geleceğe umutla yürümeli.


İnsan yirmiye geldi mi
Dostlarını bilmeli
Düşmanlıktan vazgeçip
Herkesle iyi geçinmeli.


İnsan yirmiye geldi mi
Aynada kendine gülmeli
Kusurları bir yana atıp
Güzelliklerini görmeli


İnsan,yirmiye geldi mi
Çocukluktan silkinmeli
İnsan yirmiye geldi mi
Büyümeli.
Özge Sağduyu
:::::::::::::::::::
Gerçekten... Nedir Eğitimin Amacı?
Hangi düzeyde olursa olsun, eğitimin amacı insanın kişiliğinigeliştirmektir. Yaşamın kendisine ve başkalarına ifade ettiği anlamıkavramaktır. İşte budur eğitimin temel çizgisi; gerisiyse süslemeden ibarettir, diyor Grayson Kirk.
Eğitimin amacı bireyi, kendisinin ve başkalarının hayatını heranlamda iyileştirmek, yaşadığı toplumu ve dünyayı bulduğundan birparça da olsa, daha iyi durumda bırakma düşünce ve çabasınayöneltebilmektir.
İşte asıl öğretilmesi ve öğrenilmesi gereken konuların çok kısa birözeti. Ve bakın bir gencimiz ne demiş, Amacım bana verilen yaşamaödülünü en iyi biçimde hak etmek. Bu da hem kendim, hem de başkalarıiçin çalışarak olur. Buna siz ne dersiniz?
Ne mi derim sevgili Elif? Bu sözlere hem doğruluğu, hem de buyaşta sergilenen olgunluk açısından sadece ve sadece hayranlık duyulur,derim.
Oysa bizler bu kadar önemli konuları, eğitim diye sayfalarlaezbelenen dersler ve alınan notlarla karıştırıyoruz. Bakın eğitim veöğrenimin arasındaki farkı Walter Percy nasıl tanımlamış. Okuldaki derslerinizden on aldığınız halde, hayat diye adlandırılan dersten pekala da çakabilirsiniz.
Gençlerimiz de bu eksikliğin farkındalar, nitekim bir tanesi mektubunda,Okullarda yalnızca bilgiyle öğretim yapıldığı için hayat nehrininiçine çırılçıplak itiliyoruz, diyor. Ne güzel ifade ediş! Gerçekten deeğitimin amacına uygun davranmaz, yani çocuklarımızı hayata hazırlayıcıbilgileri vermezsek, bir insan yetiştirdik diyebilir miyiz?
Okulda öğretilenler de gerekli ama sadece bu süslemelerle yetinirsek,gencimizi dışı süslü, içi boş ve hayata karşı savunmasız bırakmış olmuyormuyuz? Oysa neydi eğitimin amacı?
Gençlerimize yaşamın anlamı ve amacını özümletmek...
Kendisinin bu dünyadaki yeri ve önemini anlamasını sağlamak...
Kendi gücüne ve yapabileceklerine uyandırmak...
Kendi kafasıyla düşünmesini ve karar almasını öğretmek...
Kendi kendinin insanı olabilmesi için destek vermek...
Kendini iyi hissetmesini sağlayarak hayata olumlu bakabilmesinigerçekleştirmek, yürekli ve neşeli olmasını sağlamak...
Kendinden başkalarına da hizmet vermesi gerektiğini ona anlatmak...
Çağdaşlığın ve yaşam düzeyinin serpilip gelişebilmesi için herkesin birbaşkasına el uzatması, yardım etmesi, eser üstüne eser koyması, emeğeemek katmasının önemini, kısaca hizmet verme kavramını açıklamak...
:::::::::::::::::::
Kafa ve gönül zenginlerinden kendilerine model alacakları örneklervermeliyiz
Evde bizler, okulda öğretmenleri bu konuları onlara üşenmedentekrar tekrar anlatmalıyız. Her küçük olaydan, her fırsattan yararlanarak onlara hayat dersleri vermeliyiz. Okullara düşünürleri, eğitimcileri, toplumda güzel işler başarmış olanları davet edip sadecemeslek seçimi konusunda değil, yaşam hakkında da onları aydınlatmalı, dahaiyi şeyler için heveslerini ateşlemeliyiz.
Onurlu kişilerin onurlu amaçlarını ve başarılarını anlattırarak, gençlerekendilerine model olarak alabilecekleri örnekler sunmalıyız. Hayranolacakları, imrenecekleri, kafa ve gönül zenginliği sunacak kişilerletanıştırmalıyız çocuklarımızı. Cehaletin ve fakirliğin bir yazgı olmadığını,bunu değiştirecek güce sahip olduklarını; sorunların her zaman olacağını,buna karşın insanın sorunlarla savaşacak gücünün bulunduğunuhatırlatmalıyız. Tanrı sorunları verdi ama bunları taşıyabileceğin omuzları da verdi, diye bir atasözü vardır. Onlara bu sözün doğruluğunukanıtlayacak örnekleri bulup, göstermeliyiz.
Belki bazı şeyleri bugünden yarına değiştiremeyeceklerini amaküçük de olsa herkes bir şeyler yaparsa, bunun bir sonrakilere nebüyük bir armağan olacağını anlatmalıyız onlara. Örneğin, ülkedekitüm cehaleti ben tek başıma yok edemem ki, diye düşünmek yerine birtek kişiye okuma yazma öğretmenin de elinden geleni yapmış ve insanlığakatkıda bulunmuş olmanın huzurunu ona yaşatacağını; onun gibidüşünenlerin eylemleri sonucunda, damlaya damlaya göl olur, misaliyine de bir şeylerin değişeceği umudunu vermeliyiz gençlerimize.
Bir tek fidan dikmenin, kendi kapısının önünü süpürmenin, güçdurumda olan birine yardım etmenin, birine bir şey öğretmenin hizmetverme eylemini gerçekleştirmek olduğu ve önemli olanın kişinin birfark yarattığını bilmesinde yattığını açıklamalıyız çocuklarımıza. Ve herkeskendi küçük görevlerini yaptığında da farkların gerçekleşeceğinianlatmalıyız. Belki bunu o göremeyecektir ama bu tür hizmet anlayışındaönemli olan, amacına bugünden yarına ulaşmak değil, görevini yapmış,insanlığın gelişimine katkıda bulunmuş olmaktır. İşte bunları daöğretmeliyiz gençlerimize.
Gelip geçerken, ardında sağlıklı bir çocuk, bir küçük bahçe ya daiyileştirilmiş bir toplum umudu bırakarak, dünyayı bulduğundan bir parçacık da olsa, daha iyi durumda bırakmak; sayende tek bir kişinin bile olsa daha rahat nefes aldığını bilmek. İşte bu başarılı olmak demektir,diyerek Emerson'un sözleriyle seslenmeliyiz çocuklarımıza.
Onlarla hayat, temel ilkeler ve eğitimin amacı hakkında konuşmalı,bilgilendirmeliyiz. Bunu yapmazsak doğacak boşluğu tıpkı gürültü kirliliği gibi hiçbir işe yaramayan, hiçbir yere varmayan fikirler dolduracaktır. Köşedönücülük, gösterişli yaşam merakı, sırf tüketmek içinbol para arzusu gibi; sivri ve çağdışı akımlarda çıkış yolları aramak, gibi;olumsuzluk, umutsuzluk, nemelazımcılık, adam sendecilik gibi düşünce kirlilikleri dolduracaktır bu taptaze, pırıl pırıl kafaları.
Gençlik gürül gürül akan bir ırmak gibidir. Bir onu doğru yönlendirmekvar, bir de ilgilenmeyerek bir o yana bir bu yana dağılmasına vegiderek eriyip yok olmasına izin vermek... Hepimizin birinci görevi bu görkemli ırmağın coşkuyla, neşeyle, dağılmadan gürül gürülakmasını sağlamak. Bunu yapmaksa Nil nehrinin kaç metreküp su döktüğünüezberleterek değil; yaşamın anlamını, kendi gücünü ve önemini öğretipsonrada bu öğrendiklerini uygulayarak özümlemesine zemin hazırlayarakgerçekleşebilir.
Pek çok öğretmen şimdiki gençlerden yakınıyor. Her şeyi paraylaölçüyorlar. Akılları fikirleri kolay para kazanmak. Köşedönücülük onlariçin bir başarı ölçütü. Kısaca gençlikten hiç umudumuz yok, diyorlar.
Para kazanmayı istemek kötü bir şey değil, iyi bir şey. Daha iyiyaşamak, üretken olmak, hayatın zevkli yanlarının da tadını çıkarmak,birilerine yardımcı olmak amacı güdüldüğü sürece. Öte yandan sırfcaka satmak, gösteriş yapmak, tüketmek için olursa o zaman gençlerimiziiyi ve kötü örneklerle ikna etmeli ve aradaki farkı vurgulamalıyız.
İki baba örneği var. Bir tanesi öldüğünde ayakkabısının altı deliktiama üç çocuğunu da okutmuş, onları kendinden çok daha iyi düzeyegetirebilmek için savaş vermişti.
Diğeri köşeler dönmüş, oğullarını da alet etmişti. Bol para içindeyaşayan ve sık sık dedikodu dergilerinde fotoğrafları çıkan bu delikanlılar, kaçakçılık suçuyla yakalanınca bu kez gazetelerinbaşsayfalarında sergileniyorlardı. Ardından iflas, mahkemeler ve cezaevi...
Gençlerimizi bu somut örneklerle ikna etmeli, işin yaldızlı yanınıdeğil, gerçek yüzünü göstermeli, tartışmalı, bıkmadan usanmadan(ama bu arada onları usandırmadan tabii ki) anlatmalıyız.
Bir de bezginler, umutsuzlar var. Her şeyi maddi sıkıntıya bağlayıp,savaşımı daha başından bırakan yenikler... Oysa buraya kadarsözünü ettiklerimizin parasal güçle ilgisi yok. Bunları elde edememekiçin fakirlik mazeret değil ki... İnsan onuru, dürüstlük, çalışkanlık, dayanışma, yaşamın anlamını kavrama, kişisel gelişim, hizmet vermekavramlarını elde etmenin parayla hiç mi hiç ilgisi yok. Bunlar kafa vegönül zenginleri.
Böyle bir örneği İstanbui'un en ünlü birkaç kuaföründen Bebek'tekiYaşar Bey diye anılan Yaşar Coka'nın anlattıklarında bulabiliyoruz.Rahat bir yaşamı var, iyi kazanıyor ve en önemlisi çocuklarını en iyibiçimde okutabilmiş. Bunu başarmış olmak onun en büyük övüncü,çünkü kendisine böyle bir olanak sağlanamamış. Çocukluğu kısıtlıkoşullar içinde geçmiş geçmesine ama baba evindeki yaşamı anlatırkengözleri sımsıcak bir sevgiyle parlıyor.
Anadolu'nun küçük bir kasabasında yaşıyorduk. Babam bakkaldı.Beş kardeştik. Hayat zordu ama çok da tatlıydı, çünkü evimizde dayanışmavardı, diye anlatıyor.
Babam kış için odunları içeri taşırken başta annem, ben ve kardeşlerimyardım ederdik. Odunları hep birlikte taşır, düzgün sıralarhalinde dizerdik. Sabah birlikte kalkılır, birlikte kahvaltı edilirdi. Tüm işleri beraber yapardık, onun için de hepimiz işleri de,zorlukları da benimsemiştik. Annem çok akıllı ve zevkli bir kadındı. Tümpencerelerimiz çiçekler içindeydi. Fazia bir eşyamız yoktu ama pencereiçlerine annemin renk uyumuna özen göstererek dizdiği saksılar evimizebambaşka bir güzellik verirdi.
Her yardım edişimde annem beni över, Ellerin dert görmesinoğlum, ne de güzel yaparsın her işi, diye öyle bir yüreklendirirdi ki, ne iş olsa koşardım. Babam anneme çok saygılıydı. Bir kez olsun işbuyurduğunu duymadım. Dayanışma ve yardımlaşma vardı evimizde. Şimdidönüp bakıyorum da, kendi evimde yaşadığım o dayanışma, çalışkanlık,dürüstlük; o sevgi, saygı meğer ne büyük şeymiş. Annemle babamokumuş insanlar değillerdi ama değme okumuşların aile düzenine taşçıkaracak bir yaşam biçimi vardı bizim evimizde. Bugünkü başarımı veçocuklarıma verebildiklerimi, evimizin o anlamlı düzenine borçlu olduğumu düşünmüşümdür hep.
Çocuklarımıza ve gençlerimize yeri geldikçe Yaşar Coka örneğindeolduğu gibi gerçek kişiler ve olayları anlatarak mesaj vermeliyiz.
:::::::::::::::::::
Umut, bir amaca sadece iyi olduğu için yönelebilme gücüdür
Gençlerimizin umutsuzluğa, karamsarlığa kapılrnalarına izin vermemeliyiz.Daha işin başından yenik insanlar olmamaları için elimizden geleniyapmalıyız.
Çek Cumhuriyeti Başkanı ve yazar Havel'in hapisteyken kalemealdığı şu sözlere bir bakın.
Umudun dünyanın durumuyla ilgisi olmadığını, bunun bir tutum,bir düşünce biçimi olduğunu savunuyor ve diyor ki, Umut içimizde yavardır ya da yoktur; o ruhumuzun bir uzantısıdır da diyebiliriz... İşte umut bu derin ve güçlü anlamıyla bir amaca doğru başarılı olacak diyedeğil, sadece ve sadece o amaç iyi bir amaç olduğu için ona yönelebilmegücüdür. Ve hepsinden öte, içinde bulunduğumuz koşullar şu andaki kadarumutsuz olsa da, bizlere yaşama gücü ve sürekli yeniliklere yönelmekuvvetini verir.
Gençlerimize umudu böyle anlatmalıyız. Umutlu olmanın basit birPollyanna'cılığa indirgenemeyeceğini; umudu, olumlu ve iyimser olmanınbir ruh zenginliği, bir içgüç göstergesi olduğunu açıklamalı ve busözleri yazan o dönemin hapisteki adamı Havel'in, bugün kendivatandaşlarının ve tüm dünyanın saygıyla alkışladığı bir devlet başkanı veyazar olduğunu da anlatmalıyız.
Birisini dinlerken hep düşünmeli ve sorular sormalılar. Ancak böylegerçeğe varabilirler, Bunca sözden sonra ne dedi bu adam? diye işinözüne gidebilmeliler.
Bir yazıyı okurken, Nedir konunun ana fikri? Verilmek istenenmesaj var mı? Varsa ne? Yardımcı fikirler neler? gibi soruları sorarak okumalılar.
Kendilerine her söyleneni, her okuduklarını kayıtsız şartsızkabullenmemeliler. Bir de bunun karşısında konuşanı dinleyip, yazanınyazdıklarını okumalı ve ancak ondan sonra kendi fikirlerini oluşturmalarını öğretmeliyiz onlara.
Sorgulayarak düşünmeyi öğretebilirsek, gençlerimizi pek çok yanılgıdankoruyabileceğiz. Daima soru sormayı, işin doğrusunu bulmakiçin araştırarak düşünmeyi, konuları çeşitli ve zıt yönleriyle iyicesoruşturduktan sonra oturup kendi fikrini oluşturması gerektiğinianlatmalıyız.
:::::::::::::::::::
Liderlik vasfı: Düşünceyle eylemi birleştirmek
Çocuklarımıza liderlik vasfını aşılamalıyız. Bir toplumda lider olmanınbir partinin başkanı olmakla sınırlanamayacağını anlatmalıyız en önce.
Kaldığımız motelin plajı Akdeniz'in güzel koylarından birinin içineyerleşmişti. Günlerden bir gün yine deniz kıyısına indiğimizde o güzelim,tertemiz plajı çöplerle dolu bulduk. Bir gemi geçerken çöpünü denizeatmış, rüzgar da getirip kıyıya yığmıştı. Denize girilir gibi değildi.Bir iki kişi hemen görevlilere haber verdi. Gelen yanıt, motelin o çöpleri temizleyecek personeli olmadığıydı. Bir tek yaşlı bahçıvan vardı,o da zaten bahçe bakımıyla meşguldü. Gerçekten de az sayıda çalışanı vardıbu küçük motelin.
Deniz kenarında mahzun mahzun, Eh, ne yapalım, bugün de denizegirmeyiveririz. Güneşlenir sonra da duş alırız, diye düşünürken, gürbüzbir Alman kadınının sert adımlarla kıyıya yaklaştığını gördüm. Geldi,durup çöplere baktı. Sonra havlusunu serdiği şezlonga yöneldi, saatiniçıkarıp masanın üstüne koydu, vücudunu bir güzel yağladı, başınagüneş şapkasını geçirdi, tekrar kıyıya döndü. Ve... başladı çöpleritoplamaya.
Oturduğum yerden onu gözleyen ben, birden çok utandım, sankiyabancı biri evime girmiş de yatağımı topluyor, odamı süpürüyor gibibir duyguya kapılıp hemen yerimden fırladım ve ben de bulunduğumyerdeki çöpleri toplamaya koyuldum. Tam o sırada gelen kızım biz ikikadını harıl harıl çalışır görünce o da işe koyuldu. Kısa süre içinde plajainen erkek kadın tüm müşteriler bize katıldılar. Derken müracatta çalışandelikanlılar geldiler. Zahmet etmeyin, biz toplarız, dediler. Onlarınsesinde de, benim az önce duyduğum mahçubiyet gizliydi. Hepimizin devamettiğini görünce, bu iki delikanlı paçalarını ve ütülü beyaz gömleklerininkollarını sıvayıp bize katıldılar.
Öğlene kadar dura dinlene çaiıştık, ne de olsa bir avuç insandık.Birkaç saat sonunda, çöpler düzgün kümeler halinde bir kenara toplanmış,plajımız eskisi gibi tertemiz olmuştu. Tanışmadığımız halde birlikteçalışıp, plajı temizlemek aramızda bir dostluk oluşturmuştu. Birbirimizegülümsedik, onlar Almanca, biz Türkçe bir şeyler söyledik ve temizdenizimize girip, doyasıya yüzdük. Plaj bizim ortaklaşa malımızdı artık.Onu temizlemiş, emek vermiştik. Küçük de olsa iyi bir şey yapmıştık.
Akşam garson servis yaparken, Aşçımız özel bir tatlı hazırladı, nede olsa bugün çok çalıştınız, diyerek şakayla karışık yapılan işe duyduğusaygıyı belirtti. Belli ki bu çalışma onu da etkilemişti. Ve tüm buduyguları ateşleyen o gürbüz Alman kadınıydı.
Bir lider gibi davranmıştı.
O gün plajın, motelde kalan birkaç ailenin ve otel çalışanlarının lideriydibu kadın.
Emirler mi yağdırmıştı? Güç gösterisine mi girmişti? Hayır, hayır,hiçbirini yapmamıştı. Sadece küçük ama iyi bir şeye tek başına girişmişve yapılması gerekeni yapmıştı. Kimseden destek ya da yüreklendirmebeklememiş, yapmayı düşündüğü işin doğruluğuna inandığındanişe koyulmuş ve sonuna kadar çalışmıştı. İyi bir örnek oluşturduğu içinde, diğerleri ona katılmışlardı.
İşte budur liderlik.
İnsanlar iyi şeyleri de taklit ederler, kötü örnekleri de. Biriarabasını yanlış yere park ederse, onu gören bir başkası da aynı şeyiyapacaktır. Liderlerse iyi örnekler sunanlardır. Toplumun hangi kesiminde olursak olalım, yaşamımızın hangi döneminde olursak olalım, liderlik vasfımızsürekli sorgutanır. Örneğin, plajda o gün ben liderlik vasfın! ıskalamıştım.Neden mi? Çekingenlikten. Acaba otel çalışanlarına ayıp mı olur;acaba ne yapıyor bu kadın böyle, derler mi diye kirli denize karşı mahzun mahzun oturup kalmıştım. Oysa gerçekten de içimden hemen opisliği temizlemek gelmişti. Ama işte... içinden gelmek yetmiyor. Bir adım daha atıp düşündüğünü uygulamak gerek. Düşünceyle eylemibirleştirmek gerek. Lider olmak, daha da önemlisi liderler yetiştirmekgerek.
Ünlü liderler var, ünsüz liderler var. Kurtuluş Savaşının ünlü lideriAtatürk ise, ünsüz liderleri de canını, malını ortak dava için ortaya koyabilen ve bizlere bugün bu topraklar üstünde yaşama olanağı sağlayanbinlerce kadın ve erkektir. Bizim kuşaktan diyebilirim pek çok kişinin dedesiyle ilgili dinlemiş olduğu kahramanlık öyküleri vardır. Kimi rahat muayenehanesini ve kazancını bırakıp dağiara çıkmış, yıllarcaaskerlerimizin peşinden ceph,e cephe dolaşarak yaralıları tedavi etmiştir. Kimi İstanbul'da kadıyken, Mustafa Kemal'e katılmak için Anadolu'ya geçmişve o zorluklar içinde işe hukuksal açıdan yardımcı olmuş. Kimi tümürününü askerlere vermiş, kimi evini yaralı askerlere açmış. Öyle çokevde, öyle çok anlatılanlar var ki...
Onların lideri Atatürk'tü, ama onlar da birer liderdiler. Ben neyapabilirim; nasıl bir katkıda bulunabilirim? demişler; Ben bir tek kişiyim. Benden ne olur ki... demek akıllarına bile gelmemiş, yapmaları gerekeni yapmış ve böylelikle her biri çevresindekileri ateşteyebilmişti.
Lider olmak için dahi olmaya da gerek yok. Gandi'yle ilgili birkitap yazan Ved Mehta, Gandi'yi şöyle anlatıyor:
Tanrı Gandi'ye ne bilimsel, ne de sanatsal yönden üstün bir yetenekvermişti. Ünlü üniversitelerden dereceler alarak da mezun olmadı.Hiçbir seçimde aday olmadı ve bu tür bir göreve de gelmedi. Ama 1948yılında yetmiş sekiz yaşında öldüğünde tüm dünya onun yasını tuttu.Gençlerimize liderliği bu açıdan da anlatmalıyız. Kişi nasıl bir insanolduğuyla, neler yaptığıyla, sağladığı yarar oranında en küçük çevredebile bir lider olabilir. Bunun yüksek okullar, parlak ortam, güçlü çevre, ünlü olmak, siyasetçi olmakla ilgisi yok.
:::::::::::::::::::
Lider olmanın sekiz temel kuralı
Ve gelelim işin pratik yönüne. Uzmanlar çocuklarımızı bir lider gibiyetiştirebilmemiz için sekiz temel kuralı uygulamamızı öğütlüyorlar.Birinci kural, daha ilk günden başlayarak onların kendilerine güveninisağlamamız gerektiği. Bunu yapabileceğini biliyorum, diyerekbu duyguyu geliştirmemizi ve yaptın işte, diyerek de devam ettirmemizi öğütlüyorlar. Başardığında samimi övgülerle yüreklendirmemizi;eleştirilerimizde ise hem övgü, hem de yol göstericilik bulunmasına dikkatetmemizi istiyorlar.
İkinci kural, keşfetmek istedikleri alanlarda onlara destek olmak.Bizlerin genelde güvenlikleri açısından onları engellediğimizi, oysabunun çocukta gelişimi olumsuz etkilediğini vurgulayan uzmanlar,çocukların meraklı oldukları konularda engellenmemelerini, aksine teşvik edilmelerini öneriyorlar.
Üçüncü kural, bazı konularda, çocukların, yapmak istediklerinikafalarının içinde evirip çevirirlerken hemen engelleri düşünmeyebaşlamalarıyla ilgili. Uzmanlar ailelere, çocuklarını engeller üzerindedeğil, başarı üzerinde düşünmeye yönlendirmemizi öneriyorlar. Çocuklarınhatalarını, bunların sonuçlarını ve alınacak dersleri öğrenememelerininaltında, ailenin çocuklara çok sık karışmasının yattığını vurguluyorlar.Deneyen başaramayan, hatalarını düzeltip tekrar deneyen çocuğunkararlı olduğunu ve başarısının kaçınılmaz olduğunu ifade ediyorlar.
Dördücü kural, çocukların gelişme çağında zengin bir hayal dünyasınasahip olduğunu kaydeden uzmanlar, bu hayallerin saçma görünseler dahiteşvik edilmesini öneriyorlar. Bir hayali olan, bunu diğerlerineaçıklayabilen ve onları kendi yolunu izlemeleri için ikna edebilen kişinin lider olabileceğini, bunun ilk adımının da hayal gücü olduğunubelirtiyorlar.
Beşinci kural, Eğer, diyebilmek. Olasılıkları düşünmenin liderliğinişaretlerinden biri olduğunu bildiren uzmanlar, bir sorunu inceleyip,nasıl çözüleceğini diğerlerine gösterenlerin her zaman yol göstericilerolarak sivrileceklerini belirtiyor ve bunun için ailelerin çocuklarına Eğerbunu yaparsan, ne olur? gibi sorular yöneltmelerini öneriyorlar.
Altıncı kural, liderliğin uygulamayla güçlendirilmesi gerektiğinibelirten uzmanlar, idealleri olan bir çocuğun liderlik becerilerini göstermekiçin fırsatlara gereksinimi olduğunu söylüyorlar. Ailelere, çocuklarınınsorumluluk alanlarını desteklemelerini; onları spor takımlarına, izcigruplarına, sosyal kuruluşlara kaydettirmelerini öğütlüyorlar.Yedinci kural, kendini ifade edebilme. Uzmanlar, başkalarınınönünde kendini çekinmeden ifade etmenin anahtar becerilerden biriolduğu görüşünde birleşiyorlar.
Ve sekizinci kural, SYS formülü. Uzmanlar, anne babaların çocuklarındageliştirmeleri gereken temel özellikleri SYS formülüyle belirliyorlar. Buformül, saygı, yaratacılık ve sorumluluk olarak tanımlanırken;ailelerin bu konularda çocuklarına sözlerden çok davranışlarıyla örnekolmaları gereğini de özellikle vurguluyorlar.
:::::::::::::::::::
Aile-okul-medya üçgeni
Çocuklarımıza, gençlerimize bu tür bilgileri verebilmek için birsacayağı oluşturmalıyız.
Aileler, okul ve medya...
Evde aileler, okulda öğretmenler ve hayatımızın, itiraf etsek deetmesek de, önemli bir bölümünü alan televizyonla aynı mesajları verirsekgençlerimizi boşluğa düşmekten kurtarır, yönlendirebiliriz.
Veliler olarak bizler ne yapabiliriz? Pek çok şey! Ve bu pek çokşeyi iki başlık altında toplamak mümkün. Evin içindeki ve dışındakigörevlerimiz...
Evin içindeki görevimiz çocuğumuzun dersleri ve çalışmalarıylailgilenmekse, evin dışındakiler de onun mahallesiyle, içinde yaşadığıtoplumla ilgilenmektir.
İnsan hayatı bir bütün. Ona verilenle, yaşadığı yerle, aldığı etkilerlekaynaşmış bir bütün. Şöyle de diyebiliriz, ilk birkaç yıl onunla ilgilenir sonra bu ilgiyi kesersek, çocuğumuz çalışmaları ve gelişmesiaçısından yarım kalacaktır.
Öte yandan kendisi özenle yetiştirilmiş, çevresindekiler yetişmemişseyine bir şeyler yarım kalacaktır. Çocuklarımızın hayatlarını bir bütünolarak yaşamalarını istiyorsak, onlarla hem evde ilgilenmeli ve bu ilgiyi sonuna dek sürdürmeli; hem de okuluna ve topluma katkıda bulunarak,yaşayacağı çevreyi iyileştirme çabasına girmeliyiz. Ancak bu tür birçabayla bir bütünlük ve uyuma doğru yol alabiliriz.
El ele vererek bütün çocuklarımız için çalışmalıyız. Amacımız hepbirlikte ilerlemek, hep birlikte mutlu olmak olmalı.
Evin içindeki ilk görevimiz onu duygusal açıdan okula hazırlamaktır.Okulun, öğrenmenin, ders çalışmanın önemli ama bu arada da zevkli veeğlenceli bir uğraş oiduğunu ona hissettirmektir. Her konuda olduğugibi bu duyguyu da ona ne kadar erken aşılarsak o kadar iyi.Yuvaya ya da ilkokula başlayan çocuğumuzu daha bir önemsemeli, onupohpohlamalı, bir ayrıcalık kazandığını belirtmeliyiz. Okul hakkındaolumlu izlenimler edinmeli. Yaptığı işin önemli ve keyifli olduğunuvurgulamalıyız.
Bu duyguyu verdikten sonra kitapları, okulu ve ödev yapmayı sevdirmekgerek. Bunu her anne kendi yöntemiyle uygulayacaktır. Bütçemizinelverdiğince cicili bicili okul araç gereçleri alarak, daha ilk gündensessizce çalışabileceği bir oda ya da ona ait bir köşe hazırlayarakokulla ilgili oiumlu sorular sorarak onun okuluna iyi duygular beslemesinisağlamalıyız.
Bugün okulda seni en çok ne güldürdü?
Öğretmeninin öğrettikleri arasında en beğendiğini bana anlatır mısın?
şeklinde olumluyu vurgulayarak okul dönüşü sohbetlerini bir alışkanlıkhaline getirmeliyiz. Böyie bir konuşma ortamı sorunları olduğunda daona yardımcı olmamızı sağlayacaktır.
Öğrendiklerini anlattığında bizler de kendi deneyim ve bilgimizlebu öğrendiklerini pekiştirecek konuşmalar yapmalıyız. Başarılarını mutlakaama mutlaka kutlamalı ve onunla ne kadar gurur duyduğumuzubelirtmeliyiz.
Ödevlerin her şeyden önce geldiğini vurgulayarak görev duygusunugeliştirmeliyiz. Bunu yaparken önce kendimiz örnek olmalıyız ona.Bir televizyon programı, ahbap çayı, telefonda gevezelik hiçbir zaman ödevlerin önüne geçmemeli. Çocuğumuzla oturmuş ders çalışırkentelefon çaldığında, arkadaşımıza meşgul olduğumuzu, dersler bittiktensonra onu arayacağımızı söylememiz, çocuğumuzu bin ,tane nasihattandaha çok etkileyecektir.
Bizler saygılı davranarak, çocuğumuza görevlerine saygılı olmasınıöğretmeliyiz. Özellikle olmasını öğretmeliyiz. Özellikle de o küçücükyaşlarda, Aman boşver, dersek, çocuğumuzun okula, öğretmene veuyması gereken kurallara saygısı olmayacaktır.
İlkokul, daha da güzeli okul öncesi, çocuklarımız için bir kitaplıkbaşlatıp geliştirmenin zamanıdır. Öğrendiklerini destekleyecek bilgileri içeren resimli kitaplarla başlayabiliriz işe. Onu eğlendirerek eğitecek kitapları bulup, hem kitabı sevdirmeli, hem de bilgilendirmeliyiz.Önemli günlerde kitap armağan etmek de güzel bir fikir. Örneğin. birinci yaşgününden başlayarak her yaşgünü, ömür boyu kullanabileceği kitaplar veklasik eserlerden bir tanesini alarak, onun için bir kütüphane oluşturmayabaşlayabiliriz.
Televizyondaki ve gazetedeki haberleri, kısa bir süre için bile olsa,onunla konuşacak zaman yaratmalıyız. Olayları karşılıkiı konuşmak, fikrinialmak ve bu olayların insanları nasıl etkilediğini tartışmak çocuğumuza çokşey verecektir.
Okuduğu kitapları biz de okumalı ve bu kitaplardaki olaylar ve kişilerhakkında da konuşmalıyız onunla. Böyle konuşmalar çocuklarımıza nasihatkokmayan mesajlar gönderebümemizi sağlar.
Öğrendiklerini özümsemesine yardımcı olmalıyız. Bir orman gezisi,kitapta okuduğu ağaçları yakından tanıma fırsatı verecektir. Haftasonunda bir müze gezisi, tarihi daha iyi kavramasına yardımcı olacaktır.
İlk yıllarda ödevlerini birlikte yapmak ona çalışma tekniği ve zamanıayarlamayı öğrenme açısından yardımcı olacaktır. Yalnız bu noktadadikkatli olmalıyız. Ödevlerini onun yerine biz yapmamalıyız: ona yol göstermeli ve destek olmalıyız. Bize yaslanmadan kendi başına çalışmasınıöğrenmesi gerek. Ve giderek oyunla çalışma dengesini kurmayı bilmesi gerek.
Ve bütün bu saydıklarımızın gelip dayandığı nokta çocuğumuz içinzaman ayırmanın, zaman yaratmanın en önemli öğe olduğudur.
:::::::::::::::::::
Bir yıl sonu fotoğrafı ve sınıf dedesi
Evin dışındaki görevlerimize gelince... Tüm veli toplantılarına katılarak,okulda neler olup bittiğini öğrenerek, kısaca ilgilenerek işebaşlayabiliriz. Veliler olarak gücümüzün farkına vararak örgütlenmeliyiz.Herkes kendi okuluna sahip çıkar, herkes kendi okulunun iyileştirilmesi içinbir şeyier yaparsa, her şey daha farklı olacaktır.
Eksikleri devletin tamamlamasını beklemeyelim. Bizler ve yapabiliriz, bunusoralım ve harekete geçelim. Kendi çocuğumuz mezun oldu diye okulla ilişkiyikesmeyelim, başkalarının çocukları için de çalışalım. Vaktimiz varsa,gönüllü olarak görev isteyelim.
Büyük kızım ilkokuldayken, torunu kızımla aynı sınıfta okuyan biröğrencinin büyükbabası okula gelip sınıf öğretmenine yardım teklifetmiş. Öğretmen de bunu mennuniyetle kabullenmişti. O günden sonraemekli bir memur olan bu bey sık sık okula gelir, derslerde hem sınıf öğretmenine, hem öğrencilere yardımcı olurdu. Teneffüslerdeyse onlarlasohbet eder, oyunlar oynardı. Düşüp bir yerini acıtan dedeye koşar,harçlığını evde unutmuş olana dede simit alır, dersini sökemeyene deyine dede yardımcı olurdu.
Yıl sonu geldiğinde toplu olarak sınıf fotoğrafı çekilecekti, okulmüdürünün odasına asılsın diye. Bu noktada da yardım önerisi, sınıftakiöğrencilerden birinin, fotoğraf dalında çok güzel çalışmaları olan,babasından geldi. Çocuklar o gün okula ütülü önlükleri, bembeyazyakalarıyla geldiler. Büyük bir günün heyecanını yaşıyor gibiydiler. Bahçedetoplandılar. Nihayet fotoğrafı çekecek olan veli de göründü amabirden kıyamet koptu. Bağırışıyor, bir şeyler söyleyip duruyorlardı.Sonunda öğretmenleri gelince mesele anlaşıldı. Sınıf fotoğraflarındadedelerinin de olmasını istiyorlardı. Dedesiz sınıf fotoğrafı olur muydu hiç?
Şimdi artık yıkılmış olan okulun kıvrılarak inen eski taş merdivenlerinde,kocaman kauçuk ağaçlarının gölgesinde çekilmiş bu birinci sınıfresmi, benim en sevdiğim okul fotoğraflarından biridir. Bir yanlarındasevgili öğretmenleri, öbür yanlarında sevgili sınıf dedeleri...Olanaklarımız elverdiğince okulun parasal yörıden güçsüz çocuklarınadestek olalım. Ama az ama çok... Birimiz önlüğünü, diğeri ayakkabısını,bir başkası çantasını aldı mı, o çocuk da okula düzgün bir kılıktagelebilecek, eziklik duymayacaktır. Tüm çocuklarımıza sahip çıkalım,ilgilenelim. Onlar bizim çocuklarımız, toplumumuzu oluşturacak gençbireyler. Bir tek kendi çocuğumuz iyi yetişmiş, diğerleri yetişmemişse,bu bizim çocuğumuzu da etkileyecektir. Mutsuzların arasında mutluolamayacaktır. Hep birlikte yaşıyoruz. Bu tür emekler döner dolaşıryine bizim mutluluğumuzu etkiler.
:::::::::::::::::::
Güzelliğin ayrıntıları uygarlığın göstergesidir
Özel okullara gittiğimde içim açılıyor. Tertemiz, badanası yapılmışbinalar, aydınlık sınıflar, koridorlarda bitkiler, teneffüs ve yemek zamanı hafif bir müzik. Her türlü sanatsal faaliyet var. İmza günleri,müzik çalışmaları, okul dergisi çalışmaları... Çiçeklerle aydınlatılmışsıcacık okul kitaplıkları, güleryüzlü öğretmenler...
Devlet okullarına gittiğimdeyse içime taş gibi bir ağırlık oturuyor.Gri ve kahverengi duvarlar, üstelik camların yarısı da yine griye boyanmış, çocuklar sokağa bakmasınlar diye. Beton duvarlarla çevrilmişkupkuru bir bahçe. Tozlu raflar, kapısı kilitli ve anahtarının kimde olduğu bilinmeyen kitaplıklar, uzanıp giden kasvetli koridorlar... Elbette bakımlı ve içaçıcı devlet okulları var ama ben yine o genel çizgidensöz ediyorum.
Neden bu okullarda okuyan çocuklarımız da, diğerleri gibi aydınlıkbir ortamda güne gülümseyerek başlamasınlar? Evet, para önemli amabazı öyle şeyler var ki, pekala da el ele verilse ve istense gerçekleştirilebilir. Sanırım parasızlığı pek çok konuda mazeret olarakkullanıyoruz.
İşte burada da yine bizlere görev düşüyor. Gördüğümüz eksiklikleringiderilmesini okul idaresinden, dolayısıyla devletten beklemek yerineOkul Aile Birlikleri ve veliler olarak her türlü imkanı kullanıpokullarımızın eksiklerini tamamlamanın yanısıra çocuklarımıza güzelliklersunabiliriz. Moral o kadar önemli ki...
Örneğin:
İdarenin saptayacağı, hem okulun genel havasına yaraşır, hem deöğrencilerin içini açacak diyelim iki renk üzerinde karara varılsa. Sonra okulda bir referandum yaparak okulun iç duvarlarının hangi renge boyanacağına öğrenciler karar verse... Biz velilerin dayanışmasıyla boyalaralınsa... Gönüllü öğrenciler, öğretmenler, hatta velilerden oluşan ekiplerkurulsa ve her sınıf kendi odasını ve koridor bölümünü boyasa...Bunca çalışan öğrencileri ödüllendirmek için idare bir okul çayı, piknikya da bir gezi düzenlese... Ve okulun içaçıcı renklere bürünmesi hepbirlikte kutlansa...
Çevreci veliler, öğrenciler ve öğretmenler devreye sokulsa ve obeton okul duvarları ve binanın dış yüzü yine öğrencilerin seçeceği,bakımr kolay sarmaşıklarla sardırılsa... Yeşile istek öylesine büyük ki,gittiğim pek çok okulda öğretmenler geniş bahçesi ve ağaçları olanokullara özlemlerini dile getiriyorlar hep. Bizimse hiç yerimiz yok, her yer beton, diye yakınıyorlar. Çok da haklılar. Ama insanoğlu istersebuna da çare buluyor.
Singapur'da beni etkileyen pek çok şeyden biri de kentte beton nevarsa yemyeşil sarmaşıklarla sardırılmış olmasıydı. Köprülerin ayaklarıbile sarmaşıklar içindeydi, düşünebiliyor musunuz? Ne kofay ve negüzel bir çözüm. Sarmaşıklar içinde bir binanın görünümü ne hoştur.Üstelik dış cephenin kirlenmesi derdini de alıp götürüyor o güzelimyapraklar. Kimi sonbaharda sararıp, kızaran cinsten, kim yaz kış yeşilkalan, kimi al çiçekli, kimi turunculu... Benim okulumun cephesi baharda açan morsalkımlarıyla ünlüdür. Geri kalan binalarsa yeşilsarmaşıklar içindeydi. Ama hepimiz ille de o morsalkımların açmasını beklerdik. Öylesine bir güzellikti.
Yine çevreci öğrenciler okul girişine ve koridorlara dev saksılariçinde yeşil bitkiler yerleştirebilir ve bunların bakımını üstlenebilirler. Silivri'deki Özel Balkan Lisesinin bitkiler ve resimlerledonatılmış girişini ve koridorlarını; Gökdil Lisesinin aydınlık ve çiçekleriçinde dünya tatlısı kütüphanesini, çiçeklerle kitaplara sevdalı kütüphanegörevlisiyle, öğrencilerine biraz daha bir şeyler vermek için didinengüleryüzlü öğretmenlerini unutamıyorum örneğin.
Özel Balkan Lisesinin kurucusu, Erdoğan Alpa'ya okuldaki ayrıntılaragösterilen özenin gerçekten etkileyici olduğunu söylediğimde, Aslındahem bu bitkiler, hem de duvarlardaki resimler küçük birer ayrıntıama bir o kadar da önemli, dedi ve ekledi, Üstelik bir okula yapılanmasrafı gözönüne alırsanız, çiçeklere verilen paranın ne kadar az birmiktar tuttuğunu hemen görebilirsiniz. Oysa sabahleyin okula adımınıatan öğrenciyi yeşil bir bitkinin, güzel bir resmin, aydınlık bir pencerenin karşılaması çok çok önemli. Ayrıntılar uygarlığın göstergesibence. Ne kadar haklıydı!
Bu ayrıntıları neden devlet okullarında okuyan öğrencilerimize sunmayalım?Veli toplantılarında öneriler getirsek, öğrencilerle birlikte bitkileriseçip alsak, daha da iyisi bıraksak çevreci ya da çiçek meraklısıöğrenciler aralarında karar verip alsalar ve bakımını üstlenseler... Nekadar yararlı olurdu gençlerimiz için.
Önce, insanın üstüne kabus gibi çöken bir mekan yerine içiniaçan, neşe veren, hele bir de kendisi katkıda bulunmuşsa, gurur duyacağı okuluna daha da hevesle gelecek...
Sonra; yaşadığı yerde bu tür bir değişimi gerçekleştirebildiğinigörünce gelecekte beğenmediklerini değiştirme cesaretini bulabilecekkendisinde,
Ve en önemlisi de güzellikleri görebilme, güzellikleri oluşturmadoğrultusunda adımlar atmaya başlamış olacak.
:::::::::::::::::::
Şimdi Çeşme'de Japon gülleri açmıştır
Fortune dergisinin bir sayısında altın çocuk, bir başka yayın organındaysamüthiş Türk diye sözü edilen kişi gencecik yaşına karşın Coca Cola gibi büyükbir kuruluşta hızla yükselip, tepedeki adamlardan biri olmuştu. Bizleriuluslararası düzeyde yeteneği ve iş alanındaki başarılarıyla gururlandıranyüzaklarımızdan biriydi kısacası. Adı, Muhtar Kent.
Tahmin edebileceğiniz gibi iş temposu çok ama çok hızlıydı. Ülkelerarasıgidip gelmeler, kıtalararası toplantılar, herkes yatağında uyurken sabahlarakadar çalışmalar... Eh, bu da başarının bedeliydi. Ama bu genç adam yoğuntemposuna karşın ailesine zaman ayırmayı ve ilginçtir bunu doğa sevgisiylebütünleştirerek yapmayı başarıyordu. Denizi, yeşili, özellikle de yeşili çokseviyordu. Öyle ki, nereye gitse, nerede otursa hemen yaşadığı yeriyeşillerle donatıyordu. Bir apartman katında otururken sadece balkonlarınısaksılarla doldurmakla yetinmemiş, apartmanın önündeki bozuk kaldırımı tamirettirerek, kaldırımın kıvrıldığı köşelere büyük saksılar koydurmuş, içinerengarenk sardunyalar ve yeşil bitkiler diktirmişti. Sadece kendi evinin önüdeğil, apartmanın önünden geçen yolun da temiz ve güzel oiması, önemliydionun için.
Yaşamayı en sevdiği yerlerden biri de İzmir'in Çeşme'siydi.Sonunda eşiyle birlikte orada hayallerinin yazlık evini inşa etmeye karar verdiler. Her hatta sonu uçakla geliyor, evin inşaatının yanısırabahçe düzenlemesiyle de bir kuyumcu titizliğiyle ilgileniyordu. Kısa sürede evleri bitti ve sevdikleri Çeşme'de, yeni evlerinde, ilk yazlarınıgeçirdikten sonra işi nedeniyie yaşadıkları Viyana'ya döndüler.
Viyana'ya geldikten birkaç gün sonra bir akşam yatağına uzanmış,gözlerini tavana dikmiş öylece yatıyordu.
Yine kimbilir hangi iş sorununu çözmeye çalışıyor, diye düşündü eşi vesordu.
Ne düşünüyorsun?
Bir anlık sessizlikten sonra kendi kendine konuşurmuşçasına yanıtladıeşini. Şimdi Çeşme'de Japon gülleri açmıştır.
Doğaya ve güzelliklerine olan sevgiyi bir kez tattı mı insan, artıkondan vazgeçemiyor.
Güzelliklere, düzene, temizliğe alışınca artık çirkinlikler, çıplakduvarlar, kötü seçilmiş renkler, çiçeksiz, yeşilsiz bir yer insanı rahatsız ediyor.
Çocuklarımızı çirkinliklere alıştırmayalım. Çünkü ne yazık ki göregöre, yaşaya yaşaya insan çirkinliklere de alışıyor ve artık görmez oluyor.Alışıyor alışmasına da, mutlu, huzurlu, keyifli gidip gelmiyor o yerlerden,o sokaklardan. İçinde hep bir sıkıntı, bir bunalma duygusu... Neyazık değil mi?
Okul koridorlarını bir düşünün. Uzayıp giden sağır duvarlardan oluşur.Bir örnek çerçeveler içinde neşeli posterler, ünlü ressamlarınreprodüksiyonları ya da bakınca insanı güldürüveren okul yaşamıyla ilgilikarikatürler dizisiyle bu duvarlar hayata geçirilse fena mı olur?
Yine bir başka okulda, Bilfen Lisesinde girişe konmuş iki dev kutugördüm. Kullanılmış her türlü kağıdın buraya atıldığını anlattılar. Böyleceeski defterler, müsvedde kağıtları çöpe gitmek yerine, toplanıp fabrikayagönderiliyor ve yeniden kağıda dönüşüyordu. Katılımın çok yüksek olduğunusöyledi öğretmenler.
Bir diğerindeyse çöp kutuları rengarenkti. Öğrenciler tarafındançizilip boyanmış çizgi film kahramanları, sıradan çöp sepetlerini insanınyüzüne gülücükler oturtan nesnelere dönüştürmüştü. Sınıflarda da buböyle miydi bilmiyorum ama bahçedeki tüm çöp kutuları çılgıncasınaneşeliydi.
Bunların hepsi öğrencilerin zevk alarak yapacakları ve bu arada daonlara zevk verecek ayrıntılar. Büyük paralar istemeyen ama yaşadığıyeri aydınlatan, neşelendiren ayrıntılar...
Çocuklarımızı çirkinliklerle yaşamaya mahkum etmeyelim. Onlaragüzellikler sunalım. Onca iş arasında, Şimdi Çeşme'de Japon gülleriaçmıştır, dedirtecek kadar güzelliklere sevdalandıralım onları.
Okullarımızın sanatsal faaliyetlerine, kültürel etkinliklerine deyardımcı ve destek olmalıyız. Çok çok yükseklere bakıp, oralara nasılerişirim, demek yerine; şimdi, şu anda bu olanaklar oranında çocuklarımızave gençlerimize hizmet verelim. Bugünün küçük başarısı, yarın dahabüyüğünü yapabilmek için bize güç verecektir.
Veliler olarak yapabileceklerimiz deyince, ilk aklageliverenler bunlar. Yapacak olduktan sonra neler var neler...
:::::::::::::::::::
Mutsuzların arasında mutlu olamaz diye düşünürsek, yapacak öyle çokşey var ki...
Veliler olarak sadece kendi çocuğumuzu düşünmekle yetinmeyelim, demiştikya, bu bağlamda sadece okuldakilere değil yaşadığımız bölgenin çocuklarınada bir biçimde el uzatmalıyız. Bu, vaktimizin elverdiği oranda bir gecekondubölgesi okuluna yardım etmek olabilir. O bölgelerde yaz okulları açılmasınısağlayıp, tatil zamanı sokaklarda avare gezinen çocuklara olumlu ve yararlıbilgiler öğreten, onları eğlendiren kurslarda gönüllü çalışmak olabilir.Yazın haftada birkaç saat ayırmakla tüm biz ev kadınlarının yapabileceği birşey bu.
Amatörce de olsa bildiklerimizi öğretelim. Artık okumadığımız kitaplarla,dergilerle, kullanmadığımız giysilerle, okulda öğrenip de bir türlükullanma fırsatını bulamadığımız yabancı dilimizle, şarkılarta, masallarlabizimkilerden daha zor koşullarda olan bu çocuklarımızı ilgisizliğin osoğuk ve karanlık boşluğundan çekip alalım.
Yapılacaklar gözümüzde büyümesin. Belki tenis oynatamayız amajimnastik yaptırabiliriz. Biraz bir imkanımız varsa voleybol ya da basketbol öğretebilir, oynatabiliriz.
Belki ünlü galerilerdeki resim sergilerine götüremeyiz ama ellerinekağıt ve renkli kalemler vererek onlara kendi mahallelerinde bir sergi açtırabiliriz.
Belki baleye götüremeyiz ama onlara balenin ne olduğunu ve halkdanslarını öğretebiliriz.
Ve hepsinden önemlisi onlara kitabı ve okumayı sevdirebiliriz.
Sevgi ve emekle gerçekleşecek şeyler bunlar. Çocuklarımızınevde, okulda, mahallemizde ve dünyada bizlerin ilgisine gereksinimlerivar. Onlardan bu ilgiyi esirgemeyelim. Çocuklarımız için, toplumumuziçin, hepimizin mutluluğu için üstümüze düşen görevlerin bilincindeolmalı ve bunları yerine getirmeliyiz artık. Kapkaranlık uzanan ve adına ilgisizlik denen o boşluktan bütün çocuklarımızı kurtarmalı,korumalıyız.
Bir tek çocuğa kitabı sevdirebilirsek ya da bir başkasına bir güzellikufku açabilirsek, diğerini sporla tanıştırabilirsek, kısaca onlarındünyasında bir ışık yakabilirsek, işte o zaman bizim yaşamımız da anlamkazanacaktır.
Gönüllü çalışma ve hizmet kavramını bir de bu açıdan düşünmeliyiz.
İşte bir örnek ve bunu duyuran gazete kupürü. Boğazda TanışmaKeyfi başlığı altında bir vapurda şarkılar söyleyen çocukların fotoğrafıvar. Altındaysa şunlar yazılı:
Bizim Ülke Derneği, yaz okullarının temmuz ayı katılımcılarına güle güle,ağustos ayı katılımcılarına merhaba demek için düzenlediği Boğaz turunakatılan altı yüz çocuk gönüllerince eğlendi.
Ve yazı devam ediyor.
Başkanlığını Prof.Dr. Aysel Ekşi'nin yaptığı Bizim Ülke DerneğininFındıkzade, Sarıyer ve Reşitpaşa'daki yaz okullarında bir ay geçiren7-13 yaşlarındaki çocuklar, ağustos ayında yaz okullarına devam edecekarkadaşlarıyla tanışmanın mutluluğunu tattılar. Çocuklar tur boyuncaşarkılar söylediler.
Derneğin yöneticileri sevgi ve özveriyle büyüyen bu çalışmayı, önümüzdekiyıllarda da sürdüreceklerini belirtirlerken, dernek üyesi BetülSözen ise amaçlarının özellikle okullar kapandıktan sonra sokaklardadolaşan çocuklara çevre ve kültür bilinci aşılamak olduğunu söyledi.
Derneklerde, vakıflarda, kulüplerde ve daha başka yardım kuruluşlarındaçalışan erkek kadın pek çok kıynıetli insan var. Her biri kendizamanından çalarak yararlı işler için çalışıp, didiniyorlar. Değerli insanlar bunlar.
Benim sözünü etmek istediklerimse, gönüllü gruplar... Bu kişilerne dernek üyesi, ne de vakıf; sadece gönüllü olarak ellerinden geleniyapmak isteyen, bir insan olarak kendilerini sorumlu hisseden kişiler.
Günümüze kadar yuvarlana yuvarlana gelip bir çığ gibi büyümüşolan ilgisizlik yumağını çözmeye çalışan bir grup sade vatandaş... Evhanımları, çalışan kadınlar, emekli öğretmenler ve üniversiteöğrencilerinden oluşuyor bu gönüllü gruplar.
Çocuklarımızla, gençlerimizle ilgilenilmediği takdirde, onların nasılbir boşluk içine yuvarlanabileceklerini görebilen insanlar.
Bana ne deyip, omuz silkerek başkalarının sıkıntıtarına, dertlerinesırt çevirmenin dönüp dolaşıp bir gün hepimizin yüzüne patlayacağınınfarkında olanlar.
Ve iyi bir şeyler yapmak için devletten, ondan bundan yardım beklemekyerine, kollarını sıvayıp kendileri bir şeyler yapanlar...
İşte Çağdaş Eğitim Vakfının bünyesinde çekirdeği üç dört kişidenoluşan gönüllü gruplardan biri, bakın neler neler yapıyor.
Kendi yaşadıkları bölgelerdeki okulları geziyor, okul müdürleriylegörüşüyorlar. Nasıl yardımcı olabileceklerini soruyorlar. Önce parasalsıkıntı içinde olan öğrencilerin bir listesini çıkarıyorlar sonra da okulun gereksinimlerinin. Örneğin bir okul müdürü, Sizden hiçbir şeyistemiyoruz, yeter ki şu damımızı aktarın. Kış geliyor, bir yağmur yağdımı, sınıflarda oturmak mümkün değil, demiş.
Bir başka okul müdürü, ecza dolabının bomboş olduğundan yakınmış.Çocukların ne doktora, ne de diş hekimine gidebildiklerini, okuldaysaböyle bir olanağın zaten olmadığını anlatmış.
İşte grup bu gereksinimleri saptadıktan sonra dağılıp kendi çevrelerindeçalışmaya başlıyor. Herkesten her tür yardım kabul ediyorlar.Zamanı olanların gönüllü çalışmalarını, zamanı olmayıp da destekolmak isteyenlerden de para yardımı kabul ediyorlar. Ve bu paralarla çocukların gereksinimleri karşılanıyor.
İlaç fabrikalarını geziyorlar ve okullara için ücretsiz ilaç toplayıp,bunları götürüp bir şişe tentürdiyotu bile olmayan okullara dağıtıyorlar.
Evlerden kullanılmayan eşyaları, giysileri, kitapları, eski oyuncaklarıyine okullara götürüp, ihtiyaç sahibi çocuklara veriyorlar.
Damı aktarmak için kolları sıvamışlar bile. Sanırım bu kış çocuklarıslanmadan ders yapabilecekler.
Yazın günlerini sokaklarda geçiren ve bir kursa gidecek olanaklarıbulunmayan çocuklar için her semte bir yaz okulu veya kültür evidüşüncesinden çıkarak, kapı kapı gezerek özellikle de o bölgenin varlıklıkesiminden yardım istemişler. Diğer gönüllülere göre bu grup dahaşanslıymış ki, o semtin eski ailelerinden biri bu amaç için bir ev bağışlamış, bir diğeri de içinin döşenmesini üstlenmiş. Gelecek yaza bukültür evinin açılacağını söylüyorlar.
Böylesine cömert bağış alamayanlar okullarla anlaşıp, yazın enazından okulun bahçesinde bu tür faaliyetlerini sürdürmeyi düşünüyorlar.Emekli öğretmenlerle, üniversite öğrencileri de destek oluyorlarmış buçalışmalara. Örneğin, emekli bir beden eğitimi öğretmeni bir başkabölgedeki kültür evinde çocuklara jimnastik yaptırıyor, oyunlar oynatıyormuş.Emekli öğretmenlerin bu çalışmalara büyük katkıda bulunduklarını söylüyorgrup çalışanları. Üniversitelilerse örneğin bir pazar günü mahalleninçocuklarını alıp, onları deniz kenarına gezmeye götürüyorlar. O bölgeçocuklarının böyle yerlere gitmeleri pek olası değil. Bu türbir gezinti onlar için bir bayram oluyor adeta.
Bu küçük gruplar biraraya gelen birkaç kişi ve onların çevrelerindeoluşturdukları yardımlaşma zincirinden ibaret. Herkes kendi bölgesineya da bölgesine yakın yerlerde küçük küçük gereksinimleri karşılamak,çocuklarımızın ihtiyaçlarını gidermek, gezmeye götürmek, olumlu birşeyler öğretmek için çalışıyorlar.
Herkesin yapabileceği bir şeyler vardır.
Yeter ki isteyelim.
Ve bütün çocuklarımız için kolları sıvayıp biz de kendi okulumuzda,mahallemizde, yaşadığımız bölgede hizmet verelim. Dostlarımızı dabu tür çalışmalara uyandıralım. Çocuklarımızı ilgisizliğin, sevgisizliğinkaranlığından koruyalım.
Onların dünyasında bir ışık yakalım.
Bir başka yapabileceğimizse, yurtlarda kalan öğrencilerle ilgilenmek.Eğer küçük çocuklarla pek aramız yoksa, kentinden ve ailesinden uzaktahele de ilk yılı büyük bir yalnızlık içinde geçiren nice üniversitelivar. Onlar için bir şeyler yapabiliriz.
Yalnız yaşıyorsak, yurtlarda yer bulamayan bir öğrenciyi evimizealabiliriz. Bunu yapanlar var. Hem kendi yalnızlığını giderirken, hem degenç bir üniversiteliye o pek güçleşmiş kalacak yer bulma sorununadestek olmuş oluyorlar. Bu o genç için öyle büyük bir nimet ki...
Ya da yurtların müdürleriyle konuşarak, örneğin bir hafta sonu beşon öğrenciyi eve yemeğe davet edebiliriz. Onlarla bir pazar geçirebiliriz. Özellikle de hiç kimseyi tanımadığı yeni bir kente gelmişgençler için haftada ya da on beş günde bir, bir ev yemeği yemek, bir aile ortamında bulunmak, konuşmak, yalnızlığını, sorunlarını paylaşabilmek çokönemli. Bizim de çocuklarımız başka kentlere gidiyorlar ve yalnızlıkçekiyorlar, Birinin çıkıp onlarla ilgilenmesi, evine davet etmesi bizi mutlu etmez mi? Biz bir başkasının çocuğunu ağırlarken, o başkası dabizim çocuğumuzla ilgilense, içimiz sımsıcak olmaz mı?
Yurt müdürlerine yardım önerebiliriz. Yurtları yuva görünümünekavuşturmak, onların ev özlemini hafifletebilmek için kaldıkları yerigüzelleştirme çabası içine girebiliriz. Yurt görevlileriyle el ele vererek gönüllü çalışmalar yapabiliriz. Bakın Cumhuriyet gazetesinde yurtlarhakkında çıkan Keşke Yurtlar Evi Anımsatsaydı başlıklı yazıda neleryazılı.
Kız öğrenciler, yurtların biraz olsun eve benzemesi için uğraş veriyorlar.Tabii yasaklar olmasa... diye başlayan yazıda üç yıldır yurttakalan Sevil adında bir genç kız ilk izlenimini şöyle anlatıyor. Odaya ilkgirdiğimde gözüme çarpan ranzaların gri, çarşafların mavi rengi olmuştu.Gri hapishaneyi, maviyse hastaneyi anımsattı bana.
Bir başkası, Betül adlı genç kızsa, Yurda son giriş saati 21:00olduğundan sosyal etkinliklere katılamıyorum, sinemaya, tiyatroyagidemiyorum, diyor.
Yine bir başkası sırf bu yasak nedeniyle ihtiyacı olan part-time işikaçırdığını anlatıyor. Devlet yurtlarından şikayet öyle çok ki... Temizlikyok, parasını ödedikleri yemekler kötü, sağlık koşulları kötü, banyo yapmakbir mesele ve bol bol yasaklar...
Öte yandan özel yurtlar ya da yöneticileri gerçekten gençleri ve işiniseven ve bir şeyler yapmak isteyen kişilerse; koşullar çok daha iyi.Bizler koşulları zor olan yurtlara ve bu yurtlarda kalanlara yardımönerebiliriz. Parası olanlar yurtların eksikleri için bağış yaparken,zaman ayırabilenler de başka biçimlerde yardımcı olabilirler.
Dedim ya, yapmak istedikten sonra yapacak öyle çok şey var ki...
:::::::::::::::::::
Üç soruda sınıfta kalan eğitimciler
Çocuklarımızın yaşamında önemli yeri olan öğretmenler çeşitçeşit. Her meslekte olduğu gibi...
Mahrumiyet bölgelerinde can güvenliği olmadan çalışanlar, idealistöğretmenler; işini baştansavma yapıp bir an önce çekip gitmeyi düşünenler;çocukları ve gençleri görünce gözleri parlayan sevecenler;sorunlarının acısını çocuklardan çıkaran dayakçılar; çağdaşlar, bağnazlar...Kişilikleri nasıl olursa olsun hepsinin ortak yanı çok çok önemli birgörevde bulunmaları. Geleceği elinde tutanlar, geleceği yoğuranlaronlar. Neredeyse en önemli görev onların, demek geliyor içimden.
Eğitim, ekmek ve sudan sonra halkın en zorunlu ihtiyacıdır,demiş Danton.
Thomas Jefferson ise, Toplumu aydınlatırsanız, her türlü baskı vebaskı aracı gün ağırırken kayboluveren kötü ruhlar gibi yok olacaktır,diyor.
İşte bu karanlığı kovalayıp, bizleri, çocuklarımızı, hepimizi aydınlığakavuşturmaya çabalayanlar, öğretmenler. Anımsayacaksınız, dahaönceki bir iki mektupta gençler öğretmenlerinden gördükleri destek veanlayışı ailelerinde bulamadıklarını anlatıyorlardı. Ve o öğretmenlerininasıl şükranla anıyorlardı. Benim de onlara saygım öylesine büyük ki,benden genç de olsalar, bir öğretmenle tanıştırıldığımda hemen kendimiayakta buluyorum. Ama... az önce de dediğimiz gibi her mesleğiniyisi de var, kötüsü de...
Önce eleştirilere bakalım. Hürriyet gazetesinin ekinde ErtuğrulTimur'un hazırladığı Fevkalade Bulaşıcı Mizah Köşesindeki şiir hemeleştiriyor, hem güldürüyor.
:::::::::::::::::::
EĞİTİMCİLERİ EĞİTELİM
Yıl 1939. İlk Milli Eğitim Şurası.
Hasan Ali kürsüde dedi ki:
Temel eğitim sekiz yıl olacak...
A benim canım hükümetlerim
Kendi F-16'sını yapan idarecilerim
A be çok mu zordur ki
53 yıldır yapamadınız?
A be çağ jetle mi atlanır?
Yoksam eğitimle mi yakalanır?
Sözüm değil son yetkiliye
Sözüm gelmiş geçmiş hepsine
Toplanın hepiniz bir yere
Geçem karşınıza ben de
Yazın soru biiir!
Çaldıran Savaşının tarihi?
Ne o ezber bilemediniz mi?
Siz bilemeyonuz da niye
öğretiyonuz?
Soru ikiii!
Hep Atatürkçü ol dediniz de
Nesini öğrettiniz?
Dön dolaş pembe boyalı ev
Dön dolaş pusulası bozuk gemi
Hangi derste yer aldı ideolojisi?
Topu topu iki cümle
Şapka Devrimi?
Yazın soru üüüüç!
50 kişilik sınıfta
Bir tek kimyacı olacaksa
Öbür 49'unun günahı ne?
Sodyum sulfatı ezberlemekte?!
Genel kültür bu mudur?
Sen ezberledin de Ohm kanununu
Söyle kaç kere lazım oldu?
Bu sene de denecek
Eğitim düzelecek
Zihniyet hep aynı ama
Kitap kapları değişecek
2000'e sekiz kala
Ben şaşarım aklınıza.
Gelmiş geçmiş tüm eğitimciler
Sınıfta kaldınız üç soruda!
:::::::::::::::::::
Bir gencimizin mektubundan alıntı...
En çok sorunlarla karşılaştığımız yerse, okul. Öğretmenlerimiz bizeküfür ediyor, dövüyor ve sürekli disipline vermekle tehdit ediyorlar.Şunu söylemek istiyorum! Eğer bize örnek olmak istiyor ve saygı gösterindiyorsanız, biz konuşmaya ve saygı göstermeye hazırız ama biz de saygıgörmek ve sizlerin tarafından sevilmek istiyoruz. Hepinizi sıcacık birgülümsemeye davet ediyorum.
Ne güzel ve anlamlı bir çağrı değil mi?
Ve Cumhuriyet gazetesinde Erdal Atabek'in Biz Bize köşesindeBize Bu Yapılır mıydı Galatasaray?.. başlıklı yazısından bir bölümüaktarmak istiyorum.
:::::::::::::::::::
Eğitimcilerde aranılan nitelikler
Kopenhag'da (Danimarka) eğitim danışmanı olarak çalışan Hüseyin Duygudostumuz okul müdür, okul müdürü yardımcısı arayan ikiilanı çevirerek göndermiş. Belediye okullarına aranan yöneticinin özellikleri şöyle belirtilmiş: Öğretmenleri, öğrencileri, velileri ilgilendiren konularda duyarlı olmak... Ortak çafışmaya istekli ve yetenekli olmak... Eğitimi geliştirici deneyime sahip olmak... İleriyi görebilmeözelliği taşımak... Problemleri demokratik yolla çözebilme özelliğine sahip olmak... Neşeli ve şakacı bir kişiliğe sahip olmak... Buyrun bakalım! Okul yöneticilerinde bu özelliklerin aranması çok şaşırtıcı değil mi? Bizim,surat asıklığını ciddi olmak sanan, yaratıcı olmak yerine talimatnameleri dikkatle uygulamayı marifet sayan, dahası din kurallarını belletmeyi eğitmekkabul eden eğitim anlayışımız nasıl da ters değil mi? Geçen güngazetemizde yayımlanan Dayak Cennetten Değil, Okuldan Çıkma' başlıklıhaberle nasıl bir çelişki oluşturuyor. Sorunumuz buralardan başlıyor vehayatımızın her alanında sürüp gidiyor.
Bu kez bir övgü...
İstanbul'da Oğuz Kaan Koleji öğretmenlerinden Süleyman Taşyürek'inöğrencilerine yazdığı mektup, öğrencisi Alaz Kılıçaslan'ı öylesineduygulandırmış ki, bunu Milliyet gazetesine postalamış, köşeyi hazırlayanlarda örnek olması dileğiyle bu mektubu yayınlamışlar. İşte ÖrnekÖğretmen Taşyürek başlığıyla verilen mektup.
Sevgili yavrum,
Başarılı bir yılı bitirip tatile girdiniz. Daha nice başarılarla bitecekbundan sonraki yıllar da. Şimdi hepiniz evlerinizde, tatil yörelerindesiniz.Okulunuzu, öğretmenlerinizi hatırlıyorsunuz, özlüyorsunuz. Bilmelisiniz ki,ben de sizleri özlüyorum. Daha şimdiden arıyorum tatlı yüzlerinizi, sevgiyleyaklaşmalarınızı ve yaramazlıklarınızı.
Kuşkusuz güzel geçiyordur günleriniz, bol bol geziyor, oynuyor, televizyonizliyorsunuz, eğleniyorsunuzdur ve de sevgili çocuklarım, en önemlisiokuyorsunuzdur. Benim çok akıllı çocuklarımın okumanın en iyi eğlenme vedinlenme olduğunun bilincini taşıdıklarını biliyorum.
Çevrenizde yeni arkadaşlar edinip, günlerinizi güzel geçirirken,odalarınızdaki en güzel arkadaşlarınızı, yani kitaplarınızısakın ihmal etmeyin onları küstürmeyin.
Bu benim sana yaz ödevim değil tatlı çocuğum. Bütün işler,arkadaşlıklar sevgiyle kurulursa yararlı olur. Seversen, istersenoku. İyi arkadaşlar gibi iyi seç kitaplarını.
Bir günlük tut ve tatil anılarını yaz, bu uzun zamanını almayacaktır.Akşam yatağına yatarken günlüğüne beş dakikanı ayırırsan daha mutluuykulara dalacaksın...
Annemize yardım etmeyi de unutmayalım olur mu sevgili çocuğum?
Yaz tatilini çok iyi geçirmeni diler gözlerinden öperim...
Ne kadar sıcak ve etkili bir mektup değil mi? Okurken insanın içihuzur doluyor.
Şimdi de bir liste var, göz atmanızı istediğim. Bir okulun dokuzuncusınıf öğretmeni öğrencileri arasında anket yapmış. Sorduğu soru:Kendinizi iyi hissedebilmeniz için bizlerden beklediğiniz davranışbiçimleri nelerdir? İşte gelen yanıtlardan oluşan liste:
Sorunlarımızı anlamaya çalışın.
İyi bir çalışma yaptığımızda bizi kutlayın.
Biz tüm sınıfın önünde utandırmayın.
Bize bağırmayın.
Yanlış yanıt verince bize aptal muamelesi yapmayın.
Anlayışlı olun.
Sınıfa öfkeli gelmeyin.
İlgilendiğimiz şeylerle siz de ilgilenin.
Ayırım yapmayın.
İstendiğimizi bize hissettirin, bizimle ilgilenin.
Bizimle alay etmeyin.
Bizlere çocuk muamelesi yapmayın.
Herkesin hata yapabileceğini söyleyin
Bana da sınıfın gözde ve sevilen öğrencilerindenmişim gibi davranın
Afferin sana! deyin.
Nasıl? Müthiş bir liste değil mi?
Haydi bakalım sevgili öğretmenler, kolay gelsin!
Oradan buradan yazılar, eleştiriler, övgülerden oluşmuş bir kolajsunmak istedim. Buralardan da gördüğümüz gibi gençlerimizi etkileyenleronlara sevgiyle yaklaşabilen eğitimciler. Bu tür davranışlarla onlarayaşamın ve bilginin özünü sunanlar... Bir ömür boyu yararlanabileceklerihayat derslerini kendi davranış ve tutumlarıyla birleştirerek öğretenler...
Öğretmenlerle veliler sık sık biraraya gelerek, kaynaşarak, bütünleşerekçocuklarımızı ve gençlerimizi olumlu biçimde yönlendirmeli. Adeta bir güçbirliği oluşturmalı. Çocuklarımız için aile, okul ve medya mutlaka el elevermeli.
:::::::::::::::::::
Medya artık eğlendirerek eğitme sorumluluğunu duymalı
Sacayağın üçüncü bölümünü oluşturan medya acaba bu ülkeningeleceğini yani çocuklarını ve gençlerini düşünerek ne yapıyor diyeeminim sizler de düşünmüşsünüzdür. Hele de milyonlar milyonlar harcanarakyapılan programları izlerken...
Tüm bu kargaşanın içinde doğru dürüst bir şeyler yapmaya çalışan birkaçözverili kişinin çabaları dışında ne yapıyorlar gerçekten?
Ailenin biraraya geldiği, birlikte televizyon izlediği saatleri gözönünealarak programlar hazırlıyorlar mı?
Kimi işinden, kimi okulundan yorgun gelmiş insanları eğlendirenama bir anlamı olan. güldürürken eğiten, insanın içini açan programlarmı yapıyorlar yoksa reality show adı altında kan revan içinde kazalar,felaket haberleri mi sunuyorlar?
Sanat diye insanı birlikte izlediği kişilerden utandıran bol açık saçıksahneler mi izlettiriyorlar? Tamam, o kadar istiyorlarsa, onu da yapsınlarama en azından belli bir saatten sonra. Bunun ne sanatla, ne de ilericilikleilgisi var. En özgür toplumlarda bile ailenin hep birlikte televizyonizlediği saatlere, özellikle de çocukları düşünerek, bu tür filmleri koymuyorlar. Ya gece yarısından sonra ya da özel şifreli kanallarda gösteriliyor bu tür sahneler. Onlar bizden daha mı az demokrat? Ama her şeyin bir yaşı ve zanıanı olduğunun bilincindeler. Televizyon programlarınıhazırlayanlar konularında bilgililer; önce araştırıyor, uzmanlara, psikologlara danışıyor, sonra işe koyuluyorlar.
Buna karşın o saatlerde çocukları ve gençleri eğlendirerek eğiten,olumlu mesajlar veren aile komedileri yer alıyor. Bir Cosby Show'u,bir Küçük Evi, bir Beyaz Gölgeyi milyonlarca insan, özellikle deçocuklar ve gençler zevkle izledi, bu arada farkında bile olmadan dersler aldı. Hem eğlendiren, hem de düşündüren, insana bir şeyler verendiziler bunlar.
Öyle çok eğitilmeye gereksinimimiz var ki... Çevre bilincindentemizliğe, insanlarla ilişkiden kent hayatında birlikte yaşama adabına kadar. Neden bunları hedef alarak programlar hazırlamazlar da, hiçbir mesajı olmayan, iki saat izledikten sonra, şimdi yani ne demek istedi bu film ya da dizi, dedirten cinsten şeyler yaparlar.
Çocuklarımızın kitap okumamaları, bu nedenle pek çok konuda bilgisizolmaları televizyon izlemelerine bağlanıyor. Artık masal da dinlemekistemediklerini söylüyor bazı anneler. Masal yerine televizyonuyeğliyorlarmış.
Madem televizyon çocukların bunca ilgisini çekiyor, yapımcılar builgiyi olumlu biçimde yönlendiremezler mi? Örneğin, çizgi filmlerin içine bilgi yerleştiremezler mi? Bir dergide okumuştum. Başrolde farelerin olduğu bir çizgi filmden söz ediliyordu övgüyle. Önce sevimli farelerin maceralarıyla çocuğun ilgisi yakalanıyor, sonra çok şirinbiçimde çizilmiş Benjamin Franklin beliriyormuş farelerin arasında. VeBenjamin Franklin'in Amerikan anayasasını hazırlayan çok önemli birkaçkişiden biri olduğu konuşmalar arasında anlatılıyormuş. Yazıda henüz okulabaşlamamış Amerikalı çocuklara Amerikan tarihinin çizgi filmlerleeğlendirerek öğretüdiği anlatılıyor ve neden bizde de yuva çağındakiçocuklarımız için bu tür eğlendirerek bilgilendiren programlar yapılmadığısoruluyordu.
Amerika depresyon dönemini yaşarken Başkan Roosevelt'inbüyük film şirketlerinin patronlarını çağırarak bir toplantı düzenlediği veonlara, Halkımız zor günlerden geçiyor. Onun için sizlerden ricameğlenceli, moral verici filmler yapmanız, dediği söylenir. Gerçekten de en çok danslı, şarkılı, bol kostümlü ve dekorlu filmler o döneme ait.Amaç halkın gün be gün yaşadıkları zorlukları bir iki saat için bile olsun unutturabilmek.
Burada medyanın gücünün farkında olan yöneticilerle, bu sorumluluğunbilincinde olan film yapımcılarının dayanışmasını görüyoruz.
Pek çok sorunu olan ve daha da önemlisi pek çok şeyi öğrenmegereksiniminde olan halkımıza karşı medya da artık bu sorumluluğunuüstlenmeli. Kendini yetiştirip, daha güzei, daha yararlı yapıtlar ortaya koyarak, halkına olan saygısını kanıtlamalı.
Güzel bir çalışma yapıldı mı, bunu hepimiz hemen takdir ediyor,mutlu oluyoruz. Belgeseller, Kurtuluş, Bizimkiler gibi verli dizileri hiçbirimiz kaçırmadan izliyoruz. İzleyiciye saygı gösteren,ciddi bir çalışma ürünü olan programlar hemen sivriliyor. Ah, bir deçocuklarımız ve gençlerimiz için özenli programlar yapılsa... Aile veokulda verilmek istenenler, bir de onların olanakları kullanılarakpekiştirilse... Eminim o günler de gelecek ve daha iyiyi isteyen izleyici, bunuyapımcıyı zorlayarak başaracak.
Ve bakın bir gencimiz Cumhuriyet gazetesinde çıkan mektubundamedyayla ilgili neler söylüyor, neler öneriyor.
Gazete okuduğuma pişman oluyorum.
Benim bahsetmek istediğim konu basında ve özel kanallarda sürekli önplana çıkarılan şiddet, taciz, eğitime ters düşen programlar ve haberler.Bayiden okumak için birkaç gazete aldığımda pişman oluyorum. Çünkü okuyacakdoğru dürüst bir haber bulamıyor ve diğer haberlere, resimleriyle birliktegöz gezdirdiğimde ise iğreniyorum. Ülkemizde çözülmesi gereken önemlisorunları konu etmek, halka duyurmak varken en ufak önemsizhaberieri birinci sayfaya koyarak çok önemlidir havası veriliyor.Bilinçli bir toplum yetiştirmeye (özellikle bazı kırsal genç kesimleri)çalışmalı ve bunun için çaba sarfetmeliyiz. Şu sıralar en çoküstünde durulan konulardan bir tanesi intihar olayları, her kafasıbozuları dama ya da Boğaz'ın derin sularına gömülmek için köprüyeçıkıyor ve bunlar, özel kanallarda reality show adı altındaprogramlarda en ince ayrıntısına değin inilerek inceleniyor.Amaçları böyle yaparak izleyenleri uyarmak, bu tür konular hakkındabilinçlendirmek değil, tam tersine izleyen kesimi bu türolaylara teşvik etmek, taciz etmektir.
Gelelim çocuklar için hazırlanan çizgi filmlere. Çocuklar sevgiylebüyümelidirler, şiddetle, kavgayla, kinle değil. Evde Ninjaları izleyençocuklar, dışarıda aynı hareketleri arkadaşlarına ya da korumasız,ufak-minik çocuklara yapıyorlar. Bu sevimli yaratıklara mümkün olduğuncabu programları izlettirmemeye çalışalım. Bu zamanlarda onları çocukparklarına ya da tiyatroya götürebiliriz. En büyük dileğim bu türprogramlara ve basında yer alan korkunç haberlere bir daha rastlamamak vebu haberlerin yerine, kültür-sanat etkinlikleri; her kesimin anlayabileceğişekilde politika ve ekonomi alanlarında program yapılması, haberleryayımlanması. Her türlü şiddet ve tacizlere hayır diyor ve bu konudagerekenin yapılması için yetkilileri uyarmak istiyorum.
2000'e doğru, temiz ve bilinçli bir toplum için haydi el ele...
Marmara Üni. Öğrencisi
F.Serpil Ulu
Eğitimin çeşitli boyutlarını ve uzantılarını tartıştığımız bu bölümütoparlarken gerçek anlamda eğitim deyince:
Umutsuzluğun, karamsarlığın karşısına Havel'in sözleriyle çıkarak,
umudu,
hayranlıkla bakabilecekleri, kendilerine model olarakalabilecekleri iyi işler başarmış onurlu kişileri onlara tanıtarak,
liderliği,
sorular sorup, işin özüne bakmasını öğreterek,
sorgulayarak düşünmesini,
devraldığı insanlık mirasına kendinden de bir şeyler katarak gelecekkuşaklara daha güzel şeyler sunmak için çaba göstermesi gerektiğini onaanlatarak,
topluma hizmet vermeyi,
ve başkalarının mutluluğu için çalıştığında bunun dönüp dolaşıpona da mutluluk getireceğini öğütleyerek, insanlık ailesinin kendisikadar şanslı olmayan bireylerine de elini uzatarak, onlarındünyasında,
bir ışık yakmasını,
öğretmeliyiz gençlerimize.
İşte gerçek eğitim bunları öğrenmek ve öğretmek olmalı diye düşünüyorum.Burada sözü edilenleri ve daha nice nicelerini... Nedersiniz?
:::::::::::::::::::
Yaşam Bir Senfoniyse Eğer...
Yaşam bir senfoniyse eğer... önce bir giriş vardır. Bu girişle senfoniyecan veren çalgılar, ince bir motifin eşliğinde kendilerini tanıtmayabaşlarlar, birer ikişer.
Kimi kalın sesli, tumturaklıdır; kimi yumuşacıktır, huzur verir. Kimiside neşelidir, çılgındır, binbir çıngıraktan oluşmuş çocuksu iniş çıkışlarlasüsler diğerlerinin sürüp giden seslerini. Tıpkı bir ailenin bireyleri,annesi, babası, çocukları gibi.
Sonra gelişme bölümü başlar. Geri planda ilk duyduğumuz motif,bu süreçte kah alçak, kah yüksek perdeden kendini belirginleştirir. Senfoninin ana temasıdır bu.
Derken tempo hızlanır. Fırtınalar kopar, çalgılar bir diğeriyle çatışır.Tıpkı ailenin içindeki çatışmalar gibi. Bildik motif bile hırçınlaşmıştır.
Son bölümdeyse, bunca fırtınadan sonra giderek bir kabullenme,bir huzur, bir arınma gelişir. Çalgılar birbirleriyle daha yumuşak tonlarda konuşuyorlardır bu kez.
Ve... bu müzik şöleni; bölümler boyu kah yalvarırcasına, kah sesiniyükseltip bazılarını sustururcasına, kah teselli ve sevgi verircesine senfoniyi ve tüm çalgıları birarada tutan o bağlayıcı motifin yorgun amamutlu ezgileriyle, zaferini ilan edercesine muhteşem bir finale ulaşır.
Bizlerse tüm bu savaşımı, farkında olmasak da, kendi yaşamımızdan birşeyler buiarak dinlediğimizden, bağlayıcı motifin zaferiyle sonaeren ezgileri hayat yolundaki bir savaşçının diğerini anladığını belirtircesine, alkışlarımızla selamlarız.
Yaşam bir senfoniyse eğer, tüm bu iniş çıkışları aşmasını sağlayanbağlayıcı motif de... bağışlayabilmektir.
Bir düşünün. Karşılıklı bağışlamalar olmasaydı aile bireyleribirlikteliklerini sürdürebilirler miydi?
Çocuklarımızı bağışlayarak, onlara bağışlamasını öğretmeliyiz.Çünkü öfke, taşıması en ağır yüklerdendir. Esarete dönüşebilir. Birömür boyu taşınan öfkeler, insanın hem kendini, hem de yakınlarınımutsuz eder, acı çektirir.
Çocuklarımıza bağışlamasını öğreterek, onları bu esaretten koruyalım.Çünkü bağışlamak huzur bulmaktır, arınmaktır, kötü ve acı duygulardankurtulmak, özgür olmaktır.
Evlatlarımız kötü şeyler yapmışlarsa, hayatın içinde ilerlerkenyüreğimizde onları bağışlayacak sıcaklığı bulalım. Bağışlamak kolay değil.Zaman ve çaba ister. Olayları içine sindirerek kabullenmek ister.
Bağışlamak bir olayı yok saymak, içimizdeki duyguları bastırmakda değildir. Tam tersine, yapılanla, duygularımızla yüz yüze gelmek, içimizdeki zehiri akıtıp, oradan yola çıkabilmektir.
İşte bizler bunları başarabilirsek, çocuklarımıza örnek olabileceğiz;bağışlama sırası onlara geldiğinde nasıl davranacaklarını bilebilecekler.
Buraya kadar anne babanın evladını bağışlamasını konuştuk. Birde gencin anne babasını bağışlaması var. Bilerek, bilmeyerek biz deonları kırıyoruz. Sözlerimiz, düşüncesiz tavırlarımızla...
Gencin, anne babasını bağışlaması daha güç. Çünkü anne babaçocuğuna karşı sorumlu. Onu kırdıysa, demek ki görevini tam anlamıylayerine getiremedi. Ama... bu kırgınlıkları bir ömür boyu sürdürmek,gencin yaşamını zehirlemekten başka bir. sonuç vermeyecektir. Bunedenle, gencin huzura kavuşmak için yapması gereken, çocukluktaolanları o dönemde bırakıp, annesiyle babasını bağışlayarak yolunadevam etmektir. Geçmişle sürekli kavga etmek, onu mutsuz etmektenbaşka bir işe yaramayacaktır. Günlerine, yıllarına yazık olacaktır. Değer mi?
Ve, bir de şunu düşünmelidir. Annesiyle babası kendi bildikleriölçüde davrandılar. Onlar da hayata başladıklarında pek bir şeybilmiyorlardı. Yaşayarak, hatalar yaparak öğrendiler. Mükemmel değildilerbelki, ama kim kusursuzdur ki?
Anne babalarına hayranlık duymayabilirler, ama onları olduklarıgibi kabullenerek sevmeyi öğrenebilirler. Ve bunu başardıklarıtakdirde, huzura kavuşacak, geçmişin esaretinden kuıtularak, kendihayatlarını yaşamaya başlayabileceklerdir. Sürekli geçmişle kavga halindeolmak, sürekli anne babayı suçlamakla bir yere varılamayacağının yanısıra,asıl önemli olan kendi hayatını yaşayamamaktır.
Genç insan geçmişiyle hesaplaşmalı, acılarıyla yüzleşmeli, annebabasını bağışlayarak huzura kavuşmalı, geçmişi geçmişte bırakıp yolunadevam etmelidir.
Bu anlatılanların yapılması elbette kolay değil ama zaman enbüyük yardımcı. Nekahat dönemi yaşayan bir hasta gibi sabırla, gayretlegün gelip acıları aşabilecek, özgürlüğüne kavuşacaktır.Böylece adına bağışlamak dediğimiz o bağlayıcı motif bir kezdaha görevini yerine getirerek aileyi, hayatın fırtınaları içinde birarada tutacaktır. Ve zor dönemlerde bu motif yinelendikçe, senfonininson bölümünde olduğu gibi, karşılıklı bağışlamaların getirdiği zaferle omuhteşem finale ulaşacaktır yaşam ve aile ilişkileri...
Çalışmalar sona erdiğinde, mektupları bir kez daha elden geçirdim.
Ne kadar da iyiniyetli, ne kadar duyarlı ve sevgi doluydular. Biranne babanın kalbini kırmanın binbir yolu olduğunun bilincindeymişçesinesevgilerini vurgulayarak yazmışlardı bütün eleştirilerini.
İnsan kimden gelirse gelsin, her türlü eleştiriyi göğüsleyebiliyor da,evladından gelen en ufak söz ta derinlerden yaralamaya yetiyor. İştebu gerçeği bilirmişçesine yazmışlardı mektuplarını. Dikkatle, özenle,sevgiyle... Tek amaçları zaten var olan o çok değerli ve güzel ilişkiyi daha da güzel ve pürüzsüz kılmaktı.
Ortak çalışmamızı okuyan tüm anne babaların bu iyiniyet gösterisiniaynı iyiniyetle karşılayacaklarına yürekten inanıyor, bu arada,istemeden de olsa, bir kusur ettiysek bizleri bağışlayacaklarını umuyorum.
:::::::::::::::::::
Sonsöz
Salıncakta Yalnız Değilim
Bu çalışmalar sırasında sanki zaman içinde bir yolculuğa çıkmışgibi hissettim kendimi. Konu, anne babalarla evlat ilişkileri olunca ister istemez ben de annem ve babamla ilgili anılarıma, böylecegeçmişe dönüş yaptım. Kızlarım ve günün birinde dünyaya gelecek torunlarımlailgili düşüncelerse beni geleceğe taşıdı. Kimi mektupta gerilere gidipdüşündüm, kimi mektupta ileriye dönük hayaller kurdum. Kimi mektupta dakendi dönemimi, anneliğimi sorguladım, durdum. Herhalde en zoru da buydu.
Böylece salıncakta kolan vuran çocuklar gibi geçmişle gelecek arasındagittim geldim, gittim geldim. Bu da insanın kendi hayatında bazışeyleri daha iyi görmesini sağlıyor.
Bugün durduğum noktadan geriye baktığımda, babamın anısınısevgi, saygı ve minnetle anarken; annemi bitip tükenmeyen sevgisiyleher zaman, her koşulda sığınabileceğim limanım olarak görüyorum.Hala!
Ve kendim de anne olduğumdan bunun ne demek olduğunu çokiyi biliyor ve, Teşekkürler anneciğim teşekkürler... Seni çok seviyorum,demek istiyorum bütün kalbimle.
İşte geçmişe kolan vurduğumda hissettiklerim...
Geleceğe kolan vurduğumdaysa, annemden aldığım bu değerlimirası kızlarıma layığıyla devredebilmiş olmayı umuyorum. Buna, yıllarsonra onlar karar verecekler. Onlarla ilgili düşünceler, umutlar ve varlıklarının bana verdiği mutluluk, ayaklarım taa yükseklerdeki dallara değmişçesine bir sevgi ve sevinçle dolduruyor içimi ve beni bunca mutluettikleri için onlara, Teşekkürler, teşekkürler... iyi ki varsınız, diye seslenmek istiyorum.
Salıncakta yalnız değilim. En yakın dostum, hayat arkadaşım varyanımda. Üzüntülerin, sevinçlerin, başarısızlıkların ve başarının içindenbirlikte kolan vuruyoruz, bir ileri, bir geri. Beni salıncakta yalnız bırakmadığı, güçlü sevgisi ve desteğiyle yere yuvarlanmaktan koruduğuiçin de ona, Çok çok teşekkür ederim. Umarım ben de sana iyi bir arkadaşoldum, diye tüm sevgimi fısıldamak geliyor içimden.
Hayat sürüp gidiyor. Ve biz birlikte, bir ileri, bir geri kolaiıvurmaya devam ediyoruz.
:::::::::::::::::::